Ankara’da 1994 yılında yaptığım bir sunuşta “Küreselleşme mi? Teşekkür ederim, istemem” demiştim. “Yeni bir çağ”, “ulus devletlerin sonu” gibi sıfatlarla tanımlanan bir olgu karşısında böyle bir tutumun, ıslah olmaz bir sosyalistin gerçekliğe gözlerini kapatma çabası olarak algılanma riski yüksekti. Kimi zaman öyle de oldu. Ancak bu “küreselleşme”, uygarlık tarihine ait küreselleşmeden farklı olarak, kapitalizmin yapısal krizine ait bir “biçim”, mekân düzenlemeye ilişkin bir kriz yönetim modeliydi, kapitalizmin iç çelişkileri altında çökecek geçici bir süreçti.
Uluslararası sermaye kendine yeni dolaşım, değerlenme alanları açıyor; hızlanan tüketim, küresel ısınmayı iklim krizine doğru itiyordu. Yeni dijital teknolojiler, bir taraftan bu süreci desteklerken diğer taraftan yerel krizlerin hızla genelleşmesine zemin hazırlıyordu. En tehlikelisi, yeni büyük güçler, ABD hegemonyası altındaki emperyalist sistem içinde yükseliyor, sistemin verili kurallarını sorgulamaya başlıyordu. Böylece emperyalist sistemin ABD hegemonyası altında geçici olarak kazandığı istikrar hızla aşınıyordu.
Finansal krizi izleyen büyük durgunlukta dünya ticareti adeta çöktü, hâlâ eski düzeyine yükselemedi. Büyük güçler arası rekabetin korumacılık, yaptırımlar boyutu, pandeminin tedarik zincirleri üzerindeki yıkıcı etkileri, küresel ticaret ağlarını koparmaya başladı. Bugün, Ukrayna krizinin, küreselleşmenin tabutuna son çiviyi çaktığı söylenebilir.
Şimdi, Ukrayna krizi içinde Rusya’yı tecrit etmek amacıyla küreselleşmenin tedarik zincirleri, finansal devreler, iletişim ağları gibi bileşenleri silah olarak kullanılıyor. Bu çabanın, çok özel ihracat mallarına, Çin ile, gelişmekte olan ülkelerle güçlü bağlara sahip Rusya’yı tecrit etmeyi başarması zor ama dünya pazarlarını parçalayarak, Batı ekonomilerini de vurması kaçınılmaz.
“Küreselleşme” artık yalnızca “dikiz aynasında” görülebilen bir manzaradır. Öndeki, manzaranın en çarpıcı öğesi ise emperyalizm.
Biri emperyalizm mi dedi?
Emperyalizmi düşünürken, dört noktayı özellikle değerlendirmek gerekiyor:
1) Modern emperyalizm, bir devlet politikasına değil kapitalizmin geldiği aşamaya ilişkin “sistemik” bir durumdur. Devletlerin politikaları bu “sistem” içinde anlamlarını kazanırlar.
2) Küreselleşmenin ve ABD hegemonyasının gerilemesiyle birlikte bu hegemonya altında şekillenmiş emperyalist sistem, istikrarını ve bütünlüğünü kaybetmiştir.
3) ABD hegemonyası döneminde emperyalist sistem içinde paylaşılmış pazarların, kaynakların, coğrafyaların yeniden paylaşımı gündemdedir.
4) Bu yeniden paylaşım içinde, modern emperyalizmin ekonomik-finansal şantaj gibi silahlarının yanı sıra klasik emperyalizmin, Roma İmparatorluğu’ndan bu yana yerleşmiş “koruma vaadi”, işgal, ilhak gibi doğrudan askeri müdahale yöntemleri de giderek daha fazla kullanılacaktır.
Yine, büyük güçler arası rekabet, dengeleme, “yeniden paylaşım” savaşları çağına girdik. Geçen sefer, getirdiği olanaklardan dolayı dönem, “proleter devrimleri çağı” olarak da anılıyordu. Bugün, ne yazık ki faşizm, savaş yine gündemde ama insanlık, güçlü işçi hareketlerinden, onların ulusal/uluslararası düzeyde güçlü örgütlerinden yoksun. Bu eksiklik, sol entelijansiya açısından hem tarihsel bir sorumluluk getiriyor hem de bu sorumluluğu üstlenme çabasını sabote eden marazi bir durum yaratıyor.
Bugünün son derece olumsuz koşulları içinde sol entelijansiya, 1980’lerdeki ve 90’lardaki yoldaşlarından farklı olarak, “geçmişi” (yapılarının ve kişilerinin, tüm hata ve zaaflarını unutmayı seçerek) adeta “asrı saadet” düzeyine yükseltiyor, oraya ilişkin fantezilere sığınmaya çalışıyor. Kapitalizme karşı özgürlük mücadelesi yerine emperyalizme karşı ve kimi devletlerin ittifaklarından oluşan “kampların” birini seçerek mücadele etme eğilimi öne çıkıyor. Gerçekteyse, bugün ne SSCB var ne de Soğuk Savaş döneminin bir tarafın sorunlarını yok sayarak saf tutulabilecek kampları var. Aksine, geçmişin “asrı saadet” dönemine ve “kahramanlarına” nefretle yaklaşan büyük güçlerin hegemonya restorasyonu, nüfuz alanı edinme savaşlarıyla karşı karşıyayız... Bugün, bu savaşın sahnesi Ukrayna, yarın kim bilir neresi...
Cumhuriyet / 10.03.22