Düzen ordusu ve gerici hayaller
“Gelenek’in not”nun daha girişinde şu düşünce çizgisiyle karşılaşıyoruz: “Askerlerin dünyada olduğu gibi, Türkiye’de yapacağı şeyleri bütünüyle öngörmek ve dar bir kalıba sığdırmaya çalışmak anlamsız.” “Askerler” de hepimiz gibi bu toplumda yaşıyorlar, yaşanan süreçlerden etkilenmemeleri ve gerisin geri onları etkilememeleri mümkün değil. “Bu anlamda askerlerin politizasyonu veya belli bir canlılık içerisine girmesi, bizim toprağımızdaki bir hareketlenmenin ürünüdür, dikkatle izlenmesi, müdahale edilmesi gereken bir süreçtir.” (s.5)
Daha ilk anda dikkat çeken nokta, sonuçta onlar da bu toprakların çocukları havasındaki o çok yumuşak, neredeyse cana yakın “askerler” söylemidir. SİP liderleri “Asker Partisi”nden kasıtlarının düzen ordusu olduğunu zorunlu durumlarda söyleseler de daha çok “askerler” demeyi tercih ediyorlar. Bunu da kuşkusuz çok bilinçli bir tutumla yapıyorlar. Dosdoğru “generaller” ya da generallerin kendilerinin hoşlandığı ifadeyle “paşalar” diyecek değiller ya! Hele ki konunun devrimler tarihine ve “iktidar perspektifi”ne bağlandığı o tafralı laflardan sonra. Yukarıdaki giriş sözlerinin hemen devamından okuyoruz:
“Devrimci harekette, ‘ordu egemen sınıfın baskı aracıdır’ sözünden başka bir şey bilmeyenler, tarihteki birçok devrimci sıçramanın nasıl gerçekleştiğini hala kavrayamayanlardır. Bu kavrayışsızlığın arkasında ‘iktidar perspektifi’nden nasibini almamak yatar.”
Bu, ordu konusundaki tüm oportünist çarpıtmaların o çok iyi bilinen beylik ama aynı ölçüde ilkel (kabak tadı vermiş!) argümanıdır. Bizde ‘90’lı yıllarda, hele de 28 Şubat’tan sonra, bu argümanı en çok kullanan Perinçek olmuştur. Bu onu önce çizme yalayıcılığına, gelinen yerde ise dinci-milliyetçi faşistlerle aynı safa kadar sürükledi. O Perinçek ki, bir zamanlar “burjuva devlet ve ordu teorilerinin eleştirisi” üzerine bir kitapçık bile yazmıştır. Bugünkü akıbeti, geçmişte açtığı yollardan yürümeye meyilli herkesin kulağına küpe olmalıdır.
Devrimler tarihinden bildiğimiz, her gerçek devrim sürecinde düzen ordusunun felce uğradığı, böylece parçalandığı, ordunun hiyerarşik yapısına uygun düşen bir sınıfsal saflaşmaya uğradığıdır. Bu parçalanmanın ve sınıfsal saflaşmanın nasıl olduğunu, örneğin Ekim Devrimi’nden ya da Alman Kasım Devrimi’nden biliyoruz. Subaylar kastı düzenin en kudurgan savunma siperi konumuna geçerken, tersinden üniformalı işçi ve köylüler devrimin silahlı gücüne dönüşürler. Düzen ordusunda bu tür bir felce uğrama ve parçalanma yaşanmadıkça da hiçbir devrim başarıya ulaşamaz.
İyi ama bütün bunların dizginleri tam da düzeni onarıp yeniden rayına oturtmak üzere ele almış, duruma da o sıra tam olarak hâkim Türk generallerinin (AsParti’nin!) politika ve icraatlarıyla ne gibi bir ilgisi olabilir? Buradan ne tür bir “devrimci sıçrama” beklenebilir? Düzeni onarmaya, dolayısıyla güçlendirmeye yönelik bir “restorasyon programı” ile bizim gibilerin pek nasiplenmediği o “devrimci iktidar perspektifi” arasında ne türden bir ilişki kurulabilir?
SİP’li teorisyenler liberal ham hayallerine sözde tarihsel ve teorik kılıf uydurmaya çalışırlarken gülünç durumlara düşmüşlerdir. Düşününüz ki o günün Türkiye’sinin devrimden uzak olduğunu, zaten restorasyonun da bu nedenle gündeme geldiğini, nitekim burjuvazinin ve düzen ordusunun restorasyonu hayata geçirirken “sol kamuoyu”nun kitle desteğinden yararlanmada gösterdiği aşırı rahatlığın tam da bunun bir ürünü olduğunu, bu aynı SİP liderleri, üstelik yalnızca iki sayfa ötede, bizzat kendileri söylemiyorlar mıydı?
Tüm yazıp çizdikleri, düştükleri bu kaba tutarsızlığın ve oportünist perişanlığın gerçekte farkında olduklarını gösteriyor. Ama tüm çabaları, sonu batağa varacak bu konumdan kurtulmak yerine onu teorize etmeye, mazur ve makul göstermeye, bu konuda tabandan yükselen kaygıları yatıştırmaya yöneliktir. Bir yandan ordu ile egemen sınıf arasındaki ilişkinin “bir matematik yasa” kesinliğinde olduğunu söylerken (böylece o beylik marksist tanımın elbette bilincindeyiz güvencesi verirken!), hemen ardından ekliyorlar:
“Askerlerin (yine “askerler”!) toplumsal dinamiklerden etkilenen ve o toplumsal dinamikleri etkileyen önemli bir unsur olduğu, bu unsurun iç yapısının kimi kesitlerde yarılmalara gebe olduğu gerçeği bu matematik yasa ile birlikte değerlendirilmelidir.”
Bundan ne mi anlamalıyız? Örneğin basitçe şunu: Hakkındaki “matematik yasa” ne olursa olsun, ordu belli kesitlerde müdahale, örtülü darbe ya da dosdoğru darbe yoluyla pekâlâ toplumun önünü açabilir, onun ileriye sıçrayışını kolaylaştırabilir. Neden olmasın, örneğin 27 Mayıs’ta bunu yaşamadık mı? Sonuçta “Türkiye’de gerici odakları, faşist hareketi budamaya dönük adımlar atan (bir) Asker Partisi”nden söz ediliyor bize. Bu nedenle deniliyor, “marksist uyanıklığı” elden bırakmamalı, ama uyanık olduğu kadar “yaratıcı” olmayı da bilmeliyiz. Yani? Yani ordudaki hareketlenmeyi dikkatle izlemeli ve başlattığı sürece müdahale etmesini bilmeliyiz. Açtığı yoldan kuşkusuz yürümeliyiz ama koyduğu sınırlarla da yetinmemeliyiz, geçip çok daha ötelere gitmesini bilmeliyiz. (SİP’i Perinçek’in bir adım solunda tutan o “devrimci amaçlarla” yararlanma farkı kendini işte burada gösteriyor).
Konu o günlerde SİP liderlerini biraz zorlamış gibi görünüyor. Bunu olur olmaz yinelenen “matematik yasa”nın elbette farkındayız beyanlarından olduğu kadar, yaşanan zorlanmaya özgün teorik açıklamalar getirmeye ve onları tarihsel referanslarla desteklemeye yönelik sıkıntılı çabalardan anlıyoruz. Asker Partisi Ne İstiyor? kitabının finalini oluşturan Kemal Okuyan imzalı metinde de bu yapılmaya çalışılıyor. Yazarın buna yönelik teorik muhakemesinin temelden çürük ve dayanak olarak gösterdiği hemen tüm tarihsel referansların da isabetsiz, dolayısıyla geçersiz olduğuna dair görüşümüzün altını peşinen çizelim.
Devletin yıllar boyunca bu denli aşırı tahkimatını, devlette çeteleşmenin vardığı şaşırtıcı boyutları rasyonel bulmayan yazar, ama sonuçta burjuvazinin “ön alma” telaşıyla buna yöneldiğini saptıyor: “Bunu daha önce başka yerlerde de vurguladım; Türkiye’de karşı devrim tarihte pek az örnekte görülebilecek bir biçimde, devrimi önceliyordu!..” (s.167)
Bu pek derin gözleme ilişkin olarak birkaç kısa hatırlatmayla yetiniyoruz. Kemal Okuyan 12 Eylül’e rağmen ve bu dönemin ardından, bu ülkede devrimde ısrar eden inatçı bir devrimci hareketin sürdüğünü ve örneğin 1995 gibi geç bir tarihte hala onbinlerce emekçiyi mücadele alanlarına taşıyabildiğini unutuyor. Bütün bu yılların işçi sınıfına ve emekçilere karşı sonu gelmez saldırılarla geçtiğini, birçok kazanımın bu dönemde gasp edildiğini, kapsamlı özelleştirme saldırılarının bu dönemde gündeme getirildiğini unutuyor. Daha da vahimi, Kürt halkının yaşadığı büyük ulusal uyanışı ve ‘90’lı ilk yıllarda sarsıcı boyutlara ulaşan ulusal özgürlük ve eşitlik mücadelesini unutuyor! Düzen ve devlet cephesinden neredeyse bütün bir ‘90’lı yılların Kürt halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesine karşı bir kirli savaş süreci olduğunu unutuyor! (SİP o sıralar bugünkü türden bir sosyal-şoven çizgide değildi henüz. Ama belli ki maya daha o zamandan taşınıyordu ve yeni dönemde sonuçlarına vardı).
Devletteki aşırı tahkimatın, çeteleşmenin, faşist ve dinsel gericiliğin hele de Kürdistan’da çok özel biçimde desteklenmesinin, bütün bunların Kürt sorunuyla bağını göremiyor koca SİP teorisyeni. Burjuvazinin tutumunun henüz ufukta görünmeyen (“en fazla ayak sesleri duyulan”!) bir devrime karşı anlamsız bir ön alma kaprisinden kaynaklandığını düşünüyor. Neyse ki diyecektir yazar, bu anlamsız yönelim 28 Şubat’la birlikte, yani düzen ordusunun inisiyatifi ele alması, böylece AsParti’nin siyasetin merkezine ve iktidar dümenine yerleşmesiyle geride kalıyor artık. Zira devlet ve düzen “restorasyon programı”nı gündeme alarak tüm karşı-devrimci aşırılıklarından arınma sürecine girmiştir. Acaba? Ya o sonu gelmeyen devrimci örgüt operasyonları, ya zindan katliamları, ya F Tipi hücreler? Ya Kürtlere karşı hız kesmeden süren o inkâr ve imha çizgisi? Ya sınıf ve kitle hareketini dizginlemek için sürmekte olan tüm çabalar? Ya özelleştirmeler, ya tensikatlar, ya mezarda emeklilik? Ya yalnızca üç yıl sonra (2001) Cumhuriyet tarihinin en büyük krizi olarak patlak verecek o devasa sorunlar birikimi? Ya bunu izleyecek “15 günde 15 yasa”! Ya Kemal Dervişler, ya İMF programları?
Daha ileride, ‘90’lı yıllarda sürecin akışından söz edilirken dile getirilen şu samimi itirafla karşılaşıyoruz: “Sermaye egemenliğinin kurumsal yapısında ciddi gediklerin açılacağı konusunda ısrarlı bir beklenti ve arayış içinde olan bizler...” (s.168). Politik mücadele eksenini düzen bünyesindeki çatlaklar üzerinden kuran reformist sol, yeri geldikçe üzerinde durduğumuz bir konu olageldi. Kemal Okuyan’ın partisinin düzen içi çatlaklara yönelik “ısrarlı beklenti ve arayışı”ndan bu denli rahat söz edebilmesi, bu reformist politika tarzının ne denli içselleştirildiğini göstermektedir. Aynı şekilde 28 Şubat’ın yarattığı girdaba neden bu denli hızlı ve hevesli daldıklarının da bir açıklamasını vermektedir.
Artık bizi buradaki konumuz bakımından ilgilendiren asıl meseleye geçebiliriz.
“Burjuva aktörler hep karşı-devrimci midir?” (s.169) Bu soru aynı zamanda yazıda bir ara başlık. Bir devrimcinin ilk anda bu da nereden icap etti tepkisiyle karşılayacağı bir tuhaf soru bu. Ama bizler sorudan muradın ne olduğunu artık biliyor olmalıyız. Sorun tam da düzen ordusu! Yeniden hatırlayalım: “Türkiye’de gerici odakları, faşist hareketi budamaya dönük adımlar atan (bir) Asker Partisi” vardı. AsParti tarafından uygulanan “restorasyon programının hedef listesi solun tezlerini fazlasıyla doğruluyor”, daha da ötesi ona “meşruluk kazandırıyor”du. Böylece “toplum bir yeniden yapılanma gündemi ile kaçınılmaz biçimde yüzünü sola dönüyor”du.
Tüm bunları AsParti, yani sermaye düzeninin o vurucu gücü olarak bildiğimiz ordu yapıyordu. Peki ama burada bir terslik yok muydu? Bunun o “egemen sınıfın baskı aracı” türünden beylik marksist ezberle, ya da “matematik yasa” ile bağdaştırılması nasıl olacaktı? Kemal Okuyan ara başlıktan sorduğu soruyla, bize tam da bunun yanıtını vermeye hazırlanıyor: “Bu soru sanıyorum restorasyon sürecinin algılanması açısından en fazla üzerinde durulması gereken sorudur.”
Kuşkusuz ve boşuna değil! Sıkıntı kendini daha metnin ana başlığı üzerinden dışa vuruyor: “Restorasyon soruları üzerinden MARKSİZM ve GÜNCEL siyaset.” Burada “Marksizm” üzerinden “güncel” olanı anlama ihtiyacına bir vurgu var. Ama biz bunu oportünist bir güncel politikaya Marksizm kılıfı giydirmek niyet ve çabası olarak da anlayabiliriz. Marksist literatürü az çok bilen bir okurun “ne alakası var?” tepkisiyle karşılayacağı tümüyle belirsiz ve muğlak Marks ve Lenin referanslarını, ardından “bu titizlik devam etmelidir” altın öğüdü izliyor. Yazar okuru bazı sıkıntılı konularda temin ettikten sonra, kendi öğüdüne uyarak devam etmesi gereken “titizliği” örneklemeye geçiyor:
“Etmelidir, çünkü karşı devrimci konumlanış genel anlamda ‘gericilik’ten farklı bir şeydir ve kestirme saptamalarla burjuva siyasetinin her daim karşı devrimci bir konumlanış içerisinde olduğunu ileri sürmek, marksistlerin devrim teorisine ilişkin şimdiye kadar geliştirdikleri bütün kazanımları reddetmelerinden başka sonuç vermeyecektir.”
Pek derin havalarda ama içi bomboş laflar bunlar. Bütün bu oportünist kıvranmanın anlamsız kıvrımlarıyla uğraşmak yerine, yazarın ne demeye çalıştığını özetlemek yoluna gitmek en doğrusu: Sermaye düzeni cephesi siyasal güç, yapı ve kurumlarıyla bir bütün olarak ve genel anlamda “gerici”dir. Ama bu hiç de tümünün her zaman aynı zamanda “karşı-devrimci” oldukları anlamına gelmez. Bu iki farklı şeyi ayırt etmek için iki kıstas vardır. “Kesin kalıplar içerisine sokmadan, incelemeye aldığımız aktörün (somutta düzen ordusunun!) ‘devrim’ cephesine karşı mücadelede tercih ettiği tarza bakmak, ilk kıstasımız olacaktır.” Kritik nokta bu tarzın kendi meşruiyet alanına uyup uymadığıdır. Örneğin devlet ya da ordu güdümlü çeteler, uyguladıkları “tarz”la yasa dışı ve gayrı meşru, dolayısıyla da yalnızca “gerici” değil aynı zamanda “karşı-devrimci”dirler. Oysa ordu (elbette polis de!) yasalarca tanımlanmış meşru sınırlar içinde hareket ettiği sürece, genel olarak “gerici” cephe içinde sayılsa da, “karşı-devrimci” olarak tanımlanamaz.
“Ve bununla bağlantılı olarak ikinci kıstas devreye girmektedir”: Sözkonusu güç ya da düzen “aktör”ü, “burjuvazinin kendi kurumsallığı içerisinde meşruiyet alanının” güçlenmesine mi, yoksa keyfiliğin ve kuralsızlığın başını alıp gitmesine mi hizmet etmektedir. (s.170-71)
Tahmin edilebileceği gibi 28 Şubat’ta generaller bu iki kıstasa dayalı sınavdan geçer not almaktadırlar. Dolayısıyla “karşı-devrimci” değildirler! Dolayısıyla niyetleri bu olmazsa da pekala devrime bile hizmet eden politika ve uygulamalara girişebilirler. Nitekim gündeme getirdikleri “restorasyon programı” buna hizmet etmektedir (Gelenek’in Notu’nda söylenenleri hatırlayalım!). Onlara teslim olmamalı, ama oynadıkları olumlu rolü görmesini de bilebilmeliyiz.
Kemal Okuyan kusura bakmasın ama bu teori değil yalnızca hokkabazlık, basitçe bir laf cambazlığıdır. Verilen tarihi örnekler bile durumun ne denli acınası olduğunu sergilemeye yeterlidir. Örnek olarak Almanya’dan ve 1919 ile 1933 dönüm noktaları üzerinden sosyal-demokratlardan, Rusya’dan Ekim’den önce ve sonra Menşeviklerden söz edilmektedir. Oysa sermaye düzeni ve devletinin asli güç, yapı ve kurumlarından söz ediliyordu bize. O halde tarihsel örnekler neden yalnızca “ara sınıf”a denk düşen siyasal aktörler üzerinden veriliyor? Bu kaba kurnazlık bile girişilen umutsuz çabanın boşunalığını göstermeye yeterlidir. (Daha sonra başka örneklerini de göreceğiz; Kemal Okuyan kullandığı tarihi referanslarda bu türden çarpıtmaları hep yapıyor.)
Soruyor SİP’in o günkü teorisyeni ve bugünkü genel sekreteri: “Peki bütün bunların restorasyon sürecimizle ne gibi bir ilgisi var.” Yanıtlıyor: Bir süre öncesine kadar “bütün burjuva aktörlerin açık bir karşı-devrimci konumlanış içerisinde olduklarını” söylüyorduk. Oysa 28 Şubat’tan beri artık bu durum köklü bir biçimde değişmiştir. Zira burjuva egemenliği bu gereksiz aşırılığı, bu devasa şişkinliği, bu “karşı-devrimci yoğunluğu”, bu “karşı-devrimci yığınağı” artık taşıyamazdı. “İşte restorasyon sürecini teorik açıdan izah ederken üzerinde duracağımız en önemli olgulardan birisi budur.” Zira restorasyon tam da bu gereksiz yüklerin atılması amaç ve hedefiyle gündeme gelmiştir. Bunun baş aktörü de artık “karşı-devrimci” olmaktan çıkmış bulunan AsParti’den başkası değildir. (s.171-72)
Burada durabilir ve böylece bırakabiliriz. Geriye kalanını “Gelenek’in Notu” üzerinden zaten görmüş bulunuyoruz. Ya da daha fazlasını Kemal Okuyan’ın bir başka önemli yazısı üzerinden görmeye devam edebiliriz.
“Toprağımızın egemenlerinin nesi eksik?”
Bugünkü genel sekreterin “TKP Açılımı”nın üçüncü ayında ve 28 Şubat’ın beşinci yılında kaleme alınmış yazısı var önümüzde: “TKP’nin Mücadele Ettiği Toprak” (Gelenek, Sayı: 71, Şubat 2002). Ana ekseni, 28 Şubat’ın ürünü olarak gerçekleşen “restorasyon” ile “TKP Açılımı” arasındaki organik ilişki olduğuna göre, bu gerçekten bir beşinci yıl yazısı olmalı.
Yazının “toprakların bereketi” ve SİP’in bunu değerlendirmedeki yaratıcı başarısından dem vuran başlangıç tiradını geçiyoruz. Ardından söz “mücadele edilen toprağın bugünkü baskın özelliklerine” geliyor ve bu çerçevede “her şeyden önce Türkiye burjuvazisinin sistemi restore etmeye dönük çabalarına değinmek” ihtiyacına bağlanıyor.
SİP’in söyleminde “Türkiye burjuvazisinin sistemi restore etmeye dönük çabaları”nın 28 Şubat süreci ve hedefleri anlamına geldiğini artık biliyoruz. Nitekim hemen devamındaki satırlardan okuyoruz da:
“İşte bu bağlamda, 1990’ların ortalarından itibaren sermaye sınıfı, emperyalist merkezlerin destek ve bazı başlıklardaki yönlendirmesiyle, Türkiye toprağını kendisi açısından daha güvenilir kılmaya dönük bir operasyon başlatmıştır.
“Bu operasyonun daha önce sayısız kez ele aldığımız kritik başlıklarına burada değinmek istemiyorum. üzerinde durmamız gereken restorasyon sürecinin sonuçlarıdır.”
Ama yazar dosdoğru bu sonuçlara geçmek yerine, önce sola yeni bir ders vermek ihtiyacı duyuyor: Sözünü kesmeden, dolayısıyla anlatım bütünlüğünü bozmadan dinleyelim:
“Gelişmelere kulaklarını ve gözlerini tıkayanların tarzı gerçekten ilginçtir. Onlara göre Türkiye’de sermaye egemenliği açısından hiçbir şey değişmez, sorunlar, çelişkiler ve sermaye iktidarının öncelikleri büyük ölçüde aynı kalır. Solda bu türden bir kayıtsızlığı besleyen bir dizi faktör vardır. şablonculukla başlayabilir, teorik kısırlık, tembellik ve dar grupçulukla devam edebiliriz. Belki kimi psikolojik sıkıntılardan da söz etmek gerekebilir; yeni koşulların ortaya çıkaracağı yeni dertlerle yüzleşmekten korkmak gibi...”
Solun öteki kesimlerini paylayan ve dahası aşağılayan bu kibirli söyleme neden ihtiyaç duyuluyor olabilir? Yanıt için hemen devamına bakmak en iyisi:
“Tüm bunların ortak çıktısı olan siyasi saplantı ise şudur: Türkiye’de burjuva demokrasisi asla söz konusu olamaz.” (Vurgu yazarın!)
Sorun anlaşılmış olmalıdır. SİP’in “TKP Açılımı”nı sorun eden, Türkiye gibi bir ülkede ve üstelik “komünist partisi” yasağı sürüyorken, böyle bir açılımı neye borçlusunuz diye soranlara verilmeye çalışılan bir yanıtla yüz yüzeyiz:
“1990’ların ortalarından itibaren sermaye sınıfı, emperyalist merkezlerin destek ve bazı başlıklardaki yönlendirmesiyle, Türkiye toprağını kendisi açısından daha güvenilir kılmaya dönük bir operasyon başlatmıştır” ve eksikli yönleri bulunsa da bu süreç burjuva demokrasisine doğru evrilmiş, belki hatta onunla taçlanmıştır. Bu toprakların bereketini ve dolayısıyla olanaklarını her zaman derinden sezen SİP, bu gelişmeyi de zamanında görmüş, oluşan yeni zemini değerlendirmesini bilmiş, böylece doğan olanakları kullanmasını bilerek süreci TKP Açılımı ile taçlandırmıştır.
“Türkiye’de burjuva demokrasisi asla söz konusu olamaz” diye düşünenlerin anlayamadığı da budur. Bunu anlayamayan dar ve kısır kafalıların o “pek devrimci sanılan saplantı(ları)nın altından çıkacak şey de bellidir: Burjuva demokrasisine öykünmek.” (Vurgu yazarın). Türkiye’de 28 Şubat’la girilen “restorasyon” sürecini, bunun ürünü olarak yerleşmekte olan burjuva demokrasisini görmezden gelenler, gerçekte onu abartıp program düzeyine çıkaranlardır. Pek devrimci görünüp burjuva demokrasisine tapınanlardır. Oysa Gelenek’te çıkan “sayısız yazı”dan da bilenebileceği gibi, SİP, “burjuva demokrasisinin gerçek anlamı, onun bir burjuva diktatörlüğü olduğu, faşizm ya da başka devlet biçimlerinden keskin sınırlarla ayrılamayacağı konusunda” hep açık bir düşünceye sahip olageldi. Dolayısıyla 28 Şubat’ın önünü açtığı “restorasyon süreci”yle burjuva demokrasisine ulaştık diye bizim için herşey bitmiş değil, tersine yeni başlıyor. “TKP Açılımı”mız tam da bunun içindir. Topraklarımız fazlasıyla bereketlidir ve bunun bilincinde olan partimiz “geleceğe umut ve güvenle bakmaktadır”!
Alay ediyor ya da abartıyor değiliz; tüm söylemi ve mantığı üzerinden yazının ana fikrini özetliyoruz. Bu kadarı bile aslında SİP’in generallerin 28 Şubat müdahalesine nasıl baktığını, ondan ne sonuçlar çıkardığını ve çıkardığı bu sonuçları “TKP Açılımı”yla nasıl ilişkilendirdiğini göstermeye yeterli olmalıdır. Ama konuya devam etmek ve bu düşünüş tarzının inkâr edilemez tablosunu tam olarak ortaya koymak zorundayız. Bu, 28 Şubat’ın dümen suyunda nasıl yol alındığını ve böylece güvenli limana nasıl varıldığını görmek ve göstermek bakımından ayrıca özel bir önem taşımaktadır.
Bıraktığımız yerden yazı çok önemli bir tespitle sürüyor. Genel Sekreteri, yine sözünü kesmeden dinleyelim:
“Hemen her ülkede kapitalistler sömürü çarkının daha az şiddet kullanılarak dönmesi, artı-değer makinesinin mümkün olduğunca piyasanın gücüne yaslanmasını ister. Zaten kapitalizmin doğasında böylesi bir ekonomik tahakküm ve özgürlük anlayışı vardır.
“Toprağımızın egemenlerinin nesi eksik? Onlar da ellerinden geldiğince daha huzurlu bir ortamda kâr etmek istiyorlar!”
Sömürü çarkının daha az şiddet kullanılarak dönmesi ve ellerinden geldiğince daha huzurlu bir ortamda sömürünün sürmesi arzusu... Yani burjuva demokrasisi özlem ve hedefi! Bazı başlıklarda emperyalistlerin özendirmesi olsa bile (AB reformları!), bu özlem ve hedefin öznesi “toprağımızın egemenleri”dir. Sahi onların “nesi eksik” ki?
Yeterince açık sözlü, aynı ölçüde cüretli sözler ve tespitler bunlar. Ama işte bu söz ve tespitlerin tam 18 yıl sonrasındayız. Bunun yeterli bir sınama dönemi olduğundan herhâlde kuşku duyulamaz? Peki sonuç ne?
Yanıtlamadan önce, bu durum tespitinden çıkan stratejik yöne ve yönelime ilişkin söylenenleri de aktaralım ki, düşünüş tablosu tamamlanmış olsun:
“Bu ‘arzu’yu yok sayarak strateji belirleyemezsiniz. İç ve dış dinamiklerin bu türden bir ‘arzu’yu tamamen boğduğunu ve boğmaya devam edeceğini peşinen söyleyerek yön tayin edemezsiniz.”
SİP’in şehirli orta sınıf mensubu şefleri, tam da sınıflarına özgü o kibirli tonla işte bunları söylüyorlar. Türkiye’nin burjuvazisi burjuva demokrasisi yönelimi ve pratiği içinde! Bunu görüp anlayamayanlar yönlerini ve yollarını bulamazlarmış! SİP bunu zamanında ve derinden anladığı içindir ki, tam zamanında “TKP Açılımı”nı gündeme almış ve böylece tarihi yeni bir yönelim içine girmiştir.
Evet, yineliyoruz, yüksek perdeden savrulan bu afra tafralardan bu yana neredeyse yirmi yıl geçti! Peki sonuç? Bugünün Türkiye’sinde gördüğümüz nedir? Soruyu sormak bile yeterlidir.
SİP-TKP için tek çıkış yolu var: Türk burjuvazisinin istediği gerçekten “Avrupa’daki türden” burjuva demokrasisine benzeyen bir şeydi. Restorasyonun hedefi ve pratik yönelimi de tam olarak buydu. Nitekim TÜSİAD, ortada daha 28 Şubat bile yokken (bir ay önceden!), bunu bir “demokratikleşme programı”yla ilan da etmişti. Ama batılı emperyalistler ile birlikte Türk burjuvazisinin on yılı aşkın bir süre bir blok halinde desteklediği dinci AKP, sonunda ona ihanet etti. Türk burjuvazisinin “arzu”larını ortada bırakarak bugünkü hesapta olmayan durumu yarattı. Terslik burjuvazide, onun düzeninde ya da demokratikleşmeye yönelen Cumhuriyet’inde değil, fakat AKP çatısı altında birleşmiş dinsel gericiliğin burjuvaziye (ve Cumhuriyete!) ihanetindedir...
Yine de tartışmasız bir olguyla karşı karşıyayız: SİP’in umduğu demokrasi gerçekleşmemiş olsa da “TKP Açlımı” gerçekleşmiştir. “Ayıplı” rejime incir yaprağı olarak!
***
Tarihsel TKP’ye dönmeden önce SİP-TKP’ye son bir bölüm daha ayırmak zorundayız...
Ek metin 1:
Reformizmin gerici hayalleri
Burada ek olarak sunduğumuz metin, Susurluk kazasını izleyen ikinci ayda, TKİP Merkez Yayın Organı Ekim’de, Güncel Gelişmeler ve Devrimci Görevler ortak başlığı altında ve onbeşer gün arayla yayınlanan dört bölümlük değerlendirmenin ikincisinin ilk ara başlığıdır. Değerlendirme kaleme alındığında hala da 28 Şubat yoktur (birbuçuk ay sonra gündeme gelecekti). Burada sunduğumuz bu parçanın son iki paragrafındaki değerlendirmeye okurların dikkatini özellikle çekmek istiyoruz. SİP de içinde tüm reformistlerin devletin çetelerden arınmasını ve demokratik devlete geçişi beklediği, bu umutla da egemen sınıfı ya da düzen kurumlarını arkaladığı bir sırada, TKİP, “İktisadi ve sosyal açmazlar içinde kıvranan sermaye düzeninin ‘demokratikleşme’ türünden siyasal reformlara değil, yalnızca bazı manevra ve rötuşlarla elde edilmiş bir imaj yenilenmesine ihtiyacı var” diyorlardı... Üç yıl sonra Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en büyük iktisadi yıkımıyla karşı karşıya kaldı. Yirmiüç yıl sonra bugün devletin ve siyasal düzenin tablosu gözler önündedir...
Bu tabloyu ve onu yirmiüç yıl önce öngörebilen buradaki değerlendirmeleri, 2002’de hala “Toprağımızın egemenlerinin neyi eksik?” diyebilen SİP liderlerinin liberal hayalleri ile karşılaştırınız...
***
Susurluk kazası, devletin kendi kanunlarını bile hiçe sayarak halka karşı sistematik suç işleyen bir cinayet şebekesi olduğunu gözler önüne serdi. Aynı şekilde, uyuşturucudan kumara kadar her türlü kirli ve karanlık işin gerisinde devletin zirvesindeki odakların bulunduğu ortaya çıktı. Sonuç TC devletinin mafyalaşmış bir kontr-gerilla aygıtı olduğu devrimci iddiasının doğrulanması oldu. Bu yalnızca halk kitlelerinin devlete duydukları saf güvene önemli bir darbe vurmakla kalmadı, Türk devletinin uluslararası imajı da çok ağır bir darbe aldı. Bu nedenledir ki, şimdi cumhurbaşkanından parlamento muhalefetine, TÜSİAD’dan sermaye medyasına kadar, tüm düzen kuvvetleri “devleti kurtarma” seferberliği içinde. “Devleti kurtarmak”; açığa çıkan suçları devlete sızmış bazı çetelerin işi olarak göstermek, böylece devleti temize çıkarmak, çetelerin tasfiyesi adı altında bazı kişi ve çevreleri harcayarak devletin imajını yenilemek anlamına geliyor.
Düzen cephesi bunda başarılı olabilecek midir? Bu sorunun yanıtı devrimci siyasal mücadelenin seyrinde ve sonuçlarında saklıdır. Devrimci inisiyatif kadar, bu inisiyatifi devrimci bir perspektif çerçevesinde göstermek de burada tayin edici önemdedir. Bu ise, devletteki çeteleşme ile bir bütün olarak burjuva siyasal yaşamdaki çürüme ve kokuşmuşluğun iktisadi temelini ve sınıfsal dayanağını bütün açıklığı ile gözler önüne sermeyi ve emekçi kitlelerin tepkilerini bunu gözeten bir devrimci çizgide yönlendirmeyi gerektirir.
Bu sorun göründüğü kadar basit değildir. Bugün başta İP, ÖDP ve HADEP olmak üzere tüm reformist çevreler (kimisi açıkça, kimisi daha utangaç ve örtülü olarak), mevcut çürüme ve kokuşmayı egemen sınıfın şu veya bu kesimi ile, onların bir dönem için baskın çıkan politikaları ile ilişkilendirmek çabası içindedirler. İP, açıkça, “sanayici” ve “iç piyasacı” diye nitelediği büyük sermaye çevrelerinin bugün “iktidarın kenarına doğru itildiklerini”, dizginlerin uluslararası tekellerle kader birliği etmiş ve ekonominin mafyalaşmış kesimlerine dayanan bazı güçlerin elinde bulunduğunu ve dış politikada mevcut durumun sorumlusunun da yine bunlar olduğunu söylemektedir. Devletteki çeteleşme ve kokuşmayı Kürt sorunu ekseninde açıklamaya çalışanlar ise (HADEP, ÖDP vb.), aynı şeyi kirli savaş yanlıları ile sermayenin ve devletin “savaş rantından beslenen” kesimleri olarak ifade etmektedirler.
Bu yaklaşımlar sol adına düzen politikalarına kurulmuş köprülerdir. Bu yaklaşımlardan çıkan siyasal sonuç, egemen sınıfın şu veya bu kesimleriyle politik işbirliği ya da uzlaşma içinde “demokratikleşme” çizgisidir. Bu çerçevede bugün “demokratik devlet” tüm reformist sol kesimlerin ortak şiarıdır. Reformist akımların bugünkü kitle hareketi içindeki belirgin ağırlığı ile bazı devrimci akımların reformist çevrelerle birlik eksenine dayalı politikaları gözetildiğinde, bu gerici oportünist tutumun devrimci siyasal mücadelenin seyri için yarattığı büyük tehlike de açıkça görülür. Bu politik yaklaşım ve tutumlar, bugün içinden geçmekte olduğumuz dönemde düzene soldan verilmiş destek anlamına gelmektedir. Eğer bu çizgideki reformist akımlar kitle hareketi üzerindeki bugünkü ağırlık ve denetimlerini korumayı başarırlarsa, burjuvazi de bu sayede kitlelerin çeteleşmeye ve kokuşmaya karşı tepkilerini ehlileştirerek savuşturmayı başarabilecektir. Dahası bunu devletin imajını tazeleme operasyonlarına bir dolgu malzemesi olarak kullanma olanağı bile bulabilecektir.
Güncel durumda sorunu “demokratikleşme” ya da egemen sınıfı “demokratik açılım”a zorlama olarak koymak, üstelik bu hedefe egemen sınıfın bazı kesimleri ile, onların politik temsilcileri ile işbirliği içinde varmayı ummak, gerici reformist hayallerin bir ifadesi olabilir ancak.
2. Cumhuriyet tartışmaları ve eski TÜSİAD başkanı liderliğindeki Yeni Demokrasi Hareketi bu hayallerin bizzat tekelci burjuvazi eliyle topluma pompalanmaya çalışıldığının kanıtları olmuşlardı. Bugün de sermaye medyası sorunu siyasal rejimdeki bazı çürüme alanları olarak sunmakta, bunu iktisadi zemininden ve sınıfsal dayanağından özenle soyutlamaktadır. Dahası büyük bir sahtekarlıkla, büyük sermaye çevrelerinin de durumdan rahatsız oldukları ve son gelişmeleri demokratik açılımların bir vesilesi haline getirmek istedikleri izlenimini yaratmaya çalışmaktadır.
Oysa, bugünkü siyasal çürümenin kaynağı 24 Ocak Kararları’yla birlikte büyük ölçüde ranta dayalı bir karakter kazanan ve ‘90’lı yıllara dönülürken mafyalaşan tekelci sermayenin kendisidir. En büyük tekellerin kârlarının yarısından fazlasını rant gelirleriyle elde etmeleri, zamlara ve enflasyona dayalı politikalarla halkın kanını emmeleri, bu asalak konum ve kimlik, siyasal kokuşmanın ve devletteki çeteleşmenin iktisadi-sosyal kaynağı ve dayanağıdır.
Yalnızca egemen sınıfın bugüne kadarki ihtiyaçları değil, bundan sonraki iktisadi ve sosyal politikaları da Susurluk’ta açığa çıkan türden bir devlet gerektirmektedir. Bugünkü şiddet aygıtı, bugünkü kurumsal yapı, gevşetilmek ya da zayıflatılmak bir yana, yeni kurumsal ve yasal adımlarla takviye edilmedikçe, egemen sınıf, ihtiyacı olan iktisadi politika ve önlemleri sürdüremez. Kapitalist ekonominin döne döne ürettiği ağır faturaları işçi sınıfına ve halka ödeten tekelci burjuvazinin gündemdeki temel politikalarından biri olan özelleştirme saldırısının işçi sınıfı ve emekçiler için çıkardığı ve çıkaracağı iktisadi ve sosyal faturayı hatırlatmak bile bunun için yeterlidir.
İktisadi ve sosyal açmazlar içinde kıvranan sermaye düzeninin “demokratikleşme” türünden siyasal reformlara değil, yalnızca bazı manevra ve rötuşlarla elde edilmiş bir imaj yenilenmesine ihtiyacı var.
(Güncel Gelişmeler ve Devrimci Görevler, Ekim, Sayı:161, 15 Ocak ‘97)
Ek metin 2:
Çatlaklardaki sol!
(Parça)
Siyasal sürecin seyri içindeki her ciddi bunalım, solda gerçek konum ve kimliklerin daha net bir biçimde ortaya çıkmasına vesile oluşturur. Toplamında 28 Şubat’tan bu yana bir rejim bunalımı olarak yaşanan çatışma süreci boyunca ve özel olarak da onun her bir özel safhası vesilesiyle, reformist akımlar şahsında bu somut olarak görülebilmektedir.
Komünistler reformist solun bağımsız bir siyasal çizgi ve programdan yoksun olduğunu, tüm söylemlerine rağmen düzen zemininde ve düzen içi çatlaklarda politika yapmaktan öteye gidemediğini birçok vesileyle vurgulaya geldiler. ‘60’lı yıllarla birlikte yeni bir düzeyde kendini bulan geleneksel sol hareketin temel programatik temaları, siyasal demokrasi ve milli bağımsızlık idi. ‘70’li yıllarda devrim hedefine dayalı bir programın iki temel öğesini oluşturan bu sorunlardan her biri, 12 Eylül’ün yarattığı tasfiyeci yıkımın ardından düzen icazetine kapılanmış reformist akımların kimliğini belirleyen ana tema haline geldi. Kimileri için bu siyasal demokrasi, öteki birileri içinse milli bağımsızlık idi.
Devrimi terketmek, düzen icazetine kapılanmak, bağımsız bir politik çizgi izlemek olanağını da yitirmek demektir. Zira devrim ve iktidar perspektifinin yitirildiği bir durumda bağımsız bir politik çizgi izlemek olanağı kalmaz. Geriye düzen çatlaklarında politika yapmak, benimsenen ana politik temaya göre şu veya bu düzen gücünün dümen suyunda hareket etmek kalır.
28 Şubat’ın belirgin hale getirdiği düzen içi çatlaklar, reformist solun yeni tablosuna da yeni açıklıklar getirdi. Siyasal demokrasiyi ağırlıklı bir kimlik olarak benimseyenler, AB sürecinin de beslediği burjuva liberal umutlarla, sözde demokrasi mücadelesi uğruna emperyalizmin ve tekelci buıjuvazinin yedeğinde hareket eder hale geldiler. Bunun tipik temsilcileri liberal Kürt hareketi ile birlikte ÖDP oldu. Milli bağımsızlık kaygısını öne alanlar ise, 28 Şubat’la birlikte bunu “gericiliğe karşı laiklik savunusu” söylemi ile de birleştirerek, emperyalist küreselleşmenin yıkıcı etkilerinden rahatsız burjuva kesimler ile düzen ordusunun yedeğinde politika yapar hale geldiler. Düzen ordusunun Kürt sorunu ve Kıbrıs sorunu gibi geleneksel “milli davalar”da emperyalizm ile yaşadığı uyumsuzluklar, böylelerine ulusal bağımsızlık savunusu, sınırlarını aşmış dinsel gericiliğe karşı terbiye operasyonu ise laikliğin ve çağdaş değerlerin savunusu olarak görünebildi. Zamanla kaçınılmaz bir biçimde belirgin bir sosyal-şoven nitelik kazanan bu burjuva kuyrukçu çizginin tipik temsilcisi ise majestelerinin komünist partisi olarak TKP oldu.
(...)
Tüm kesimleriyle burjuva gericiliğini ve tüm kurumlarıyla burjuva sınıf devletini hedef alan ve bunu kurulu düzenin emperyalist dayanaklanna karşı mücadeleyle birleştiren çizgi, bugünün Türkiye’sinde devrimciliğin olmazsa olmaz koşuludur. Bu stratejik koşul olmaksızın ideolojik-politik bağımsızlık korunamaz ve herhangi bir devrimci taktik izleme olanağı da kalmaz.
(Düzen İçi Dalaşma ve Devrimci Sınıf Çizgisi, Kızıl Bayrak, 11 Temmuz 2008)
(Parti Değerlendirmeleri 3, s.171-72)
(www.tkip.org)