Küçük-burjuva milliyetçiliğinin yolunu düzlemek!
TKP programı, “Bu çözülme ve tasfiye sürecinin karşısına anti-emperyalist bir emekçi yurtseverliğiyle dikilmeksizin Türkiye işçi sınıfının herhangi bir başka mücadele gündeminde ileri adım atması mümkün değildir”1 tespitini yapıyor. Keza, küçük-burjuvazinin devrimci kanadı da, çözülme ve tasfiye sürecinden hareketle değil ancak bir anti-emperyalist bilinç ile birlikte “vatan” vurgusunu ön plana çıkartıyor. Bu iki tanımlamanın vardığı yer ise özünde aynı. Ekonomik özünden kopartılmış, daha çok emperyalist devletlerle siyasal ilişkilerde daha onurlu bir duruşu temsil eden bir “bağımsızlık” algısı.
Bugünün Türkiye’sinde büyük burjuvaziden böyle bir şey beklenemeyeceğine göre, geriye küçük-burjuvazi ile orta burjuvazinin sınırlı kesimleri kalıyor. Devrimci küçük-burjuvazi bu açıdan samimi de. O zaten işçi sınıfını halkın bir kesimi olarak ele alıyor ve kendisi de o geniş halk tanımlaması içerisinde bir siyasi konumlanışa sahip.
Peki, “Türkiye devrimi sosyalist karakter taşıyacak” diyen, işçi sınıfı iktidarını tek çözüm yolu olarak gösteren yazarımız ve geleneği için, “işçi sınıfının iktidara yükselmesi anlamında sosyalist devrimimizin üzerinde ilerleyeceği ana toplumsal kanal emperyalizme karşı mücadele, sosyalist devrimin önde gelen ideolojik temalarından biri de yurtseverlik ve bağımsızlıkçılık olacaktır”2 demek, onları bu basit gerçekten kurtarmak için yeterli oluyor mu?
Biz olmadığını biliyoruz. Dünün devrim deneyimleri kadar bugünün Latin Amerika’sının anti-ABD’ci bağımsız ülkeleri de, Marksizm’in penceresinden bakıldığında, öyle olmadığını gösteriyor. Hatırlayalım, Marx ve Engels, Paris Komünü’nün ardından, proletaryanın “her gerçek halk devrimi”nde burjuvaziden devraldığı devlet aygıtını paramparça etme, yerine yeni tipte bir işçi devleti inşa etme sorumluluğu ile karşı karşıya olduğunu söylüyordu. Tam da bu yüzden, bugün, ne Venezuela ne de bir başkası, ne sosyalist ne de bağımsız bir ülke değil. Sadece ekonomik bağımsızlık açısından değil, aynı zamanda siyasal bağımsızlık açısından da. Örneğin Venezuela’da, kuşkusuz Türkiye’de olduğu gibi siyasal iktidara doğrudan direktifler vererek değil, ancak tam da burjuvazinin eski devlet aygıtı parçalanamadığı için ezilmeyen-ezilemeyen burjuvazinin eli ile ABD, Venezuela’nın iç işleyişine müdahale edebilmenin koşullarını yaratmaya çalışıyor, yaratabiliyor. Hem de Chavez iktidarının, diğer Latin Amerika ülkelerinin aksine, halkın geniş kesimlerinin etkin sokak gücü ile kurulmuş olmasına rağmen. Lenin, tam da bu yüzden ve yine Paris Komünü üzerine yazarken, “Bu iki çelişik amacın -yurtseverlik ve sosyalizm- bir araya gelmesi, Fransız sosyalistlerinin ölümcül yanılgısını oluşturdu. (...) Ulusal aşağılanmanın sorumluluğunu burjuvazi taşısın! Proletaryanın işi, sosyalizm aracılığıyla emeği burjuvazi boyunduruğundan kurtarmak için savaşım vermektir”3 demiyor muydu?
Elbette buradaki vurgumuz anti-emperyalist mücadeleyi küçümsemek için değil. Fakat kapitalist ilişkilerin egemen hale gelmiş bulunduğu bir ülkede, anti-emperyalist mücadele anti-kapitalist içeriğinden bağımsız ele alınamaz. Anti-emperyalizmi sözde proleter bir yurtseverlik sosuna bulamak, ara sınıfların siyasal sınıf ufkunu işçi sınıfına taşımak, onu bu yoldan burjuva ara katmanların eklentisi haline getirmek, böylece son tahlilde gerisin geri kurulu burjuva sınıf düzenine bağlamak demektir.
Cepheleşme çağrısı ne anlama geliyor?
Her ne kadar proleter sosu ile yoğrulsa da, yurtseverliğin aslında küçük burjuva milliyetçiliğine dayalı bir ara sınıf konumu olduğu yeterince açıktır. Peki, bu konumun pratik-politik sonuçları nasıl şekilleniyor? Bu açıdan, yazarımızın geleneğinin cepheleşme politikasını ve çağrısını ele almakta fayda var.
Cepheleşme politikası, TKP tarafından Haziran günlerinin çok öncesinde piyasaya sürülmüştü. İlk etapta Yurtsever Cephe üzerinde kendi örgütsel zemininde denemesini yaptığı bu adımı, daha sonrasında genelleştirilmiş bir politika haline getiren TKP, MK üyesi yazarımızın röportajı ile yaptığı gerekçelendirmede şunları söylüyordu: “Karşımızda bir Türkiye tablosu oluştu. Bu tabloya kafa tutacak, ona direnecek, nihayetinde onu değiştirebilecek toplumsal kaynaklar da var Türkiye’de. Önemli olan bu toplumsal kaynakları bir güç haline getirip, harekete geçirmek.”
Böylece, bugüne kadar hemen her kesim tarafından yapılan kitlesel birleşik mücadele ihtiyacına bir vurgu da yazarımız cephesinden eklenmiş oluyordu.
Muhtemeldir ki, Haziran günleri, bu politikanın ne kadar doğru ve yerinde bir politika olduğu konusunda yazarımızın içini ferahlatmış, onun bu politikaya daha büyük bir şevkle sarılmasını sağlamıştır. İki yıldır tamamlayamadığı kitabını tam da Haziran günlerinin ardından hızla tamamlamasının ve kapağında elinde ay yıldızlı bayrakla poz veren bir TKP’linin fotoğrafı ile birlikte piyasaya sürmesinin daha açıklayıcı başka bir nedeni olmasa gerek. Ancak Haziran günleri ile gözleri kamaşan, onu kendi söylediklerinin bir doğrulaması sayanın tek başına yazarımız olmadığını daha önce söylemiştik. Yazarımız ile aynı sınıfsal kökenden beslenen kimileri de aynı Haziran günlerini kendi sınıf teorilerinin bir doğrulanması olarak görüyor, kendi tasfiyeci ideolojilerine dayanak noktası haline getirmeye çalışıyorlar.
Yazarımız ise benzer bir tutumu bir başka cepheden sergiliyor. Haziran günleri ile kendisini açık bir şekilde hissettiren laik duyarlılık, onun burjuva aydınlanmacı kimliğini pekiştirmekle kalmıyor, aynı zamanda, bu laik duyarlılığın temel bir toplumsal dayanağı olan Kemalist çizgi ile bütünleşme arayışına yöneltiyor.
Elbette bu açıdan söylenecek çok söz var. Ancak biz cepheleşme politikası üzerinden devam edelim. Bildiğimiz kadarıyla, cepheleşme çağrısının politik içeriğine ilişkin şu ana kadar kamuoyuna deklare edilmiş herhangi bir metin yok. Her ne kadar “sosyalizmin merkezde durduğu bir cephe” ihtiyacı olarak vurgulansa da, yazarımız tarafından aynı röportajda dile getirildiği biçimiyle bunun bir solda birlik çağrısı olmaması, kamuoyuna yapılmış bir çağrı olması nedeni ile işin bu kısmını anlamak kısmen mümkün. Ortada, cepheleşme çağrısının çerçevesine ve ilkelerine ilişkin bir metin olmadığına göre, bize bu çağrının somut muhatapları üzerinden yorum yapmak kalıyor. Zira her ne kadar cepheleşme çağrısı, protokoler bir çağrı değil kamuoyuna yapılmış bir çağrı olsa da, yazarımız aynı röportajında daha öncesinden de belli bir hukuklarının bulunduğu Halkevleri, ÖDP ve EMEP yönetimleri ile çağrılarını daha öncesinden paylaştıklarını ifade ediyor. Yani özünde topluma yapılmış bir çağrı olsa da, yapılan çağrının siyasal plandaki ilk muhatapları, hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu çevreler oluyor.
Yani, tek çözüm yolu olarak işçi sınıfı iktidarını gösteren, tüm siyasal konumlanışını emperyalizm gerçekliği ile birlikte ele alan ve tabii ki “burjuvazi ile araya kesin ayrım çizgileri” koyan TKP için, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, özellikle yerellerde CHP solculuğu ile her türlü ilkesiz ilişkinin içinde olan Halkevleri, bugün kendisini kısmen arındırmış olsa da içinde Avrupa Birliği’ni demokrasi havarisi ilan eden unsurları ile ÖDP, ve emperyalizmden medet uman Kürt orta burjuvazisinin kuyruğundan ayrılmayan EMEP, ortak bir cephede yola devam edilecek temel siyasal özneler olarak bir kez daha dile getirilmiş oluyor. Sadece bu kadarı ile sınırlı kalsa, Haziran günlerinde de ortak bir tutumla militan halk direnişinin önüne geçmeye çalışan bu güçlerin ittifakına eşyanın doğası deyip geçebiliriz. Ancak bu kadarla sınırlı olmadığını 29 Ekim mitingi ile birlikte bir kez daha gördüğümüz için artık daha rahat konuşabiliriz.
Bu çağrının bir diğer toplumsal dayanağını ve doğal olarak siyasal muhatabını, 29 Ekim mitinginde kürsüden mesajları okunan ulusalcı CHP milletvekilleri oluşturuyor. Bu kesimler aslında geçmişten beri, yazarımızın ve geleneğinin göz kırptığı, dirsek teması içinde olmak için çaba sarf ettiği kesimler. Ancak Haziran Direnişi’nin sarsıcı atmosferinde özellikle yazarımızın ve geleneğinin de yaşam alanı olan orta sınıf yarı-aydın kitlenin yaşadığı merkezlerde belli bir düzeyde kendisini hissettiren Kemalist laik kitle, onun pragmatist hesaplarla gözünü buraya dikmesine neden olduğu gibi, bu kesimler ile kurulacak daha güçlü bir ittifak arayışına da zemin hazırlıyor.
“Sosyalizmin merkezde durduğu bir cephe” nasıl kurulur?
“Emperyalizmin tahakkümünü güçlendiren her gelişme son tahlilde gericidir. Bundan, emperyalizme karşı ulus devletin, hangi sınıfsal aidiyete sahip olursa olsun, savunulması gerektiği sonucu çıkmamalı. Birçok örnekte, emekçi sınıfların mücadelesi, o kritik uğrağı kendi lehine çevirmek isteyen emperyalist ülkelerin müdahalesiyle eşzamanlı yükselecektir. Önemli olan inisiyatifi ele geçirmeye çalışmak, işçi sınıfı hareketinin bağımsızlığını savunmak ve antiemperyalist bir konumlanıştan asla taviz vermemektir.”4
Yazarımızın kitabından aldığımız bu pasaj, onun cepheleşme politikasına yaklaşımı için temel bir veri oluşturuyor. O bu yaklaşımı başka vesilelerle “sosyalizmin merkezde durduğu bir cephe” vurgusu ile de ifade ediyor. Doğal olarak komünizm adına konuşurken başka şeyler söyleyebilmek mümkün değil. Ancak önemli olan bunun altının nasıl doldurulacağı.
Her şeyden önce, “sosyalizmin merkezde durduğu bir cephe”, ancak toplumsal planda işçi sınıfının merkezde durduğu bir cephe biçiminde hayat bulabilir. Bunun ise ilk koşulu, işçi sınıfının bağımsız bir politik odak ve toplumsal güç olarak siyasal sahnedeki yerini almasıdır. Yani, öncelikle modern sanayi proletaryası üretim birimleri temelinde örgütlenip (burada kesinlikle sınıf çatışmasını dar üretim birimine sıkıştıran bir yaklaşımdan bahsetmiyoruz. Tam tersine bu temelde bağımsız bir sınıfsal duruş ve iktidar bilincine vurgu yapıyoruz) harekete geçmeden bunu başarabilmek hiç de kolay değildir. Hatta tam tersine böyle bir tablo içinde işçi hareketinin bağımsızlığını savunarak inisiyatifi ele geçirmeye çalıştığınız ve eylem birliğinin ötesine taşıdığınız her ittifak denemesi, kaçınılmaz bir şekilde inisiyatifi karşı tarafa kaptırmanız sonucunu doğuracaktır. Örneğin, biz 29 Ekim mitinginde CHP milletvekilleri ile girdiğiniz dirsek temasının hiç de sizin umduğunuz ve beklediğiniz sonuçları yaratacağını sanmıyoruz. Tam tersine, eğer o güne kadar yeniden bir kitle hareketi patlamazsa, önümüzdeki yerel seçimlerde de sınamasını yapacağımız gibi, legalist-parlamentarist hesaplarınızın bir ürünü olan bu tutum kitlelerdeki “Hele şu AKP’yi bir gönderelim de gerisine sonra bakarız!” algısını güçlendirmekten başka bir sonuç üretmeyecektir.
Oysa kitle hareketinin kendine özgü bambaşka dinamikleri vardır. Kuşkusuz, hiçbiri bir devrim olmayan, ancak yeni bir isyanlar döneminin başladığının yalın bir kanıtı olan Ortadoğu’daki halk hareketleri, bu dinamiklerin bariz bir kanıtıdır. İlk uğrağında emperyalistler tarafından kısmen kontrol altına alınabilen ve yazarımızın kolayca bir emperyalist proje olarak niteleyip küçümsediği bu hareketler, bugün örneğin Mısır’da hala da barındırdığı çok ciddi zaaflara rağmen bu emperyalist projenin piyonu olan İhvan’ı silip süpürmektedir. Karşısına dikildiği AKP’nin özbeöz kardeşi olan İhvan’ın yediği bu tokat karşısında ise, yazarımız en küçük bir söz dahi söyleyemiyor.
Burada Ortadoğu’daki halk hareketlerine dair yaptığımız vurgunun özel bir önemi var. Zira homojen ve saf bir devrim olmadığına-olmayacağına göre, kitle hareketlerinin kendine özgü dinamiklerini kavrayamadığınız oranda, o heterojenlik içinde kaybolup gidersiniz. Kendinizin de bir ara sınıf konumunda bulunduğunuz gerçeği bir tarafa, işçi sınıfı adına attığınız her adım sizi gerçek sınıfsal konumunuz ile yüzyüze bırakır, onun gereklerini yerine getirmeye zorlar.
Haziran ateşinde sınanmak
İşte bu gerçek, bugün yazarımız ve geleneği şahsında artık çok daha çıplak bir şekilde karşımızda duruyor. Zira Haziran günleri tek başına Türkiye toplumunun üzerine serpilen ölü toprağını söküp atmakla kalmadı. Aynı zamanda, işçi sınıfına ve emekçi kitlelere kiminle nereye kadar yürüyebileceğini de gösterdi. Açık ki toplumsal devrimin ilk öncü sarsıntısında böylesine tökezleyip savrulan -basit bir örnekle bugüne kadar utangaçça geçiştirmeye çalıştığı bayrak krizini kapaktan yaptığı jestle çözmeye çalışan- yazarımız için önümüzdeki günlerin kitle mücadeleleri ve toplumsal çalkantıları çok daha büyük savrulmalara gebedir.
“Devrimci bir altüst oluşa olabildiğince berrak bir programla girmek, sonra somut koşulların gerektirdiğini yapmak gerekir”5 diyen yazarımızın programının küçük-burjuva milliyetçi içeriği artık Haziran Direnişi’nin de sınamasından geçerek bir kez daha ortaya çıkmıştır. “Somut koşulların gerektirdiği” tarzda davranmanın onu nereye sürükleyeceğini söylemek için ise sözü kendisine bırakalım: “Demem odur ki, bazen burjuvazinin bir kesimiyle ittifak kendisini dayatır, bundan kaçmak imkânsız hale gelebilir.”6 Artık hiçbir önlem onu bu sürüklenişten kurtaramaz.
Bitirirken, “Siyasette yurtseverlik, pivot ayağınızı sağlama alma, onunla zemine sıkı sıkı basmaktır”7 diyen yazarımıza bir kez daha Kautsky’yi hatırlatalım! “Marksizm papası” sıfatı ile büyük bir onur ve prestij sahibi olan Kautsky, “proleter yurtseverlik” kavramını yazarımızdan çok daha önce formüle etmiş, pivot ayağını sağlama almaya çalışmıştı. Gelin görün ki o, bastığı zemin çürük olduğu için, ihanetin çamuruna batmaktan, tarihe bir dönek olarak geçmekten kurtulamadı!
1 TKP Programı, s. 5
2 TKP Programı, s. 5
3 Lenin, Komün Dersleri, Sol yay. s. 54
4 age, s. 130–131
5 age, s.119
6 age, s.119
7 age, s.9