Burjuva Cumhuriyetini anlamak!
“Genç burjuva cumhuriyeti”ni anlamak
Marksizm, bir başka anlamıyla bilimsel sosyalizm, doktriner bir teori değil canlı bir savaş çağrısı ise, bu çağrıyı sahiplenen her komünist için, içinde yaşadığı toplumu değiştirip dönüştürmek, mevcut burjuva devlet aygıtını paramparça etmek öncelikli bir hedef olarak önplana çıkar. Bunun için ise her şeyden önce içinde yaşanılan toplumu ve toplumsal düzeni doğru bir şekilde tahlil edebilmek gerekir.
Yazarımız, kısmen marksist bakış açısından hareketle, ama esas olarak sahip olduğu küçük burjuva milliyetçi kimliğin doğal bir sonucu olarak, bilimsel sosyalizmin kurucuları üzerinde yaptığı tahrifatların ardından sözü Türkiye’ye bağlıyor ve “Türkiye yurtseverliğe yakışmıyor mu?” diye soruyor. Bu sorunun yanıtını ise, Türkiye’de burjuvazinin sınıf iktidarının gelişim sürecini anlamak ve anlamlandırmak çabasından öte genç burjuva cumhuriyetinin kuruluş sürecine dair bir tarihsel anlatım içerisinde arıyor.
Anlaşılan o ki yazarımız burada, halen Kemalist ideolojiden beslenen ve ona bağımsızlıkçı bir hâle giydirme çabasında olan kitleye sesleniyor, onların çarpık algılarını düzeltme çabasına giriyor. Zira kitabının girişinde meselesini “cumhuriyetin tarihsel kazanımlarını sorgulatmamak” olarak ifade eden yazarımız, bu bölümde temel vurguyu Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Kemalist ideolojinin burjuva sınıfsal karakterine yaparken, Kurtuluş Savaşı’nı da bir bağımsızlık savaşı değil, daha iyi koşullarda bağlanma savaşı1 olarak yorumluyor. Ama o, bir yandan Kemalizm’in burjuva sınıfsal karakterine vurgu yapar, ondan daha fazlasının beklenemeyeceğini söylerken, bir yandan da “Hiç kuşkusuz Ekim Devrimi’nin sarsıcı atmosferinde, ideolojik olarak şark pragmatizminden kopan bir ekip daha farklı bir yönelime zorlayabilirdi burjuva devrimini...”2 diyor, beklenmemesi gerekir dediği şeyi aslında kendisinin beklediğini itiraf ediyor. Bir marksist olarak dünyaya sınıfların penceresinden bakan ve her türlü gelişmeye karşı tutumunu emperyalizm olgusu ile bir arada şekillendirme çabasında olan birisi için ne hazin bir tablo!
Bu dönemi doğru kavrayabilmek, tek başına Mustafa Kemal’in ve silah arkadaşlarının sınıfsal kimliklerini tanımlamak ile değil, bir bütün olarak dönemin Osmanlısının sınıfsal şekillenişini kavramak ile mümkün. Zira o dönemde Türk sermayesinin zayıflığına, burjuva ideolojisinin etkisini ilk olarak askerler arasında hissettirmesine neden olan başka olgular var.
O dönemde sermaye yoğunluklu olarak gayrimüslim azınlıkların elinde toplandığı gibi, yeni şekillenmekte olan işçi sınıfının büyük çoğunluğunu da aynı gayrimüslim azınlıklar oluşturuyor. Örneğin Osmanlı’nın son döneminde sanayileşmenin kendisini en fazla hissettirdiği kent Selanik’tir. Dönemin ilk işçi hareketleri de buradaki gayrimüslim işçiler üzerinden yaşanıyor. Henüz vasıflı bir niteliği olmayan Türk işçileri harekete geçtiklerinde ise, temel talepleri, azınlık uluslara mensup işçilerin ülkeden ve işyerlerinden kovulması üzerinden şekilleniyor.
Yani milliyetçilik hiç de yazarımızın iddia ettiği gibi çürük bir zeminde bulunmuyor. Tabii, milliyetçiliği emperyalizm koşullarında olgunlaşan bağlı ve bağımlı bir düşünce sistematiği sınırlarında ele almayacaksak. Zira bir burjuva ideolojisi olarak milliyetçilik zaten ilk ortaya çıktığı andan itibaren bu çerçevede bir bağlılık ve bağımlılık taşıyor. Ortaya çıkışı ve ilerleyişi burjuvazinin kendisini güçlendirmeye yönelik bir ulusal pazar inşa etme, bu pazarı güçlendirme arayışı üzerinden şekilleniyor.
Keza, Kurtuluş Savaşı’nın tetikleyen temel dinamiğin, emperyalist işgalin kendisi değil de, bu işgale Yunanlıların ortak edilmesinin olmasını da benzer bir kapsamda değerlendirebilmek mümkün. Orada, kendi ulusal pazarını yaratabilmek için emperyalizm ile kol kola yürümekten başka bir seçeneği olmayan genç Türk burjuvazisi, kendisine rakip başka bir eşdeğer ulusal burjuvazi karşısında dehşete düşmüş ve bu dehşet karşısında milliyetçilik silahına sarılmış değil mi?
Türk burjuvazisinin ilk andan itibaren azınlık uluslara karşı düşmanlığı, daha ilk yıllarında mübadelelerle onları kapı dışarı etmesin ve malvarlıklarına el koyması, yine 6–7 Eylül’lerin temel dinamiği, kendi ulusal sermayesini yaratma çabasının milliyetçilik sosuna bulandırılmış hali değil mi?
Türk burjuvazisinin 90 yıllık tarihi boyunca Kürt halkına karşı uyguladığı inkâr ve imha politikalarının altında da kendi ulusal sermayesini büyütme hedefi ve Osmanlı’dan kalma yayılmacı emelleri bulunmuyor mu?
İşte tam da bu yüzden, Türk milliyetçiliğinin bağlı ve bağımlı yapısından yola çıkarak onu köksüz ve sentetik ilan etmek, dahası ciddiye almamak yazarımızı tarihsel bir yanılgıya götürüyor. Tabii, niyeti Kemalizm’in altı okundan birine karşı hayırhah bir tutum geliştirmek değilse!
Kürt sorununa dair bir ara değinme
Hazır bir gönderme yapmışken, burada Kürt sorununa ve yazarımızın Kürt sorunu karşısındaki konumuna dair belli hatırlatmalar yapmak gerekiyor. Zira konumuzu doğrudan kesmemekle birlikte geliştirilen yurtseverlik kavramının kendisi tam da bu noktada onun küçük burjuva milliyetçi kimliğini ele veriyor.
Bilindiği gibi, yazarımız ve geleneği bugün Kürt ulusal hareketini emperyalistlerle girdiği dirsek teması ve onlardan medet uman politikaları nedeni ile eleştiriyor. Bu gerekçenin kendisi kuşkusuz yapılan eleştirilere haklı bir zemin de sağlıyor. Ancak yazarımız ve geleneği Kürt ulusal hareketi cephesinden yaşanan evrimi nasıl tanımlıyor ve ona nasıl bir çıkış yolu öneriyor? İşte sorun tam da burada başlıyor. Zira Türk ve Kürt işçilerin sermayeye karşı birleşik mücadelesi demek tek başına yeterli olmuyor.
Eğer yazarımız için yurtseverlik, tek başına yetiştiğin toprakların doğal-kültürel dokusundan gelen toplumsal-kültürel bir olgu değil de sınırları çizilmiş bir siyasal coğrafya üzerinden şekillenen bir siyasal olgu ise -ki kuşkusuz öyle-, kendisini ifade etmesine dahi izin verilmeyen bir bireyin o yurdu sevmesini istemek boş bir beklenti olmanın ötesine geçmiyor. Hele hele yıllardır yaşadığınız ezilmenin en temel aktörü, o sınırları çizilmiş coğrafya ve o coğrafyada hüküm süren egemenler ise. Ve siz ezen ulusun işçi sınıfı ve ilerici özneleri olarak onun mücadelesine devrimci olduğu dönemlerde dahi gereken desteği vermeyi başaramadıysanız. Bu işin bir tarafı.
İşin diğer tarafında ise toplumsal devrimin çıkarları var. Yazarımız kitabının ilk bölümlerinde Marx ve Lenin’in bir dizi sorunda tutumunun temelde devrimin çıkarları üzerinden şekillendiğini ifade ediyor. Ulusal soruna dair yaptığı bir ara değinmede de Marksizmin ulusal soruna üç farklı tarihsel evreye denk düşen üç yönden yaklaştığı tespitini yaptıktan sonra, ulusların kendi kaderini tayin hakkının da temel bir ilke olarak ele alınmaması gerektiğini, bu önermeler ışığında değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor.3 Bu açıdan Marx’ın İrlanda sorunu konusundaki tutumuna da değinen yazarımız, bize, Marx’ın önce İrlanda’daki ayrılıkçı harekete karşı mesafeli durduğunu, ancak belli bir aşamadan sonra İngiliz işçisini İngiliz burjuvazisi ile baş başa bırakmak adına desteklediğini hatırlatıyor.4 Meseleye bu açıdan baktığımızda, pekâlâ aynı yaklaşımı bugünün Türkiye’sinde Kürt sorunu üzerinden de dile getirmek mümkün. Mevcut durumda ne derece gerçekleşebilir olduğundan bağımsız olarak, emperyalizmin güdümünde bir Kürdistan bile bugün şovenizm ile zehirlenmiş Türk işçisini kendi burjuvazisi ile baş başa bırakabilir örneğin. Hatta bu tutumundan dolayı emperyalizme karşı öfkesi bile bilenebilir işçi sınıfının!!! Hatta böylece, sizin düşmanınız olan Türk burjuvazisi, egemenlik sahası daralarak güçten düşmüş, Osmanlı’dan kalma yayılmacı heveslerine okkalı bir şamar bile yemiş olabilir!
İşin bu kısmı kuşkusuz oldukça uç ve farazi bir tartışma. Ancak meselenin özü şu ki, hiçbir devrimin çıkarı ezilen ulusu kendisini ezen ulusun sınırlarını sahiplenmeye zorlayamaz. Ezilen ulus ile kuracağınız devrimci bağ onun haklı taleplerini sahiplenebildiğiniz, onun yaşadığı zulme neden olan güçlerle, yani sömürgeci burjuvazi ve emperyalizm ile hesaplaşabildiğiniz kadar güçlüdür. Siz bunu yapamadığınız oranda, o reel politik hesaplarla kendi yolunu çizmeye devam edecektir.
Kemalizm’in sınıfsal karakteri ve siyasal bağımsızlık sorunu
1920’ler Türkiye’sinden başlayalım. Zira orada yazarımızın da ötesinde nerede ise bütün bir Türkiye sol hareketini kesen önemli bir tartışma var.
Mustafa Kemal’in burjuva siyasal kimliğine ilişkin genelde temelli bir tartışması bulunmuyor. Ancak yazarımızın da haklı olarak yakındığı gibi, bu durum çoğu zaman 1920’ler Türkiye’sinde yaşanan siyasal-toplumsal dönüşümün önemini yeterince bilince çıkartamama, onu kavrayamama sorununa yol açıyor.
Mustafa Kemal, Türk burjuvazisini temsil etmesi anlamında Jöntürk geleneğini devam ettiriyordu. Siyasal toplumsal hayata ilk ciddi müdahale girişimlerini 1908 yılında gerçekleştiren İttihak ve Terakkiciler’in temel rahatsızlığı, ülkede birikmeye başlayan sermayenin gayrimüslim azınlıklar elinde toplanmasıydı. Onlar sermayenin Müslüman Türklerin eline verilmesini istiyor, bu nedenle sarayla ve emperyalist devletlerle iyi ilişkiler geliştirmeye çalışıyorlardı. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na girişindeki belirleyici faktörlerden biri de, İttihak ve Terakkicilerin bu amaçlarına ulaşabilmek için Alman emperyalizmine yanaşma ihtiyacı duymalarıydı. Ne var ki Osmanlı Alman İmparatorluğu ile birlikte savaştan yenik ayrılınca, savaşın galibi olan İngiliz ve Fransız emperyalistleri büyük bir iştahla, çoktan bir sömürge haline gelen Osmanlı’yı tamamen ilhak etmek için harekete geçtiler. İşte “milli kurtuluş mücadelesi” bu atmosfer içinde sömürgeciliğe karşı bir mücadele biçiminde şekillendi.
Bu mücadelenin önderliği, ilk andan itibaren Mustafa Kemal şahsında burjuvazinin elinde idi. Onun temel hedefi ise kendi sermayesini ve pazarını oluşturacağı bir siyasal bağımsızlık kazanabilmekti. Bu yüzden kapitülasyonlara, benzer emperyalist kölelik dayatmalarına karşı dururken, bir yandan da daha barış anlaşmaları bile imzalanmamışken, TBMM’de aldıkları kararlar ile emperyalist tekeller ile ticari anlaşmalar yapıyorlardı.5 Yine İzmir İktisat Kongresi’nde de Türk devletinin koyduğu şartlara uymak kaydıyla emperyalist tekeller bizzat Mustafa Kemal tarafından ülkeye davet ediliyordu. Bu durumun hangi gelişmelere kapı araladığına daha sonra değineceğiz.
Elbette bu gelişmelerin hiçbiri Mustafa Kemal önderliğindeki “milli kurtuluş mücadelesi”nin anlamını ve önemini karartmamalı. Bu açıdan bir kez daha dönüp Lenin’e bakmakta fayda var. Tarihin o evresinde ülkeleri gelişmişlik düzeylerine göre üç gruba ayıran Lenin, gelişmemiş ülkeler için şöyle diyordu:
“Doğu Avrupa’nın tümü, bütün sömürgeler ve yarı-sömürgeler bu gruba girer. ... Bu bölgelerde, kural olarak, hala ezilen ve kapitalist açıdan gelişmemiş uluslar vardır. Nesnel olarak, bu ulusların önünde henüz başarmaları gereken genel ulusal amaçlar, özellikle demokratik amaçlar, yabancı baskısının ortadan kaldırılması amaçları vardır.”6
İşte bu amaçlarla yola çıkan genç Türk burjuvazisi, henüz işçi sınıfının olgunlaşmadığı ve mücadele sahnesinde yerini almadığı koşullarda, bir yandan “milli mücadele” sayesinde, gerçekte sahip olduğunun çok daha ötesinde etkisi olan gücü ile, eski feodal düzenin siyasal-toplumsal kurumlaşmalarına yöneliyor, Türkiye’de kapitalist gelişmenin önünü açıyordu. Ancak tüm bunlardan, yazarımız gibi, “burjuva devrimlerin sınırları belli olduğundan, henüz Türk sermayesi zayıfken, ülkede geleceğe çok şey devredecek bir kırılma yaratılabilirdi” türünden ham hayaller çıkartmak gerekmiyor.
Ankara-Moskova hattı
Söz konusu olan 1920’ler Türkiye’si ve “milli mücadele” olunca, Lenin’in ve Sovyetler Birliği'nin meseleye yaklaşımına değinmeden olmaz. Ancak biz bu değinmeyi yazarımız gibi reel politik hesaplar üzerinden yapmayacağız. Bu reel politik hesaplar Sovyet Rusya’nın genç Türk burjuvazisine yaklaşımını, Mustafa Suphi’lerin katline karşı tepki verilmemesinde olduğu gibi zaman zaman zaafa uğratsa da, Lenin’in Türkiye’deki milli mücadeleye yaklaşırken sahip olduğu çok daha temelli ilkeler var.
Toplumsal devrimin ancak ileri ülkelerde proletarya ile burjuvazinin iç savaşı ile şekillenebileceğini ifade eden Lenin, gelişmemiş uluslarda ise, bunun daha çok ulusal kurtuluş hareketleri de dâhil, bir dizi devrimci ve demokratik hareketi içererek ilerleyebileceğini söylüyordu. Ulusal sorun üzerine tartışırken ise, yine onun toplumsal devrim ile bağını kurarak, “Biz, bir ulusun ortaçağdan burjuva demokrasisine, burjuva demokrasisinden proleter demokrasisine yürüyüşünde eriştiği aşama hesaba katılmalıdır, diyoruz.”, “Her ulus, kendi kaderini tayin hakkını elde etmelidir, bu, emekçi halkın kendi kaderini tayin etmesini kolaylaştıracaktır.”7 diyordu.
Lenin’den devam edelim:
“...Çin, İran ve Türkiye gibi yarı-sömürge ülkeler ve tüm sömürgeler ki bunlar bir milyarlık bir nüfusu barındırmaktadır. Bu ülkelerde, burjuva demokratik hareketler ya henüz başlamıştır, ya da bu hareketlerin aşacakları daha uzun bir yol vardır. Sosyalistler, yalnızca sömürgelerin ödünsüz olarak derhal ve kayıtsız şartsız kurtuluşunu istemekle kalmamalıdırlar (ki böyle bir istem, siyasal ifadesinde, ulusların kaderlerini tayin hakkını tanımaktan başka bir anlam taşımaz), onlar bu ülkelerdeki ulusal kurtuluşu amaçlayan burjuva demokratik hareketlerdeki daha devrimci olan öğeleri en kararlı bir biçimde desteklemeli, bu öğelerin kendilerini ezen emperyalist devletlere karşı ayaklanışına (eğer böyle bir şey varsa, devrimci savaşına) yardımcı olmalıdırlar.”8
Yani Lenin, Ankara’daki yeni iktidar odağını “Sovyet Rusya’nın açıklarını kapatmaya yardımcı olacağını düşündüğü için”9 değil, toplumsal devrimin gereklerini gözeterek ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ilkesine sıkı sıkıya bağlı olduğu için destekliyordu. Oysa attığı her adımı pragmatizm ile malul olan yazarımız, bu temel ilkeleri başka bazı şeyler diyerek geçiştirme yoluna giderken Lenin’i de pragmatizmine ortak etmek için çabalıyor.
Ancak yine de Lenin ve Bolşeviklerin, genç Türk burjuvazisine karşı tutumunun, III. Enternasyonal’in II. Kongresinde alınan geri kalmış ülkelerdeki burjuva ulusal hareketlerin, ancak geleceğin proleter partilerinin öğelerinin, gruplar oluşturmaları ve kendilerini sınıfsal görevleri için eğitebilmeleri kaydı ile desteklenebileceği kararı ile çok örtüşmediği açık. Zira genç Türk burjuvazisinin, bırakalım geleceğin proleter partilerinin öğelerinin kendisini inşa edebilmesini, Lenin’in burjuva demokratik devrimlerde asıl devrimci öğe olarak tanımladığı köylü kitlelerinin örgütlenmesine karşı bile oldukça soğuk bir tutum aldığı biliniyor.
Bu arada şunu da belirtelim ki, yine Lenin, Devlet ve Devrim’i kaleme alırken Paris Komünü üzerine yürüttüğü bir tartışmada, Türkiye’deki burjuva devrimine başka bir açıdan gönderme yapıyordu. Marx’ın 18. Brumaire’deki “her gerçek halk devriminin ilk koşulu hazır devlet makinesini parçalamak, yıkmaktır.” ifadesini hatırlatan Lenin, buradaki “gerçek halk devrimi” ifadesine özel bir vurgu yapıyor, halkın geniş çoğunluğunun, kendine özgü ekonomik ve siyasi istemlerle, etkin ve bağımsız bir şekilde devrim sürecine katılmamasından hareketle, birer burjuva devrimi olan Portekiz ve Türk devrimlerinin, aslında birer “halk” devrimi olmadığını söylüyordu.10
Elbette burada sözümüz 1920’ler Türkiyesi’ne ve genç Türk burjuvazisine değil. Biz halk yığınlarının kendine özgü istemlerle ve bağımsız bir şekilde görünmediği devrimleri başka bir yerden daha hatırlıyoruz. Sahi, yazarımızın ve geleneğinin sosyalizmin güzelliklerini anlatması için hazırlattıkları Devrimden Sonra filminde, tam da bir proleter devrimin(!) ardından işçiler ne olduğunu anlamaya çalışır, halk şaşkın şaşkın etrafına bakarken, ne olup bittiğinin farkında olan tek insan ay yıldızlı bayrağa gururla bakan Türk subayı değil miydi?
“Birinci Cumhuriyet”’ten “İkinci Cumhuriyet”’e...
Genç Türk burjuvazisinin ilk andan itibaren emperyalist tekelleri ülkeye davet ettiklerini daha önce söylemiştik. Her ne kadar elde ettiği siyasal bağımsızlık ile görece daha onurlu bir duruşu temsil etse de, Türk burjuvazisi kendi geleceğini çağdaş batı medeniyetleri arasında, daha doğru bir ifade ile emperyalizm ile mümkün olan en sıkı ilişkiler içinde görüyordu. Bu dönemde, devletçilik adına sanayinin devlet eliyle geliştirilip güçlendirilmesi ise özel bir tercihin ürünü değil, özel sermaye yoksunluğunun getirdiği bir zorlanmanın sonucu idi. Bunların siyasal plandaki karşılığı ise, feodal düzeni ezmek adına burjuva aydınlanmacılığının kültürel dokuya dair adımlarını atmakla birlikte, halkın her türlü örgütlenmesine ve hareketlenmesine büyük bir düşmanlık oldu. Genelde burjuva devrimlerinde işçi sınıfı ve ezilenler kendi talep ve özlemleriyle bu süreçlerde yerini alırken, Türk burjuvazisi böyle bir gelişmenin önünü daha filiz halinde iken kesme yolunu tuttu.
Devamını biliyoruz. Emperyalizmin çıkarları uğruna Kore’ye asker gönderilmesi, NATO üyeliği, emperyalizm ile her geçen gün her açıdan daha da güçlenen ilişkiler, gitgide tekelci bir boyuta ulaşan sermaye yapısı ve nihayet 12 Eylül ile birlikte dizginlerinden boşalan bir gericilik.
Tüm bunlar burjuva sınıf iktidarının gelişim seyrinin doğal sonuçları oldu.
Aslına yazarımızın da bu açıdan çok farklı düşündüğünü söyleyemeyiz. Zira o da kitabında “Kurtuluş Savaşı, daha iyi koşullarda bağlanma savaşı idi” derken benzer bir gerçeğe işaret ediyor, başka verilerle birlikte genç Türk burjuvazisinin emperyalist devletler ile kurduğu yakın ilişkiyi vurguluyor. Yazarımızın da üyesi olduğu TKP Merkez Komitesi’nin 90. yıl tezleri de, Türkiye’de burjuva cumhuriyetinin gelişim seyri açısından benzer tespitler yapıyor.
Ancak yazarımız ve geleneği burjuva aydınlanmacılığına o kadar düşkün ki, genç Türk burjuvazisinin elde ettiği kısmi siyasal bağımsızlık ve laikliği sahiplenmek adına, bizzat onun ürünü olan siyasal gericiliği ve onun bugünün koşullarındaki ifadesi olan AKP iktidarını, ondan mekanik bir şekilde ayırıyor, “İkinci Cumhuriyet” olarak tanımlama yoluna gidiyor.
Bu tanımlama kuşkusuz, AKP iktidarından rahatsız, ancak “Birinci Cumhuriyet”in ilkelerine bağlı Kemalist gelenek ile birleşebilmek adına yapılmış bir pragmatist reel politik hesabın ürünü. Ancak bundan ötesi de var. Zira yazarımız, her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk andan itibaren bir burjuva sınıfsal karakter taşıdığını ve bu çerçevede emperyalist sistem ile bütünleşme yolunu tuttuğunu söylese de, yazarımızın Merkez Komitesi’nde bulunduğu TKP’nin programı ne olduğu ve nasıl olduğu belli olmayan bir “Türkiye ile emperyalizm arasındaki doku uyuşmazlığı”11 tespiti yapıyor. Hemen ardından ise, “Türkiye Cumhuriyeti’nin emperyalizmin doğrudan egemenliği uğruna ve sermaye sınıfının çıkarları adına tasfiye” edildiğini söylüyor. İyi de, ne bekliyordunuz ki? Yazarımızın da söylediğiniz gibi “devlet teorisi olmadan emperyalizm anlaşılamayacağına” göre, bir burjuva cumhuriyetinin bu şekilde “tasfiye” olması, daha doğru bir ifade ile emperyalist-kapitalist sistemin toplam çıkarlarının bir ürünü olarak dönüşüme uğraması eşyanın doğası değil mi?
Ya da başka bir şekilde soralım! Tasfiye olan bir burjuva cumhuriyeti olduğuna göre, siz bir komünist olarak o burjuva cumhuriyetinin kuruluş yıldönümünde niye “Kutlanacak bir Cumhuriyet bırakmadılar!”12diye dert yanıyor, Marx’ı da çarpıtıp kendinize ortak ederek sağa sola Cumhuriyetçilik dersi vermeye kalkıyorsunuz? Emperyalizm koşullarında ekonomik bağımsızlıktan kopartılmış bir siyasal bağımsızlık boş bir söz kalıbı olduğuna göre, bundan 90 yıl önce burjuvazinin eliyle görece elde edilmiş bir siyasal bağımsızlığı bu kadar abartmaya hiç gerek yok.
Sonuçta, böyle bir tablo içinde, hiç de yazarımızın iddia ettiği gibi, “emperyalist ülkelerin emekçi sınıfların baskılanmasında burjuva iktidarlara yardım kanalları tıkan”13mayacaktır. (vurgu bizim). Söz konusu olan bir burjuva sınıf iktidarı olduğu sürece, onun emekçi sınıflar karşısında sığınacağı ilk liman her zaman emperyalizmin kendisi olacaktır. Sadece devletler arasındaki ilişkide değil, bir bütün olarak kapitalist dünya sisteminin kendisinde, bir iç çelişki olan sermaye-sermaye çatışması, sermaye-emek çatışması devreye girdiği ilk anda bizzat burjuvazi tarafından ve tartışmasız bir şekilde rafa kaldırılacaktır. Kaldı ki, bugün milyonların sokağa döküldüğü, ancak bu milyonların belli bir kesiminin halen Kemalizm’i vazgeçilmez değer olarak kabul ettiği bir atmosferde, Engels’i Alman Sosyal Demokrasisini yeterince eleştirmemekle suçlarken yazarımızın söylediği gibi, susmak yetmiyor, tersinden bir müdahale gerekiyor. Bir komünist olarak bu açıdan taşıyacağınız en küçük bir zaafın “idealist Kemalistler”imizin “Mustafa Kemal’in niyeti başkaydı. Tüm kötülükler İnönü’nün ve Karabekir’in başının altından çıktı” ütopyasına kan taşıyacağı açık değil mi?
Elbette, “Biz, dert yanmadık, abartmadık. Sosyalist seçeneğe işaret ettik. Emperyalizme karşı işçi sınıfının iktidarını çözüm yolu olarak gösterdik!” diyeceksiniz. Nitekim bunları söylüyorsunuz da. Peki, ama nasıl? İşçi sınıfı iktidarı, işçiler şaşkın şaşkın ne olduğunu anlamaya çalışırken ay yıldızlı bayrağa gururla bakan Türk subayları ile kurulmayacağına ya da burjuva parlamentosunun ahırlarında inşa edilmeyeceğine göre, işçi sınıfı iktidarını nasıl kuracaksınız?
Lenin'in bilimsel sosyalizme emperyalizm kadar önemli bir diğer katkısının, illegal-ihtilalci leninist parti teorisi olduğunu siz de en az bizim kadar iyi biliyorsunuz! Ama kökünüz Lenin’e ve Bolşevizme değil, Kautsky’e ve Alman Sosyal Demokrasisi’ne dayanıyor. Aynı onlar gibi, kendi varlığınızı burjuva düzenin -“Birinci Cumhuriyet”’in- mevcut halinin bir ürünü olarak görüyorsunuz.
Kautsky’nin “proleter yurtseverlik” kavramını sizden çok daha önce formüle ettiğini, ancak bu kavramın daha sonra nasıl bir dönüşüm yaşadığını daha önce vurgulamıştık. Şimdi ekleyelim; Kautsky’nin ve o kötü ünlü Alman Sosyal Demokrasisi’nin büyük bir ihanete sürüklemesine yol açan temel olgulardan biri, leninist parti teorisinden yoksunluğu, kendisini kurulu burjuva düzenin içinde var etme sevdası ve burjuva parlamentosu ahırında çürümesi gerçeği idi.
Tam da bu yüzden ve şimdi, aradan yüz yıl geçtikten sonra, artık emperyalist kapitalist sistemin -taşeronluk sınırında da olsa- aktörlerinden biri haline gelmiş bir Türkiye Cumhuriyeti’nde, yazarımızın Kautsky’nin taşeron emperyalist ülkelere özgü bir versiyonu, geleneğinin ise Alman Sosyal Demokrasisi’nin küçük bir kopyası olduğunu söylemenin tam zamanı!
(Devam edecek)
1age, sy. 73
2age, sy. 73
3age, sy. 34–35
4age, sy. 132–133
51923 yılında Chester Projesi denilen bir anlaşma ile TBMM, Ankara’nın doğusundaki bir dizi demiryolunun yapım hakkını ve bu güzergâhtaki yeraltı zenginliklerinin işletme hakkını Chester adında bir Amerikan-Kanada tekeline 99 yıllığına kiralamıştı.
6 Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay. s.57
7 Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yay. s. 352–353
8 Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay. s. 131–132
9 age, s. 79
10 Lenin, Devlet ve Devrim, Sol Yay. sy. 44
11 TKP Programı, s. 5
12 Kemal Okuyan’ın 29 Ekim mitingi konuşmasından
13 age, sy. 109