Tarihsel TKP’nin 100. yılı kapsamında, “28 Şubat’ın dümen suyunda ‘TKP Açılımı’” başlığıyla www.tkip.org sitesinde yayımlanan iki bölümlük yazının ilkini okurlarımıza sunuyoruz. Metnin 2. bölümüne de yine tkip.org üzerinden burayı tıklayarak erişilebilir…
Huzurlu bir yirmi yıl ya da güvenli bir liman!
SİP’in bir salon etkinliği ile TKP ismini almaya hazırlandığı günlerde yapılan tespit şöyleydi: “TKP açılımı solda bir dönemin kapanışına denk düşmektedir.” Kapanan dönemin ne anlama geldiğini görmüş bulunuyoruz. Ama yapılan tespiti bir de iddia tamamlıyordu: “TKP: Bir perde açılıyor”! Bir perdenin açılmasından bu yana neredeyse bir yirmi yıl geçti. Peki bu yirmi yıllık sahnede SİP-TKP payına gördüğümüz nedir? Soruyu yanıtlarken daha ilk bakışta adeta göze batan bir çıplak olguya öncelik tanıyacağız. Bunu Tarihsel TKP bağlamında özellikle önemli buluyoruz.
Toplamı içinde geride kalan bu yirmi yıl, açılan perdeyle sahneye çıkan “komünistler” payına, tarihlerinin en sakin, en güvenli ve en huzurlu çok özel bir evresi olarak göze çarpıyor öncelikle. Artık ne saldırı, ne operasyon, ne yasaklama, ne tutuklama, ne işkence, ne yargılama, ne hapis, ne katledilme sözkonusudur. Öyle anlaşılıyor ki, “komünistler” için gerçekten tümüyle yeni bir tarihi dönem başlamıştır. Yeraltının o kahırlı ama nankör dönemi çoktan geride kalmıştır. “Komünistler” artık yasal partileri, yasal örgütleri, yasal yayınları, yasal kurumları, yasal faaliyetleriyle resmen yasal siyaset sahnesinin göbeğindedirler. Huzur ve güven içinde çalışmakta, umutla geleceğe (devrime!) hazırlanmaktadırlar. Bin bir baskı ve eziyetle bunaltanı bir yana, artık ne dokunanı ne rahatsız edeni var. Buna Türkiye payına bir tür “çağ atlama” dense yeridir.
Cumhuriyetin ilk seksen yılını yakından bilen ama her nasılsa şu son yirmi yılını izleme olanağından bir biçimde yoksun kalmış olan biri, resmen “komünist” sıfatı taşıyan ve kendini tarihsel TKP’nin devamı sayan bir partiye ilişkin bu mutlu gerçeği şu sıra öğrense, yeni “perde”nin köklü bir demokratik değişimle açıldığından, makus talihini yenmeyi başaran Türkiye’nin “Avrupa’daki türden” bir burjuva demokrasisine artık nihayet ulaştığından herhangi bir kuşku duyamazdı. Yazık ki durumun hiç de böyle olmadığını biliyoruz. Sahnede gitgide daha ön plana çıkması aşağı yukarı aynı “perde”nin açılmasına denk düşen dinci-faşist iktidarın Türkiye’yi adım adım sürüklediği cehennemi koşullar gözler önündedir. Fakat böyle de olsa, sonuçta Türkiye’de resmen bir “komünist” partisi var. İşçi sınıfının en sıradan hakları kapsamındaki sendikalaşma ve grev hakkının resmen değilse de fiilen yasak olduğu bu aynı ülkede!
Tarihsel TKP’nin tarihi, ilk lideri Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinden son lideri Şefik Hüsnü’nün sürgündeki ölümüne kadar, kırk yıl boyunca ardı arkası kesilmeyen baskı ve eziyetlerle örülüdür. Şefik Hüsnü, daha 1933 gibi nispeten erken bir tarihte, zindandaki komünistleri konu alan yazısında, durumu “Kemalist diktatörlüğün çizmesi altında” sözleriyle özetlemişti (bunu da yazısına başlık olarak seçmişti). Tarihsel TKP’nin tarihe karışmasını izleyen sonraki kırk yıllık dönemde durumun özü bakımından değişmediğini, kapsamı bakımından ise alabildiğine genişlediğini ve ağırlaştığını biliyoruz. Bunun apaçık nedeni, Türkiye’nin modern sınıf mücadeleleriyle, bunun ürünü sert siyasal çatışmalarla belirlenen yeni bir tarihi döneme girmiş olmasıydı. Bu dönemde baskı ve zulüm kadar bunu göğüslemek üzere ödenen bedeller de her bakımdan çok daha ağır, daha kapsamlı ve çok yönlü olmuştur.
Son yirmi yıla gelince. Görmüş bulunuyoruz: Dönemin hemen öncesinde, tüm kesimleriyle Türkiye devrimci hareketine kapsamlı saldırılar, büyük katliamlar ve F Tipi hücreler ile vurulan ezici darbeler var. Kürt hareketi cephesinde Kenya komplosu, Öcalan’ın tutsak edilmesi, hareketi yılları bulan bir dağınıklığa ve moral yıkıma sürükleyen İmralı teslimiyeti var. Bu ikisini sınıf ve kitle hareketi cephesinden, 1999 yazındaki umut verici büyük kitlesel hareketliliğin İzmit Depremi’ni izleyen büyük kırılması tamamlamaktadır.
SİP’lilerin “TKP Açılımı” işte tam bu kesitte gündeme gelmiş, “yeni perde” katliamlar, komplolar ve sınıf cephesindeki dizginlemelerle düzlenen bu yeni zeminde açılmıştı.
Ekonomide başarıyla kotarılmış Kemal Derviş programını, siyasal alanda saldırılar, katliamlar ve komplolarla düzlenmiş bir zemini, dolayısıyla düzen payına nispeten rahatlamış bir evreyi devralan AKP, ilk beş yılını “takiye” ve aldatıcı AB makyajlarıyla, ikinci beş yılını emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin tam desteğinde “rejim krizi” diye kodlanan düzen içi dalaşmalarda üstün bir konum elde etmekle geçirdi. Reformist solun toplamı için özellikle rahat bir siyasal yaşam ortamı sunan bu dönem, güçten düşmüş haliyle devrimci akımlar payına esaslı bir değişiklik getirmedi. Devrimci olanı ezmek ve ardından olanaklıysa eğer ehlileştirip düzene entegre etmek (düzenin icazet ve denetim sınırları içine hapsetmek!), AKP yıllarında da devletin değişmez “milli politika” çizgisi olmaya devam etti.
Son yirmi yılın ikinci on yılı, özellikle de 2013 yazındaki Haziran Direnişi’ni izleyen son yedi yıl, iktidar dizginlerini nihayet tam olarak ele geçiren dinci-faşist koalisyonun dizginsiz bir faşist baskı ve terör dönemini işaretlemektedir. Ama son yıllarda siyasal koşullardaki bu sonu gelmez ağırlaşma, genel olarak reformist solu, fakat özellikle SİP’li “komünistler”i, bütün bunlara rağmen esası yönünden etkilememiştir. Onlar soruşturmaların, operasyonların, tutuklamaların, yargılamaların, zindanların, cinayet ve katliamların dışında kalmayı sürdürmüşlerdir. Toplumsal muhalefetin tamamını hedef alan genel yasaklama ve sınırlamalardan elbette belirli ölçülerde onlar da etkilenmişlerdir, fakat işte yalnızca o kadar ve o sınırlarda! Savaşa en masum gerekçelerle ve en ılımlı ifadelerle karşı çıkan akademisyenlerin, doktorların, sanatçıların, gazetecilerin bile bedel ödediği bir ülkede, resmen “komünist” sıfatı taşıyan ama herhangi bir bedel ödemeyen siyasal yapılar var bugünün Türkiye’sinde. Bu görünüşte anormal tablo, gerçekte tümüyle anlaşılabilir nedenlere dayalıdır ve alabildiğine açıklayıcıdır.
Dinci-faşist rejim altında işlerin zıvanadan çıkmasında, baskı, terör, cinayet ve katliamların önünün sınırsızca açılmasında, AKP payına başarısızlıkla sonuçlanan 7 Haziran seçimleri bir dönüm noktasıdır. Kürdistan’da binlerce genç insanın hayatına mal olan büyük insan kırımını bir yana bırakalım. 20 Temmuz’daki Suruç Katliamı’ndan 10 Ekim’deki Ankara Garı Katliamı’na, bir dizi saldırı, provokasyon ve katliamlarla çalkanıyordu o günlerin Türkiye’si.
İşte tam da bu aynı günlerde, İstanbul’da, 30 Ekim’de başlayan ve üç gün sürecek olan, 17. Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı gerçekleşiyordu. Ev sahibi olmak konumuyla toplantının açılış konuşmasını SİP-TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan yapıyordu. Konuşmanın hoş geldiniz selamlaması kapsamındaki giriş kısmını, hemen devamında dünya ölçüsünde kapitalizmin saldırılarına, bununla bağlantılı olarak günden güne artan savaş ve faşizm tehdidine ilişkin sözler izliyor ve anlatım şuraya bağlanıyordu:
“Evet, bu tehdit komünistler açısından ek zorluklar anlamına gelir. Yasaklamalar, hatta yasadışı ilan edilmeler, yaygın tutuklamalar, işkenceler, cinayetler... Dünya komünist hareketinin tarihinde burjuva sınıfının bu saldırılarına verebileceğimiz sayısız örnek var. Bizzat bizim ülkemizde komünistler onlarca yıl yasadışı konumda mücadeleye zorlandılar. Bugün çok da farklı değil. Kazakistan, Ukrayna, Macaristan, Baltık cumhuriyetlerinde ve başka ülkelerde şiddetle protesto ettiğimiz ve edeceğimiz uygulamaların tek bir anlamı var: Kapitalizmde gerçek bir özgürlükten, demokrasiden söz edemeyiz!” (Kasım 2015)
“Yasaklamalar, hatta yasadışı ilan edilmeler, yaygın tutuklamalar, işkenceler, cinayetler...”!.. Dünya komünist hareketinin tarihinde sayısız örneği bulunan, “bizzat bizim ülkemizin tarihinde de” yaşanan, ama adı sıralanan ülkeler arasında sayılmadığına göre bugünün Türkiye’sinde artık “komünistler” payına sözkonusu olmayan türden politika ve uygulamalar!..
Ama toplantıdan yalnızca yirmi gün önce Ankara Garı Katliamı, yalnızca beş ay önce de Suruç Katliamı, bunların simgelediği dizginsiz bir faşist baskı ve terör rejimi var bu aynı ülkede! Ülkenin temel siyasal gerçekleri bir yerde, “komünistler”i bir başka yerde durabilmektedir bu aynı zaman kesitinde oluşan tabloda. Oluk oluk kanın aktığı bir zamanda, baskı, terör, yasak ve tutuklamaların zıvanadan çıktığı bir dönemde, Türkiye’de, Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı özgür bir ortamda yapılabilmekte, ev sahibi “komünist” partisi böyle bir organizasyonu tam bir özgürlük içinde gerçekleştirebilmektedir. Tıpkı zindan katliamlarını izleyen aylarda ülkemizde ilk kez olarak (üstelik sürmekte olan yasaklara rağmen!) bir “TKP Açılımı”nın özgür bir ortamda yapılabiliyor olması gibi!..
Ama kuşku yok, bu “özgürlüğü” kullananlar bunun bir diyeti olduğunun da tam olarak bilincindedirler. Kürsüye çıkan Genel Sekreterin konuşması bunun en tartışmasız bir kanıtıdır. Başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’nin en güncel, en ağır ve en acılı gerçeklerinden toplantıda tek kelime söz etmemeye özel bir dikkat göstermesi, dolaylı bir biçimde sözünü ettiği her durumda ise uluslararası bir topluluk önünde Kürt hareketini aşağılamak, gözden düşürmek üzere yapması, bunun bir ifadesidir. Kürt hareketinin yapısal zaaflarının arkasına saklanarak o devasa Kürt sorununun üstünden atlama ucuz kurnazlığı, Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı gibi iddialı bir isim altında gerçekleşen bir toplantıda da sürdürülmektedir. Dört yıl sonra aynı uluslararası toplantı bu kez İzmir’de benzer “özgür” koşullarda gerçekleştirildi. Tam da aynı günlerde, Türk sermaye devletinin Rojava’ya saldırısı yaşanıyordu. Genel Sekreter bir kez daha açılış için kürsüye çıktı. Kürtleri ya da Rojava’yı tek kelimeyle olsun anmadan, lütfedip Suriye üzerinden saldırının sözünü etti. Kore’den ve Kıbrıs’tan örnekler vererek, yazık ki ülkemizin tarihinde böyle şeyler de yaşanabiliyor demekle yetindi.
Bütün bunlar gösteriyor ki, taşınan “komünist” sıfatı, sermaye düzeninin ve siyasal planda onun dümenini tutan dinci faşizmin ayıplarını örten basit bir incir yaprağından öte bir anlam taşımamaktadır. Böyle bir partinin kendisini Tarihsel TKP’nin devamı sayması, Tarihsel TKP’ye yapılacak en büyük hakaretlerden biridir. Tarihsel TKP’nin temel önemde çeşitli yapısal kusurları tartışılabilir. Ama o hiçbir dönem kurulu düzenin ayıplarının bir örtüsü olmamıştır. Bilakis Tarihsel TKP, o çok sınırlı varlığı ve eylemiyle, bunun karşılığı olarak kırk yıl boyunca kesintisiz biçimde ödediği ağır ve acılı bedellerle, kemalist burjuva diktatörlüğünün gerçek niteliğinin anlaşılmasında özel bir pay sahibi olmuştur. Tarihsel TKP’yi, o kusurlu ve kısır tarihi içinde, özellikle onurlandıran önemli ve anlamlı etkenlerden biridir bu.
Oysa SİP geleneği, hele de “Gelenek” halini aldığı günden bugüne, yani tam otuz beş yıldır, bu ülkede siyasal yaşam sahnesinde yer alıp da herhangi bir bedel ödememiş, örneği az bulunur türden bir kendine özgü “Gelenek”tir. Tatlı su solculuğu olarak tabir edilen konum ve eğilimin az bulunur örneklerinden biridir. Düşününüz ki bu aynı dönemde, ‘90’lı ilk yıllarda, Haydar Kutlular bile “komünist olmak”tan, Doğu Perinçekler bile “bölücülüğe destek”ten bedel ödediler, baskı gördüler, hapisler yattılar. Ama ne SİP’in ne de onun “TKP” ambalajına sarılmış biçiminin ödediği bir bedel var Türkiye gibi bir ülkede! (19 Aralık katliamı döneminde zindanlarda binlerce devrimci ve Kürt yurtseveri tutsak vardı. Ama rastlantı olarak olsun bir SİP’li var mıydı, yanıtı gerçekten merak edilmeye değer bir soru bu).
Demek ki SİP, o günden bugüne, “komünist” sıfatı taşıyanlar için güvenli bir limandan öte bir şey değildir. Aynı anlama gelmek üzere, SİP-TKP, bu ülkede hem “komünistlik” taslayıp hem de kendini güven içinde hissedebilmenin, siyasal baskı ve zulmün dışında kalabilmenin deneyimle kanıtlanmış emin bir yolu ve yeridir.
28 Şubat’ın dümen suyunda!
SİP-TKP’nin kendi tanımından hareketle formüle ettiğimiz o yanıtı “zor” soruyu yeniden hatırlayalım: “‘Karşı devrimin etkisiyle sol tasfiye olurken Gelenek hareketi’ nasıl olmuş da bu büyük yıkımın dışında kalabilmiştir?” Kuşkusuz bu yanıtlanmak üzere formüle edilmiş bir soruydu ve ilgili bölümde yanıtlanmıştı da. Fakat ağırlıklı olarak devletin izlediği politikalar ve giriştiği uygulamalar üzerinden. Burada ise SİP’in buna nasıl yanıt verdiğini görmemiz gerekecek. Bu önemlidir; zira 28 Şubat süreci, SİP’in bugünkü berbat konuma evriminde bir dönüm noktasıdır. Elbette konunun burada bizi daha çok “TKP Açılımı” ile ilişkisi ilgilendirmektedir. 28 Şubat’a ilişkin bütün tahlilleri boşa çıkan, bunun ürünü beklentileri ve hayalleri hüsranla sonuçlanan SİP, bu süreçten yine de bir “TKP Açılımı”yla çıkmayı başarabilmiştir. Peki ama bu nasıl mümkün olabilmiştir? SİP bu şaşılası “başarı”yı neye borçludur?
Daha baştan açık ve net bir tespitimiz var: SİP’in “TKP Açılımı” 28 Şubat sürecinin dolaysız bir ürünüdür. Bunu aslında bir önceki bölümde de dile getirmiştik. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin güncellendiği bildirilen başlıklarından dördünü aktarmış ve eklemiştik: “28 Şubat’ın hemen ardından SİP’in oturduğu yeni çizgiyi anlamak isteyen herkes, bu dört maddelik değişimi göz önünde bulundurmalıdır...”
Önümüzde bir kitap var: Asker Partisi Ne İstiyor? Kitap Aydemir Güler-Kemal Okuyan imzalarını taşıyor. Mart 1998’de basılan kitap, SİP-TKP’nin o günkü ve bugünkü iki liderinin 28 Şubat sürecinde kaleme aldıkları bir yıllık yazı ve makalelerinden derlenmiş. Girişinde bir tür önsöz niyetine “Gelenek’in notu: Asker Partisi ne isteyebilir?” başlıklı bir sunuş var. Bu sunuş kitabın ana fikrini daha baştan temel çizgiler halinde ortaya koyuyor. Kitabın son bölümünde ise Not’a göre daha iddialı bir başlık var: “Restorasyon soruları üzerinden MARKSİZM ve GÜNCEL SİYASET”. Kemal Okuyan’ın Gelenek sayı 55’te çıkan (Ağustos 1997) nispeten uzun bir yazısı bu. Gerçekte oportünist kıvranmalarla dolu bir laf yığını ama boşuna değil. Gelenek teorisyeni SİP’in 28 Şubat sürecindeki kaba oportünizmine teorik dayanaklar sunmaya çalışıyor. Bulabildiği sözde açıklamayı ayrıca göreceğiz.
Kitaba başlık olarak seçilen “Asker Partisi”yle kastedilenin kurulu sermaye düzeninin bildiğimiz ordusu olduğunu anlıyoruz. Dinsel gericiliğin ve sivil faşist hareketin belini kırmaya (“yoğunluğunu azaltma”ya!), “kontr-gerilla yapılanması”nı ise tasfiyeye yönelen 28 Şubat “restorasyonu”nun, böylece solun önünü açmakta ve ona büyük tarihi fırsatlar sunmakta olduğunu dile getiren bir pasajı, hemen ardından Asker Partisi’ne ilişkin şu açıklama izliyor:
“Bu sürecin değerlendirmesinde ise bizim AsParti adını taktığımız ordu özel bir yer tutuyor. Ordu, burjuvazinin siyasal temsiliyet ve yönetim krizi ortamında, başka kurumlar gibi bir parti kimliğini adım adım geliştirdi. Ancak bu kurum, hem Türkiye burjuvazisinin perspektif ve kadro üretimindeki tıkanıklıkları, hem de mevcut tüm burjuva öznelerin restorasyon programının şu veya bu maddesinde tıkanmaya mahkûm olmaları nedeniyle ağırlığını mutlak biçimde artırarak, iktidar süreçleri üzerinde bir baskı gücü olmanın ötesine geçerek bizzat iktidarın merkezine doğru yol aldı. 1998 Mart ayı itibariyle AsParti’nin bu ağırlığını kompanse edecek [yerini dolduracak!] ya da gereksizleştirecek bir dinamiğin işaretleri bulunmuyor.” (s.8)
Yeterince açık sözler bunlar: Kriz ve tıkanıklıklar içinde bir sermaye düzeni, krizi ve tıkanıklıkları gidermek üzere burjuvazi tarafından gündeme getirilen bir “restorasyon programı”, bu programın uygulanmasına yanıt veremeyen geleneksel düzen partileri ve bu durumda inisiyatifi ele almak zorunda kalan ve restorasyon programını bizzat uygulamaya geçirmek üzere “iktidarın merkezine doğru yol alan” alternatifsiz bir düzen ordusu: “AsParti”!
Burada karşımıza çıkan soru şudur: Ordunun kendi işini bırakıp siyaset sahnesine doğrudan bir tür parti olarak çıkmasını gerektiren bu “restorasyon” hangi ihtiyacın ürünüdür ve dolayısıyla “restorasyon programı”nın kapsamı nedir?
Yanıtı “Gelenek’in notu”ndan okuyoruz:
“Karşı-devrimin varlık koşulu devrimdir. İçinde bulunduğumuz onyıllık zaman diliminin ortasında Türkiye’de herhangi bir ilerici damarın devrimci durumu zorladığı iddia edilemez. Bu koşullarda karşı-devrimin kazandığı ağırlık kapitalist düzenin kendi işleyiş mekanizmalarına ayakbağı olmaya başladı...” (s.7)
Tüm öteki belgelerden ve yanı sıra, Kemal Okuyan’ın aynı kitaptaki teorik açıklamalarından biliyoruz; bu tahlilde kilit kavram, “karşı-devrim” ifadesidir. İlk anda akla gelebileceği gibi SİP bununla bir bütün olarak düzen güçlerini değil, fakat düzenin yükselen devrimci mücadeleyi ezmek üzere kullandığı özel güç, yapı ya da örgütlenmeleri kastediyor. Gelenek notu’nun “karşı-devrim yoğunluğu” demeyi tercih ettiği bu toplamı, Aydemir Güler o artık bildiğimiz “Bir perde açılıyor” yazısında, “karşı-devrim yığınağı” olarak tanımlamayı tercih ediyor. Sonuç olarak, SİP’in “özgün” 28 Şubat tahlilinde “karşı-devrim”, devletin ve düzenin meşru sınırlar dışına taşan politika ve icraatlarıdır. 28 Şubat süreciyle gündeme getirilen restorasyon ise “ayakbağı”na dönüşen bu gereksiz aşırılığı gidermek, böylece “normal”e dönmek hedefindedir.
Ayakbağına dönüşen bu “karşı-devrim yoğunluğu” ya da “yığınağı” şu üç temel unsurdan oluşmaktadır: 1- Dinsel gericilik, 2- Sivil faşist hareket ve 3- Kontr-gerilla yapılanması. SİP’in iddiasına göre, “askerler” ve “burjuvazi”, hele de ortada bir devrim tehlikesinin bulunmadığı o günün Türkiye’sinde, “karşı-devrimi” oluşturan ve artık taşınamaz bir ağırlığa dönüşen bu üç “ayakbağı”ndan kurtulmak istemektedir. Kenardan baskı yapmayı bırakıp iktidarın dümenine geçen AsParti tarafından gündeme getirilen “restorasyon”un ana hedefi ve esas kapsamı işte budur. “Restorasyon” programına göre, ilk ikisi, dinsel gericilik ve sivil faşist hareket, darbelenerek seyreltilmeli (“yoğunluğu azaltılmalı”!), “kontr-gerilla yapılanması” ise tümden tasfiye edilmelidir.
İnanılması güç gibi görünüyor ama tamı tamına gerçek. Bu aynı sayfalarda o her zamanki kibirli tonlarıyla solun öteki bazı kesimlerini “siyasal akıl erozyonu”yla itham edenlerin kendi akılları işte bu! Dönüp günümüz Türkiye’sine bir göz atalım. Dinci-faşist gericilik koalisyonu, hükümet bile değil artık devlete hâkim bir iktidar blokudur ve arkalarında da o tasfiye edileceği bildirilen “kontr-gerilla yapılanması” durmaktadır! (Yakın zamanda Bodrum’dan tüm topluma nanik yapan o “dörtlü” fotoğrafı hatırlayalım).
Düşününüz ki bu insanlar bu düşünceyi neredeyse on yıl boyunca korudular. “TKP Açılımı”nı konu alan o “perde”li yazısında Aydemir Güler hala tümüyle bu minvalde konuşuyor (Kasım 2001). Yazar bize adeta “TKP” perdesini yalnızca devrimci kırımıyla doğan boşluğa değil, fakat restorasyon süreciyle “normal”leşen siyaset zeminine de açıyoruz demeye getiriyor. 2002 Şubatı’nda, yani 28 Şubat Süreci’nin beşinci yılında, Gelenek’teki yazısında, Kemal Okuyan da hala aynı şeyleri söylüyor. Bizim için önemli olan “restorasyon sürecinin sonuçları”dır sözleriyle başlıyor, restorasyon süreciyle “normal”e dönen Türkiye gerçeğini derine inen yaratıcı bir tahlille zamanında görmeyi başardığımız içindir ki, aynı süreci kendi cephemizden TKP Açılımı’yla taçlandırdık iddiasıyla noktalıyor.
SİP liderleri o günlerde öylesine mağrur bir havadadırlar ki, kural olarak alçakgönüllülüğü hor gören o kibirli tutumlarıyla “Gelenek’in notu”nda aynen şunları söyleyebiliyorlar:
“Restorasyon adını verdiğimiz sürece ilişkin, Sosyalist İktidar gazetesinin geliştirdiği analizin solda özgün nitelikte olduğunu düşünüyoruz. Türkiye solunun bir dizi kesimi, burjuva iktidarının yeniden yapılanma gereksinim ve arayışını, uzun süreli yenilgi ve yorgunluğun getirdiği ‘siyasal akıl yitimi’ ile karşıladı ve açıkçası kavrayamadı. Sol hareket ‘Susurluk kazası’ ile belirlenen tarihten bu yana bir dizi sapma geliştirmiş bulunuyor.” (s.6)
Solda ‘siyasal akıl yitimi’ iddiasına kendi yönümüzden yanıt olarak, Susurluk kazasını izleyen günlerde (15 Aralık 1996) kaleme alınmış bir değerlendirmeyi ekte sunmakla yetiniyoruz. (Bkz. Ek Metin)
SİP’i eğik bir düzlemde düzen ordusunun dümen suyuna sürükleyen kendi tahlilinin o çok özgün yönüne gelince. Yukarıdaki böbürlenmenin hemen devamından okuyoruz:
“Restorasyon sürecinin bir evresinde kontr-gerilla yapılanmasının tasfiyesi ve şeriatçı/faşist yoğunluğun azaltılması yönünde burjuvazi sol kamuoyunu bir kitlesel basınç unsuru olarak kullanmaya yöneldiğinde, solun bir dizi kesimi bu olguyu devrimci imkanların genişletilmesi için istismar etmek yerine olduğu gibi benimsedi.” (s.6)
Özgünlük iddiasının esası tam olarak budur. Reformist solun öteki kesimleri karşısında “devrimcilik” taslayan bu değerlendirme, gerçekte Perinçekçi çizginin biraz inceltilmiş biçiminden öte bir şey değildir. Kuşkusuz bu insanlar o günlerde Perinçek’in solunda idiler. Ama hemen yanı başında, yalnızca bir adım ötesinde! Perinçek’i izleyerek sürekli yer değiştirdiler. O daha da sağa kaydıkça bıraktığı boşluğa doldurmak üzere onlar da sürekli yer değiştirdiler. Gide gide, elde resmi bayrak, sol kemalist çizgide bir “Yaşasın Cumhuriyet!” partisi konumuna eriştiler. Umalım ki hiç değilse bu noktada durabilsinler.
Özgün tahlile dönelim. Söylenenlerden kendiliğinden ve mantıksal olarak çıkan sonuç, “restorasyon”un eksik ve kusurlu biçimiyle de olsa açıkça laik-demokratik bir düzenin tesis edilmesine yöneldiğidir. Öyle ya “kontr-gerilla yapılanması” tasfiye edilirse, tümden tasfiye edilmeseler bile dinci ve faşist yoğunluklar azaltılıp geri plana itilirse, daha bir de bu işler sürecin aktörleri tarafından yalnızca tepeden yöntemlerle değil, yanı sıra “sol kamuoyunun bir kitlesel basınç unsuru olarak kullanılması” yoluyla bir sonuca bağlanırsa, eksik ve kusurlu haliyle de olsa laik ve demokratik bir Türkiye az çok bir gerçek olmaz da ne olur? Üstelik buna yönelen hiç de yalnızca “askerler” değil, fakat bizzat “burjuvazi”nin kendisidir. (TÜSİAD’ın 28 Şubat’ı hemen önceleyen o ünlü “demokratikleşme raporu”nu hatırladınız mı?) Nitekim Kemal Okuyan, 28 Şubat’ın beşinci yılı gibi anlamlı bir vesileyle ve tam da bu aynı düşünceyi gerekçelendirirken, bunu anlamak istemeyenlere şu veciz ifadeyle çıkışıyordu: “Toprağımızın egemenlerinin neyi eksik?” İşte bu kadar!..
SİP’in girilen sürecin yönelimleri konusunda bir kuşkusu yoktur, bunlar “olgu”lardır. Tek kaygısı, dolayısıyla tutumunda “özgün” olan yan, “olduğu gibi benimsemek” yerine “devrimci imkanların genişletilmesi için istismar etme”sini bilmeye yöneliktir. Askerlerle ve burjuvaziyle birlikte yürünecek yola, dinci gericiliğin, faşist hareketin ve kontr-gerilla yapılanmasının üzerine yürüyen burjuvazinin “sol kamuoyunu bir kitlesel basınç unsuru olarak kullanması”na SİP’in bir itirazı yoktur. Ama bu hiç de karşılıksız olmamalıdır; yaratılan politizasyon devrimci amaçlarla istismar edilmeli, bir yerden sonra yolların ayrılacağı da önemle akılda tutulmalıdır. Ne de olsa gerek “burjuvazi” gerek “askerler”, bir şeyleri sonuna kadar götürecek kararlılıktan yapısal olarak yoksundurlar. Onların bıraktığı yerden yola devam etmesini bilmek “bizim işimiz” olmalıdır...
Bunun tam olarak böyle düşünüldüğüne ışık tutan bir aktarma daha yapalım. Restorasyonun hangi ihtiyacın ürünü olduğuna ilişkin olarak yukarıya aktardığımız sözleri, hemen devamında şunlar takip ediyordu: “Dolayısıyla restorasyon programının hedef listesi solun tezlerini fazlasıyla doğrulayan ve meşruluk kazandıran bir nitelik kazandı. Gericiliğin dibine çekilen toplum bir yeniden yapılanma gündemi ile kaçınılmaz biçimde yüzünü sola dönüyor.” (s.7)
SİP’in hangi hayallerle hareket ettiğinin, nasıl olup da düzen ordusunun dümen suyuna bu denli kolay biçimde girdiğinin, yıllar boyunca onun yedeğinde hareket ettiğinin en veciz bir anlatımıdır bu sözler. Yapılan tahlilinin toplum açısından zerrece bir değeri ya da sonucu olmamıştır. Ama bunun üzerinden girilen yol, verilen “örnek” sınav, SİP’e kaza bela bir yana sorunsuz, meşakkatsiz bir biçimde “TKP Açılımı”nı gerçekleştirmek imkanı sağlamıştır. “Komünist partisi” adı konusunda sürmekte olan açık yasağa rağmen, TKP kapatma davasının reddini isteyen Yargıtay başsavcısının 28 Şubat sürecinin yargıdaki has isimlerinden biri olduğunu söylemekle yetinelim.
(Devam edecek...)
Ek metin 1:
Susurluk sonrası ve devrimci sınıf çizgisi
3 Kasım 1996’ta Susurluk’ta gerçekleşen kaza devletteki çeteleşme ve çürümenin vardığı boyutları sarsıcı bir biçimde açığa çıkardı. Yarattığı öfke anında yeni bir kitle hareketini tetikledi. Tam bugünlerde TKİP Merkez Yayın Organı Ekim, Güncel Durum ve Devrimci Çizgi başlıklı bir başyazı yayınladı (Sayı: 159, 15 Aralık 1996). Yazı yayınlandığında ortada henüz ne TÜSİAD’ın zihinleri hedefleyen sis bombası (“Demokrasi raporu”!) ne de 28 Şubat müdahalesi vardı (ilkine daha bir ay, ikincisine üç ay vardı). Buna rağmen yazıdaki değerlendirmeler, bunların gerçekleşmesiyle oluşacak yeni durumu ve bunun ortaya çıkaracağı sorunları önden sezen bir açıklığa dayanmaktadır. SİP liderlerinin görmüş bulunduğumuz boş böbürlenmeleriyle daha ilk adımdaki bu TKİP değerlendirmesini yan yana koyunuz, gerçek komünistler ile iflah olmaz oportünistler arasındaki keskin ayrım çizgilerini bütün açıklığıyla göreceksiniz.
Güncel Durum ve Devrimci Çizgi başlıklı metin şu gözlemle başlıyor:
“Gitgide büyüyecek ve yayılacak olan yeni bir kitle hareketi ile karşı karşıyayız. Bu hareketin en belirgin özelliği, açık politik kimliği ve hızla devrimcileşmeye açık yapısıdır. Yeni hareketin açık politik kimliği, dosdoğru düzendeki çürümeye ve devletteki kokuşmaya tepkilerin bir ifadesi olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu niteliği ile hareket, toplumun ezilen ve sömürülen çok değişik katmanlarından insanları kapsamaktadır. Fakat halihazırdaki tüm göstergeler, işçilerin ve kamu çalışanlarının, onların kitle örgütlerinin, bu harekette asıl ağırlığı oluşturacağını gösteriyor.”
Son vurgu devrimci müdahalenin yoğunlaşacağı eksene işaret ediyor ve nitekim devamında bunun devrimci önderlik sorumluluğu kapsamındaki çok özel önemi vurgulanıyor.
SİP liderleri ortada bir devrim yok, ama her nedense “karşı-devrim yığınağı” sermaye düzeninin sağlıklı işleyişini bile zorlayacak anlamsız boyutlara ulaşmış durumda diyordu. Aynı konuda TKİP değerlendirmesi başka şeyler söylüyor:
“Yıllardır dizginsiz sömürü ve soygun politikalarının cenderesi içinde bunaltılan yığınları dizginlemek için rejim başka şeyler yanında iki etkili silah kullanıyordu. Devlet terörü ve şovenizm... İlki yıldırıp sindirme, ikincisi hedef şaşırtma işlevi görüyordu. Susurluk’un açığa vurduğu gerçekler, bu iki silaha büyük bir darbe olmuştur. Devletin iç yüzü, devlet terörünün perde arkası ve ‘bilinmeyen’ yönleri, kardeş bir halka karşı ‘ülkenin bütünlüğü’ adına yürütülen kirli yoketme savaşının gerisinde yaşanan pis işler ve ilişkiler açığa çıkmıştır.”
Daha ileride buna ilişkin açıklamalar özetleniyor: “Özetle, ‘Susurluk kazası’ yığınları fiziki ya da ideolojik etki yoluyla sınırlayan silahların ters tepmesine iyi bir vesile olmuştur. Deyim uygunsa, devlet ve şovenizm, ‘suçüstü’ yakalanmıştır. Bu, kitlelerin tepkilerini kamçılayan ve onları eylem konusunda cesaretlendiren bir rol oynadı.”
Ortada devrim bir yana düzeni zorlayan bir devrimci hareket yok diyen SİP liderleri, o devasa Kürt sorunu ile Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesini bir ayrıntı sayıyor olmalılar. Bunu görmezlikten gelenler ya da önemini küçümseyenler, devletteki çeteleşmeyi, çürümeyi ve kokuşmayı doğal olarak anlayamazlar. Bu nedenle de “karşı-devrim”in bu denli bir “yoğunluğu”nu kurulu düzen payına rasyonel bulmak bir yana “ayakbağı” sayarlar. Daha bir de kendi boş hayallere dayalı bu düşünüşlerini egemen sınıfa ve onun vurucu gücü orduya mal ederek, böylece onların yedeğine girmenin rasyonel bir gerekçesini yaratmış olurlar. Resmi devlet, hele de onun vurucu gücü olarak ordu, “gerici odakları” ve “faşist hareketi” buduyorken, bu “karşı-devrim yoğunlaşması”nı yöntemli müdahalelerle seyreltiyorken, böylece laik ve demokratik Türkiye’nin yolunu düzlüyorken, kollarını kavuşturup bekleyecek değiller ya.
TKİP değerlendirmesine dönüyoruz. Aktardığımız gözlemleri sürecin devrimci siyasal mücadele açısından sunduğu imkanlara ve toplumsal muhalefeti bekleyen tuzaklara ilişkin değerlendirmeler izliyor:
“Tüm devrimci kuvvetlerin önünde şimdi bu avantajları, devletin ‘suçüstü’ durumu ile egemen sınıf cephesindeki ‘iç çatlağın’ yarattığı elverişli zemini en iyi biçimde değerlendirmek sorumluluğu vardır. Yığınların açığa çıkan ilk tepkilerini güçlendirip yaymak, çeteleşen devlete ve onun kokuşmuş düzenine karşı başlayan sorgulamaları güçlü bir devrimci sınıf ve kitle hareketini geliştirmenin olanağı olarak kullanmak, devrime dayalı çözüm alternatifini emekçi kitlelerin geniş kesimleri arasında yaygınlaştırmak, mevcut durumu bu amaçlar için iyi bir fırsat olarak değerlendirmek sorumluluğudur bu.”
Aşağıya aldığımız uzun pasaj hiçbir ek açıklama gerektirmemektedir ve yirmi küsur yılın ardından TKİP payına bir onur belgesi olarak durmaktadır:
“Öncelikle egemen sınıf cephesinden kurulan ve solun reformist kesimlerinin kitle hareketine taşımada köprü rolü oynadıkları tuzaklar var. Kendi iç bölünmesi ve dalaşması ne olursa olsun, ‘kriz yönetmek’ ve krizlerden bir ‘fırsat’ olarak yararlanmak konusunda açık bir bakışa ve tutuma sahip olan egemen sınıf, ortaya çıkan son durumu da devletin bugüne kadarki yıpranmasını onarmanın bir olanağı olarak değerlendirmek istiyor. Sermaye medyasının aktif bir rol üstlendiği ‘temiz toplum’, ‘temiz siyaset’, ‘devleti devlete sızmış çetelerden temizleme’, ‘demokratik hukuk düzenini güçlendirme’ söylemi buna hizmet ediyor. Burjuva muhalefet aynı doğrultuda kampanyalar yürütüyor. Kirli ve kanlı işlerde en aşırıya kaçmış bazı çetelerin tasfiyesiyle bunda başarı sağlanmak isteniyor. Tasfiye edilmeye çalışılanların karşı direnci bu hesabı bugün için zora soksa da düzenin toplam olanakları düşünüldüğünde, burjuvazinin bunda belli bir başarı sağlaması ihtimal dahilindedir. Pisliğin, tartışılan tüm kanlı ve kirli işlerin gerisinde gerçekte MGK olduğu halde onun ve ordunun tartışma dışı tutulması, dahası mevcut çeteleşmenin üzerine ordunun basıncıyla gidildiği sahtekarlığı; kokuşmuşluğun bir parçası olan medyanın ‘çetelerin üzerine gitme’ görüntüsü içinde yeniden itibar kazanmaya çalışması; yaşanan çürüme ve kokuşmanın, kan ve pisliğin asıl kaynağı ve çeteleşmenin organik bir parçası olan tekelci sermayenin yine özel bir çabayla tartışma dışı tutulması; tüm bunlar, son gelişmelerin sunuluşunda karşı-devrimci propagandanın halihazırdaki başarılarıdır.
“Açıktır ki, mevcut durumdan devrimci doğrultuda başarıyla yararlanabilmek, aynı zamanda bu hesapları boşa çıkarmak ölçüsünde olanaklıdır. Oysa reformist sol ile ‘siyasal çözüm’cüler sermayenin ortaya çıkan yeni durumdan bir ‘fırsat’ olarak yararlanmasına açık ya da örtülü destek sunmaya dünden hazırdırlar.”
Ve nihayet “son gelişmeler”in ortaya çıkardığı iki temel alternatif ve bunun soldaki saflaşma bakımından belirleyici önemine ilişkin pasajlar:
“Son gelişmelerin ortaya çıkardığı durumun güncel alternatifleri şunlardır: Ya egemen sınıf bu krizi yıpranmış ve teşhir olmuş devletinin imajını yenilemenin, ona ‘temiz siyaset’ ve ‘hukuk kuralları içinde işleyiş’ cilası çekmenin, dahası, bunu kitlelere ‘demokratikleşmede yeni bir adım’ olarak yutturmanın olanağını bulacaktır. Ya da, bir bütün olarak devrim cephesi, yığınların mevcut tepkilerini ve eylemliliğini en iyi biçimde değerlendirecek, bunu yığın hareketinde yeni bir devrimci atılımın dayanağı olarak kullanacak, böylece devlet ve düzen bünyesinde oluşmuş çatlakları derinleştirmek başarısı gösterecektir.
“Birinci durumda, devlet ve düzen güçlenecek, egemen sınıf yılların kirli ve kanlı icraatlarının yolaçtığı yüklerin ağırlığından ve sorumluluğundan bu ‘fırsatı’ kullanarak sıyrılma olanağı bulacaktır. İkinci durumda ise, düzenin krizi bu kez devrimci bir kitle hareketi olgusuyla birleşerek yeni boyutlar kazanacaktır. Bunu başaracak bir devrimci kitle mücadelesi, ekonomik haklar ve siyasal özgürlükler alanında bir dizi mevzi elde etmekle kalmayacak, toplumsal ve siyasal soruların devrime dayalı çözüm alternatifi de kitlelerin daha geniş kesimleri içerisinde büyüyen bir destek bulacaktır.
“Ana ihtimaller bunlardır ve soldaki politik saflaşma da bugün buna göre şekillenmektedir...”
Yineliyoruz; ortada henüz ne TÜSİAD’ın sis bombası ne 28 Şubat var. Ama bunlarla daha bir açıklık kazanacak gelişmeleri görebilen bir devrimci değerlendirme var. Aynı açıklığın ve devrimci tutarlılığın TÜSİAD’ın aldatıcı çıkışı, 28 Şubat’ın mahiyeti ve onun uzantısı olarak aynı yılın sonunda Milli Güvenlik Siyaset Belge’sinde yapılan güncellemeler konusunda da gösterildiğini söylememize gerek yok.
“Siyasal akıl yitimi” iddiasının gerçek muhatabını bulabilmek için, Kaza’yı izleyen haftalara (15 Aralık 1996) ait bu değerlendirmeyi alıp, SİP’in 28 Şubat’tan bir yıl sonra hala tekrarlanan o çok “özgün tahlili” ile karşı karşıya koymak yeterlidir. Ama SİP’inki basitçe bir akıl yitimi değildir. SİP, çok bilinçli bir tutum ve tercihle kentli ilerici orta sınıfın özlemlerine ve beklentilerine tercüman olmuştur. 28 Şubat sürecinde, bu süreçten laik, demokratik ve aydınlanmacı çizgideki bir Türkiye, kültürlü kent orta katmanları için tatmin edici bir beklentiydi. SİP’in yaptığı bunun sözcülüğüne soyunmak olmuştur. Temaları kısmen değişmiş olsa da hala da yaptığı budur.
Ek metin 2:
Ordu ve irtica
(Parça)
Ekim, Sayı: 171, 15 Haziran 1997
Ordu Sincan’daki tank gösterisiyle darbe sopasını eline almıştı. Onu izleyen 28 Şubat tarihli MGK toplantısı kararları bu sopaya gerekli siyasal-hukuksal dayanakları sağladı. Amerikancı generaller toplumun karşısına irticaya karşı laikliğin ve çağdaşlığın bekçisi rolünde çıktılar. Dikkate değer olan, iç politikadaki bu “çağdaşlık” çıkışının, dış politikada saldırgan ABD-İsrail-Türkiye eksenini pekiştiren adımlarla tamamlanmasıydı. Her MGK toplantısı sürecinde gerilimi gitgide artırılan bu “irtica karşıtı” basınç, son Genelkurmay brifingleriyle birlikte hükümete karşı açık bir savaş ilanı biçimini aldı.
(...)
Türkiye’de sosyal mücadelelerin büyük bir sıçrama yaptığı ve bu zeminde solun büyük bir güç kazandığı ‘60’lı yıllardan beri, ordu ve dinsel gericilik, düzenin iki temel dayanağı ve silahı olarak öne çıkmışlardır. Ordu’nun işlevi bellidir. Alt sınıfların sosyal mücadelelerini belli periyotlarla gündeme getirilen askeri darbelerle dizginlemek ve bunun ürünü olan devrimci birikimi ezmek. Ordunun emekçi sınıf ve katmanların ileri kesimlerine karşı yaptığını, düzenin bizzat besleyip desteklediği dinsel gericilik ise, aynı sınıf ve katmanların geri kesimleri üzerinden farklı bir biçimde yapageldi. Ordu ileri kesimleri dizginleyip ezerken, dinsel gericilik aynı şeyi geri kesimleri aldatıp afyonlayarak yaptı.
‘70’li yıllardaki devrimci yükselişten büyük ürküntü duyan sermaye düzeni, 12 Eylül’ün ardından dinsel gericiliğe siyasal ve kültürel cephede görülmemiş bir geniş alan açtı. Bugün “irtica karşıtı” rolü oynayan ordu, 12 Eylül icraatıyla bu alan açma operasyonunun doğrudan planlayıcısı ve uygulayıcısıydı. Türk-İslam sentezi bu dönemde resmi ideoloji haline getirildi, imam-hatip okulları, camiler, kuran kursları vb. bu dönemde en büyük patlamayı yaptı. Bizzat ordu Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı dinsel ideolojiyi bir silah olarak kullanma yoluna gitti. Ve en önemlisi, 12 Eylül’de süngü zoruyla uygulanan iktisadi ve sosyal politikalar yığınları görülmemiş bir yoksulluğa, sosyal-kültürel yıkıma sürükledi. Her türlü ilerici çıkışın ve demokratik hakkın boğulduğu, yığınların yoksullukla el ele giden bir çaresizliğe mahkum edildiği bu sosyal-kültürel ortam, dinsel gericiliğin palazlanmasına son derece uygun bir zemin oluşturdu.
(...)
Bu siyasal oyunun vahim yanı, toplumsal muhalefeti şaşırtmada ve etkisizleştirmede, dahası sosyal-demokratların ve hain sendika bürokratlarının marifetiyle bizzat generallere yedeklenmesinde sağlanan görülmemiş kolaylıktaki başarıdır. Neredeyse 30 yıldır dinsel gericiliği kullanarak ilerici toplumsal muhalefeti dizginleyenler, şimdi toplumsal muhalefeti yedekleyerek dinsel gericiliği dizginlemeye çalışıyorlar.
(...)