“Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça…”

Bugün, artık TKP içindeki yarılma nihayete ermek üzere. TKP tüzel kişiliği tarafsız bir heyete temsil edilirken, Okuyan-Güler hizbi “Komünist Parti” adı ile yollarına devam edeceklerini açıklamış durumdalar. Çulhaoğlu-Baş hizbinin ise şu an için yola nasıl devam edeceğine dair bir açıklaması bulunmuyor.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 23 Temmuz 2014
  • 16:18

Bir elmanın iki yarısı

 

Türkiye sol hareketi geçtiğimiz günler içinde burjuva siyaset arenasına rahmet okutacak bir olaylar dizisini SİP geleneği sayesinde yaşadı. Aynı günde iki ayrı kongre toplayıp iki ayrı MK seçmeyi başaran kapkaççı “TKP”liler, muhtemeldir ki dünya siyasal tarihinde de bir ilke imza atmış oldular. Giriştikleri bilek güreşini nihayete erdiremedikleri noktada ise “TKP”yi güvenilir bir heyete “emanet ederek” anlaşmalı boşanma kararlarını kamuoyuna duyurmuş oldular!

Özellikle yaşanan iç tartışmaların sanal dünya eliyle ortalığa saçılmasının ardından dile getirilen karşılıklı söylemlere bakıldığında tartışmaların ekseninin Haziran Direnişi üzerinden şekillendiği gibi bir izlenim oluşuyor. Kuşkusuz bunun belli bir karşılığı da var. Zira, tüm toplumu derinden sarsan bu önemli direnişin ona öncülük etme iddiasında olan siyasal akımları da sarsmasından, kendisini sorgulayıp yenileme arayışına yöneltmesinden daha doğal bir şey olamaz. Ancak, burada anlaşılmaz olan “kanatlı TKP”nin her iki kanadının da partinin siyasal ve ideolojik hattında hiçbir kusur görmeden, yöntem sorununa dair “düşünce ve eğilim farklılıklarını” iki ayrı kongre toplayıp iki ayrı MK seçecek noktaya vardırmasıdır. İşin aslına bakılırsa, yaşanan, “kanatlı” demagoglarımızın tartışmalarını politik bir eksene oturtma çabası (elbette iç gerilimlerinin sanal dünyaya taşınmasının ardından) ve bu çaba içerisinde ilerici kamuoyunu ve daha da kötüsü kendi parti tabanlarını en hafif tabiri ile ‘ti’ye almalarıdır.

Haziran tartışmaları ekseninde “TKP” bölünmesi

Biz yine de, öncelikle söyleneni veri alalım. Öyle yapalım ki, hem tartışmamız doğru bir eksenden şekillensin, hem de ayrışmanın başını çeken “kanatlı” demagoglarımızın sahtelikleri kendi söylemlerinin içinden ortaya çıksın.

TKP’nin yaşadığı ayrışma ilerici kamuoyunda, ama daha çok da kendi parti tabanlarında gençler/ihtiyarlar bölünmesi olarak dillendiriliyor, formüle ediliyor. Bu, elbette ki ortaya bir yaş skalası konulup bölünmenin gerçekleştiği anlamına gelmiyor. Bu durum daha çok, FKF çalışmasını denetlemekte zorlanan Okuyan-Güler hizbinin yarattığı iç gerilime Metin Çulhaoğlu’nun da dâhil olması ile yaşanan yarılmanın örgütsel tablosunu ifade ediyor. Aslına bakılırsa, dışarıdan bakan bir gözle bile kavranması zor olmayan bu tablo, yaşanan ayrışmanın Haziran Direnişi ile ilgili en temel boyutunu oluşturuyor.

Zira, Haziran Direnişi tüm toplumu derinden sarsmakla birlikte en derin kırılmayı gençlik içerisinde yaratmış oldu. Liseli gençlik başta olmak üzere ezici bir gençlik kesimi Haziran Direnişi’nde ve sonrasında tüm bir yıl boyunca direniş ruhundan bir adım geri atmadı, her fırsatta soluğu sokakta ve barikat başlarında aldı. Böyle bir tabloda kadro potansiyelinin ezici bir çoğunluğunu üniversiteli gençliğin oluşturduğu TKP’nin kriz yaşamaması mümkün değildi. Çünkü o TKP, “İstanbul’un kapılarını NATO’ya kapatarak” soluğu serin deniz sularında alıyor, on binler “boyun eğmeyerek” Haziran Direnişi’nin yıldönümünde Kızılay’ı zorlarken “her şeyin başladığı yere” Kuğulu Park’a yürümeyi tercih ediyordu. “Herkes Mersin’e giderken tersine giden” bu tutumların gençliğin taşıdığı devrimci potansiyel ile birlikte sorgulanmaması mümkün değildi.

Muhtemeldir ki, TKP MK’sı içinde bu sürecin en kritik ama en fazla yıpranan ismi de Erkan Baş oldu. Zira, “partiyi gençlere emanet etmek” olarak formüle edilse de başkanlığı partideki iç iktidar mücadelesini rahatlatma hedefine borçlu olan Erkan Baş, gençliğin dinamizmini tersine sürüklemek ile yükümlü kişi konumuna gelmiş oluyordu. Bu görevi yerine getirememek ya da eleştirmek ise Okuyan-Güler hizbi için kabul edilemezdi. Kendi ifadesi ile Metin Çulhaoğlu ise, Kemal Okuyan’ın “oğlu yaşındaki insanları ‘hasım’ gibi görüp tasfiyesini istediğini fark ettiği an ‘bu kadar da olmaz!” diyerek harekete geçiyor, TKP MK’sı içindeki yarılma geri dönülmez bir noktaya doğru yol alıyordu.

Hikayemizin buraya kadar olan kısmında Çulhaoğlu-Baş ikilisinin başını çektiği kanadın diğer kanada göre söyledikleri ile daha tutarlı bir duruşu olduğu düşünülebilir. Hatta TKP’nin genç kadroları için bu tutarlılığı (ya da arayışı) genel bir tablo olarak da ortaya koymak mümkün. Ancak, M. Çulhaoğlu’nun siyasal geçmişini az-çok bilenler için böyle bir tutarlılık aramak abesle iştigal olacaktır. Zira, bugünkü tablo ile çok örtüşmese de Çulhaoğlu’nun “Gelenekçiler” ile geçmişte bir ayrılma ve barışma hikayesi daha var. Bugün, Haziran Direnişi’nin ardından “toplumsal muhalefetin diğer katmanları ile ortak hareket etme gerekliliğini” vurgulayan Çulhaoğlu’nun bu ayrılık hikâyesi hiç de tesadüf olmayan bir biçimde ÖDP’nin kuruluş öncesi sürecine denk geliyor. Yani sahip olduğu aydın egoizmi ile M. Çulhaoğlu, kendisine daha sağlam bir koltuk edinmek için önüne çıkan her fırsatı büyük bir ustalıkla (ki bu ustalığı da büyük oranda bugünkü hasmı K. Okuyan’a borçludur) değerlendirmeye çalışıyor. Çulhaoğlu’nun hicivli yazısında ifade ettiği gibi SİP ile yollarını ayırdığı dönemde çıkardığı “Sosyalist Politika” dergisi etrafında kurduğu çevreyi gizli bir şekilde sürdürüp sürdürmediği, hatta bu çevreden kimi insanları Okuyan-Güler hizbi içine sızdırıp sızdırmadığı bilinmez, ama TKP MK’sının bu önemli isimlerinin bu konuda birbirlerine karşı en ufak bir yoldaşça güvenleri bulunmadığından, hatta Okuyan-Güler ikilisinin gece rüyalarında Çulhaoğlu’nun böyle bir şey yapıp yapmadığını kendilerine sorduklarından şüphe duymamak gerekir.

Az önce de ifade ettik. Çulhaoğlu için durum hayatı boyunca kendisine sağlam bir koltuk edinememiş, bir türlü bir kitle tabanına sahip olamamış bir aydının depresyonlu ruh halidir. Onu, temel çerçevesini Okuyan-Güler ikilisinin çizdiği ideolojik-politik çizgiye en ufak bir eleştiri yöneltmeden ayrı bir kongre toplamaya, ayrı bir MK oluşturmaya iten işte bu aydın egoizmidir. Çulhaoğlu, eğer sorgulamasında samimi olsa idi, eminiz ki “entelektüel birikimi” Haziran Direnişi içinde TKP’nin ideolojik-politik çizgisini yerden yere vuracak fazlası ile veri elde etmeye yeterdi. Ya da örneğin geçmiş yıllarda partilerine birlikte açtırdıkları “Bu ülkeyi böldürtmeyeceğiz!” pankartının arkasındaki ideolojik kavrayışı görebilir, ortaya serebilirdi.

Okuyan-Güler hizbi için ise durumun çok daha vahim olduğunu belirtmek gerekiyor. Zira, her şeyden önce bu ikili “geleneğin” mimarları olarak boy gösteriyorlar. Hemen her bölünme hikâyesinde olduğu gibi hasımlarını da geleneğe ihanet etmek ile suçluyorlar.

Biz burada, bu ikilinin sahip olduğu ideolojik-politik çizgi üzerinde uzun uzadıya durmayacağız. Bu, hem konumuz kapsamında gereksiz, hem de geçtiğimiz aylarda K. Okuyan’ın Haziran Direnişi’nin ardından çıkardığı kitap vesilesi ile ele aldığımız bir konu. Burada esas olarak, TKP’deki bölünme vesilesi ile Haziran Direnişi ekseninde dile getirilen kimi tutarsız düşünce ve söylemleri ifade etmek ile yetineceğiz.

Yarılmanın görünürdeki politik nedeni Haziran Direnişi olduğu oranda ya da başka bir ifade ile Çulhaoğlu-Baş hizbi tartışmayı Haziran Direnişi üzerinden gerekçelendirmeye başladığı anda Okuyan-Güler hizbi için hasımlarını “gelenek” düşmanı ve “likidatör” ilan etmenin ötesinde tek seçenek olarak Haziran Direnişi’nin önemine dair abartmalardan kaçınmak ve hasımlarını “Haziran goygoycusu” ilan etmek kalıyor. Okuyan’a göre TKP, Türkiye işçi sınıfının partisi imiş! Haziran Direnişi’nde Türkiye işçi sınıfı etkin bir biçimde sahneye çıkmamış iken diğer toplumsal mücadele dinamikleri ile ortaklaşma zeminleri aramak ise tasfiyeci bir eğilim anlamına geliyormuş. Kuşkusuz, Okuyan’ın bu söylemini kendi pratik gerçekliğinden kopartıp teorik bir soyutlama düzeyine yükselttiğimiz anda doğru bir değerlendirme olarak kabul edebiliriz. Ancak burada birkaç soru karşımıza çıkıyor. İlki, bir işçi sınıfı partisi olarak TKP’nin, ve onun ideologu olarak Kemal Okuyan’ın Haziran Direnişi ardından kaleme aldığı hiçbir değerlendirmede bu sınıfsal eksende bir bakışa biz rastlamadık. Dolayısıyla, K. Okuyan niçin şimdi, yani tam da partinin genç tabanı kendilerini yeterince devrimci olmamakla itham etmeye başladığı anda böyle sınıfsal bir değerlendirme yapma ihtiyacı hissediyor? “İşçi sınıfı partisinin” ideologu olarak K. Okuyan, işçi sınıfının ve kapitalizmin gelişiminin en temel unsuru olan “kentlileşmeyi” nasıl oluyor da ancak Haziran Direnişi’nin adından keşfedebiliyor? Buradan ise sınıf çalışmasında stratejik bir yönelimi değil ama, aydınlanmacı ruha yatkın olan beyaz yakalı işçi çalışmasını çıkartabiliyor, açıkçası anlayabilmek pek mümkün değil.

İkinci olarak, toplumsal mücadelenin militan ruhunu temsil eden diğer toplumsal muhalefet kesimleri ile değil ama burjuva aydınlanmacılığını temsil eden CHP’nin ulusalcı kanadı ile yıllardır, ama daha çok da Haziran Direnişi’nin ardından dirsek temasını güçlendiren, birleşme zeminlerini arayan Kemal Okuyan’ın bizzat kendisi değil midir? Partinin beyni olarak ortaya attığı “soL cephe” politikasında niçin bu temel ilkeleri es geçmiş, hatta “soL cephe” kuruluş toplantısında CHP’ye yönelik yapılan eleştirel konuşmaların ardından kürsüye çıktığında “CHP’yi eleştirmenin yeri burası değil!” deme ihtiyacı hissetmiştir. Ve bunların hepsinden önemlisi, Haziran Direnişi “aydınlanmacı bir hareket” iken, işçi sınıfı burada etkin bir güç olarak sahnede yerini almamışken Haziran Direnişi’ne TKP’nin damgasını vurduğunu, öncülük ettiğini iddia etmek ne anlama gelmektedir?

Eğer bu beyler, “Boyun eğme!” sloganının kitlelerdeki sahiplenme düzeyinden böyle bir sonuca varıyorlarsa belirtmek gerekir ki fazlası ile yanılıyorlar. Zira, o kitleler her ne kadar bu sloganı benimsemiş olsalar da kendi mücadeleleri ile sahiplendikleri sloganı ortaya atanların politik ve pratik tutumları arasındaki derin açıyı da kavrayabilecek bir bilinç düzeyine sahiptir.

Bununla birlikte sınıf çalışmasından, kimi sendikalarda tuttukları yönetici ve uzman koltukları ile adam kafalamayı algılayan bir tarz ve kültürün işçi sınıfı partisinin tarz ve kültürü olmayacağı açıktır.

Bir dipnot olarak, temel ifadesini FKF tabanının yarattığı örgütsel yarılmada bulan bu bölünmede Okuyan-Güler hizbinin “Atılım Kongresi” ile aldıkları önlemler de dikkat çekicidir. Genel politik güzellemeler bir tarafa “Atılım Kongresi”nin tüm kararları, partinin hiçbir çalışma alanında seksiyon örgütlenmesine gitmeyeceği yönünde kararlı vurgularla tamamlanmaktadır.

Ancak söz konusu olan K. Okuyan gibi usta bir demagog olunca, “reel politik hesaplar” ile tüm gerçeklerin iğdiş edilmesi, teoride keskin bir sınıf devrimciliği ile ortaya çıkılırken pratikte bununla taban tabana zıt bir pratik hattın inşa edilmesinden daha doğal bir durum olmuyor.

Bölünmenin ekonomi politiği

Ortaya atılan tüm iddialar bir tarafa, TKP bölünmesinin en kritik tarafını ortada kalan mirasın paylaşılması sorunu oluşturuyor. Zira, yaşanan yarılma sosyal medya eliyle ortalara saçılmadan önce de bu gerilimlerin devam ettiğini, ancak gerilimin geri döndürülemez noktaya vardığı anda temel tartışmanın mirasın kimin elinde kalacağı sorusuna kilitlendiğini biliyoruz. Kaldı ki, somut bilgilerin ötesinde tüm bu tartışmalar boyunca ortada dönen protokoller, “eşdeğer” kongreler, dahası bu eksende dile getirilen karşılıklı suçlamalar tüm tersi iddiaların aksine bu miras kavgasını ele veriyor.

Kuşkusuz bu miras kavgasının en kritik eşiğini 13 Temmuz günü gerçekleştirilen kongreler oluşturuyordu. İç tartışmaları içinde bir sonuca varamayan, parti içinde topyekûn bir süreç ile tartışmayı siyasallaştırmaktan ve nihayete erdirmekten özenle kaçınan her iki “kanat” için de en uygun seçenek “kimin daha fazla üyeyi toplayacağı”nı görecekleri bir kongreler yarışına girmekti.

Kongreler öncesi dönemde her iki kanat da, ayrışmanın ideolojik-politik bir hattı olmadığını özenle vurguluyor, kongrelerde birbirlerine “yoldaşça” selamlar gönderiyor, bununla birlikte ise parti tabanının TKP geleneğini kimin temsil ettiğini seçmekte güçlü bir irade koyacağına olan inançlarını ifade ediyorlardı. Atılım Kongresi’nde ifadesini bulan Okuyan-Güler hizbi bu inançlarını kongre ön sürecinde çıkardıkları bültende “iki eşdeğer kongre” süreci ile sonucun nasıl belirleneceğine olan düşüncelerini şöyle ifade ediyorlardı: “Türkiye Komünist Partisi, hangi sürecin kendisini yansıttığını, hangisinin partinin değerlerinden açıkça uzaklaşmayı temsil ettiğini görecek, ayırt edecek olgunluğa, birikime sahiptir…. Bunun ötesinde kongrelerin değerlendirilip notlanacağı bir merci olamayacağı açıktır.” Gelin görün ki, iç tartışmalarını bütünlüklü bir kongre içinde tamamlayıp çözme iradesinden yoksun olan TKP’nin “iki kanat arasında seçim yapacak” bir olgunluk ve birikime de sahip olmadığı kongrelerin tablosu ile ortaya çıktı. Aynı salonda olmasalar bile karşılıklı söylemlerdeki siyaset dışı ve kişiselleşmiş tartışmalar bir tarafa, her iki kanadın birbirine yakın sayıda üyeyi kongre salonlarına toplamış olması her iki kanat için de “kapkaç” fırsatını ortadan kaldırıyordu. Böylece, “ideolojik-politik bir altyapısı olmamasına rağmen birlikte yürümenin imkânsız hale geldiği” yani tüm tartışmaların kişiselleştiği böylesi bir atmosferde boşanmanın ekonomi politiği, yani mirasın nasıl paylaşılacağı sorunu, iki kongrenin değerlendirilip notlanacağı bir merciye havale edilmiş oluyordu.

Her fırsatta sayıları yarıştırmayacaklarını söyleyen Okuyan-Güler hizbi, kongreler sonrası yaptığı açıklamalarda, 300 kişilik bir üstünlüğe sahip olduğunu özellikle vurguluyor, bunun dışında her iki “kanat” da kongreleri ile birlikte partiyi temsil etme ehliyetinin kendisinde olduğunu iddia ediyordu.

Ortak bir kongrede politika tartışmaktan kaçanların, siyasal geleceklerini “kongrelerin değerlendirilip notlanacağı bir merci”ye havale edenlerin bu merciden ortaya çıkardıkları sonuç ise bir başka ibretlik belge oldu. “Kapkaççı” siyasetin simgesi haline gelen “kanatlı” demagoglar birbirlerinden kapamadıkları partiyi, başkasının da kapmasına engel olmak için TKP’nin tüzel kişiliğini tarafsız bir heyete temsil etmeyi seçmiş oldular. Burjuva basına “anlaşmalı boşanma” başlıkları ile taşınan bu tabloda TKP’nin tüzel kişiliği dışında kalan mirasın paylaşımı için ise tarafların görüşmeye devam edeceğini kamuoyuna açıklamış oldular.

Bu tablo, TKP içindeki yarılmanın ibretlik durumunu görmek için de fazlası ile önemlidir. Döne döne ifade ettiğimiz gibi, politika tartışamayanların tutuştukları miras kavgası her iki “kanadın” da gerçek kimliğini ve sahip olduğu çizgiyi göstermektedir. Aynı çatı altında protokoller ile yol yürüyenler, tutuştukları miras kavgasında sonuca ulaşana kadar parti yayınlarını “kimin yazacağı” tartışması yüzünden askıya alanlar, açıktır ki ne işçi sınıfının partisi olabilirler, ne de toplumsal mücadelenin herhangi bir kesimini temsil edecek ehliyete sahip olabilirler.

Burada, geçmiş yıllarda bir sendika çalışanı dostumuzun sendikal bürokrasi üzerinden yaptığı bir hatırlatmayı anmakta fayda var. Bu dostumuz, sendikal bürokrasinin sadece maddi çıkar ekseninde değerlendirilmemesi gerektiğini, aynı zamanda bir siyasal prestij meselesi olduğunu söylüyordu. Açık ki, söz konusu olan bir siyasal parti olduğunda bu konu çok daha kritik bir hal alıyor. TKP içindeki yarılmada ise bir yandan partinin maddi mirası için kıyasıya bir yarışa girseler de “kanatlı” demagoglarımızın asıl yarışını tam da bu siyasal prestij üzerinden okumak gerekiyor.

“Halka yalan söylemek suçtur”

Bugün, artık TKP içindeki yarılma nihayete ermek üzere. TKP tüzel kişiliği tarafsız bir heyete temsil edilirken, Okuyan-Güler hizbi “Komünist Parti” adı ile yollarına devam edeceklerini açıklamış durumdalar. Çulhaoğlu-Baş hizbinin ise şu an için yola nasıl devam edeceğine dair bir açıklaması bulunmuyor. Bununla birlikte partinin mal varlığı üzerindeki paylaşımın da yavaş yavaş çözüme doğru yol aldığı görülüyor. Aydemir Güler, uzun bir aradan sonra solportal’da yazdığı yazıda bu tabloyu ifade ediyor. Karşı tarafı likidatör olmakla suçlayan ve likidasyonu başarı ile püskürttüklerini iddia eden Güler’in yazısından anlaşıldığı kadarı ile solportal Okuyan-Güler hizbinin elinde kalmış görünüyor.

Tüm bunlarla birlikte, bir yandan hasımlarını en ağır ifadelerle eleştirseler de her iki kanat da ilerleyen süreçte yolların yeniden birleşeceğine dair vurgular yapmaktan geri durmuyorlar. Karşılıklı olarak tabanlara yapılan güzellemeler biçiminde olsun, veya bildiğimiz ilkesizlikleri ile yolları yeniden kesişsin bu vurguların ortaya serdiği, kendilerinin de ifade ettiği gibi ayrışmanın ideolojik-politik bir nedeni olmadığı gerçeğidir. Yöntem sorunu veya örgütsel konular olarak ifade etseler de yaşanan tartışmaların, özünde tüm başarı iddialarının aksine Haziran Direnişi ve ardından gerçekleşen seçim sürecinde yaşanan hezimetlerin sonucunun kime fatura edileceği tartışması olduğu görülüyor. Geleneklerine “helal” getirmeyen Okuyan-Güler hizbi suçlu olarak parti çizgisini kavrayamayan genç kadroları ilan eder, hedef tahtasına Erkan Baş’ı çakarken, M. Çulhaoğlu ise bu süreci bugüne kadar elde edemediği etkin bir pozisyonu elde etme telaşı ile değerlendirme yolunu tutuyordu. Sonuç ise iki tarafında beklemediği şekilde kılıçların bütünüyle kuşanıldığı bir yarılma ortaya çıkardı.  

Tam da bu nedenle bu yarılmada ayrışmalarına kılıf giydirmeye yönelik her çabaları halka ve parti tabanlarına söylenen bir yalandan ibarettir. TKP’nin gayrı-resmi yayın organı olan soL gazetesinin sloganında ifade ettikleri gibi de “Halka yalan söylemek suçtur!” Bu suçla hesaplaşacak olanlar ise öncelikle, devrime ve komünizme samimiyetle inanan TKP kadrolarıdır.