Burada sunduğumuz metin Bağımsızlık ve Devrim (1998) kitabının XI. ve XII. bölümlerinin kısaltılmış biçimidir. Buradaki yayının amacına uygun düşmeyen polemik bölümleri mümkün mertebe çıkartılmıştır. Orijinali kapsamlı bir konferans olan metnin bundan kaynaklanan anlatım dilinde yer yer ufak tefek değişiklikler yapılmıştır. Orijinal başlığı “Türkiye’nin modern tarihi ışığında ‘devralınan miras’” olan metne ara başlıklar buradaki yayın vesilesiyle konulmuştur. İlgi duyan okurlar metnin orijinal tam biçimine Bağımsızlık ve Devrim kitabından ulaşabilirler...
Metni Tarihsel TKP eksenli inceleme ve eleştiri dizisinin tamamlayıcı bir parçası olarak sunuyoruz. Tartışmaların tarihsel arka planının genel çizgiler içinde de olsa anlaşılmasına katkı sağlayacağına inanıyoruz.
I
İmparatorluğun yarı-sömürgeleşmesi
Batıda sanayi devrimi 18. yüzyılın sonlarına doğru başladı ve asıl sonuçlarını 19. yüzyılın ilk yarısında gösterdi. Sanayi devriminin dünya tarihi açısından temel önemde sonuçlarından biri, dünya pazarının oluşumu oldu. Batının, somutta “dünyanın atölyesi” İngiltere’nin, makina ürünü ucuz mallarının tüm dünyayı istila etmesi ve böylece henüz feodal toplum koşulları içinde bulunan ülkelerde el emeğine dayalı geleneksel sanayinin yıkımı, dünya pazarının oluşması olgusunun bir yönüdür. Bu yıkımı yaşayan ülkeler böylece Batının mamul malları için kârlı sürüm pazarlarına dönüştüler. Bu ülkelerin Avrupa kapitalizmi için ucuz hammadde kaynaklarına dönüşmesi ise aynı sürecin ve olgunun öteki yüzü oldu.
19. yüzyılın ilk yarısının bu evrensel olgusu, feodal Osmanlı toplumu bünyesindeki gelişmeleri de belirledi. Batılı ülkelere daha 16. yüzyıldan itibaren peyderpey tanınan kapitülasyonlar, asıl yıkıcı etkilerini 19. yüzyılın bu aynı döneminde gösterdi. Batının mamul malları İmparatorluğa serbestçe akmaya başladı ve geleneksel el sanayii hızla tasfiye sürecine girdi. 1838 Serbest Ticaret Antlaşması, bu aynı sürece yeni boyutlar kazandırdı. Böylece, Osmanlı toplumunun feodal bünyesinde çözülmeler yaratan ve İmparatorluğu yarı-sömürgeleştiren süreç başlamış oldu.
Bu süreç asıl ivmesini yüzyılın ortalarından itibaren kazandı. Borçlar ve demiryolu imtiyazları, yüzyılın ortasından itibaren Osmanlı devletini köleleştiren, yüzyılın sonunda onu “%90 sömürge” (Lenin) haline getiren sürecin temel araçları oldular. Son derece ağır koşullarda verilen borçlar ve olağanüstü elverişli koşullarda alınan demiryolları imtiyazları, Osmanlı devletini, onun ticaretini ve maliyesini, her açıdan Batılı kapitalist devletlere bağladı. İlk borç 1854’te Kırım savaşının finansmanı için alınmıştı. Yirmi yıl sonra, 1875’de, Osmanlı devleti borçları ödeyemeyeceğini açıklayarak iflasını ilan etmek zorunda kaldı. Bunu Düyun-u Umumiye’nin kuruluşu izledi. Düyun-u Umumiye, alacaklı devletlerin Osmanlı devletinin gelirlerine doğrudan el koyarak, tahsilat işini bizzat üstlenmeleri demekti. Böylece, kapitülasyonlar nedeniyle her türlü gümrük bağımsızlığından zaten yoksun olan İmparatorluk, mali bağımsızlığını da tümden yitirmiş oldu. Düyun-u Umumiye idaresi Osmanlı maliyesinin yerini aldı. Bunu, İngiliz-Fransız ortaklığı bir yabancı banka olduğu halde Osmanlı merkez bankası gibi çalışan Osmanlı Bankası ile Osmanlı devletinin en önemli ihraç maddesi olan tütün tekelini eline almış olan “Reji” tamamlıyordu. Tüm bu emperyalist kuruluşlar kendi örgütleri aracılığıyla, hukuksal, idari ve zaptiyesel yetkilerle donatılmış halde, dolaysız olarak üretici köylülerle bizzat yüzyüze geliyor, artık ürüne doğrudan el koyuyorlardı.
Gerek demiryolu yatırımları, gerekse bunun ayrı bir hız ve kapsam kazandırdığı ticari dolaşım ve öteki yatırımlar, kuşku yok ki feodal yapıyı çözüyor, meta üretimini, para-meta ilişkilerini İmparatorluk bünyesinde yaygınlaştırıyordu. Bu böyle olmakla birlikte, gerek Osmanlı borçları ve gerekse demiryolu imtiyazları için ayrılmış gelirlerin, ki bunlar feodal vergilerden başka bir şey değildi, bizzat emperyalist sömürünün dolaysız konusu olması olgusu burada dikkate değerdir. Bu, o çağda ve 20. yüzyılın ilk yarısında birçok başka sömürge, yarı-sömürge ülkede de rastlanan evrensel bir olgudur. Emperyalist kölelik ve sömürünün feodal ilişkiler ve sömürü yöntemleri ile birleştirilmesinin tipik bir örneğidir.
20. yüzyıla dönüldüğünde, Osmanlı İmparatorluğu, emperyalizmin çok yönlü egemenliği altında tipik bir yarı-sömürge yarı-feodal ülke durumundadır. Ticareti, ulaşımı, maliyesi, bankacılık işleri, ihraç edilen tarımsal hammadde üretimi, madenciliği, özetle iktisadi yaşamın tüm temel alanları emperyalizmin denetimine girmiş, büyük bir sömürü ve soygunun konusu haline gelmişti. Osmanlı devletinin feodal karakterdeki vergi gelirlerinin bile bizzat Düyun-u Umumiye tarafından köylüden tahsil edildiğini gözönüne aldığımızda, kapalı köylü ekonomisinin bile emperyalist sömürünün etki alanına girdiğini söyleyebiliriz.
Emperyalizmin iç toplumsal dayanakları, Osmanlı sarayının temsil ettiği feodal aristokrasi ile 19. yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmelerin şekillendirdiği komprador burjuvaziydi. Daha çok azınlıklara mensup tüccarlar ile yine daha çok azınlıklardan oluşan ve Galata Bankerleri diye bilinen asalak kategori, bu burjuvazinin asıl çekirdeği durumundaydı.
1908 Devrimi ve emperyalist dünya savaşı
Buradan İttihat ve Terakki’ye ve onun önderlik ettiği 1908 Devrimine geçebiliriz. Bu akım ve onun önderlik ettiği 1908 hareketi, Türk-Müslüman burjuvazisinin siyasal ağırlığını koymaya yönelik bir ilk tarihsel girişimi olmak bakımından ayrı bir önem taşıyor. Komprador burjuvazinin daha çok azınlıklara mensup unsurlardan oluşması, emperyalistlerle iktisadi-ticari ilişkilerin büyük ölçüde bunlar kanalıyla sürdürülmesi, Türk ticaret burjuvazisinin, daha doğrusu bu burjuvazinin toplumsal şekillenmesiyle kıyaslanamayacak bir gelişme gösteren onun temsilcisi konumundaki politik akımın muhalefetini artırıcı bir etkendi. 1908 Devrimi bu muhalefetin ürünü oldu. Bunun son derece güdük, demokratik ve halkçı muhtevadan esası itibarıyla yoksun, sınırlı bir üst tabaka hareketi olduğunu biliyoruz. Bu nedenle meşrutiyetin yeniden ilanı biçimindeki bir anayasal tavizle sınırlı kaldı. İttihat ve Terakki elbette ki kapitülasyonlara karşıydı, gümrük bağımsızlığından yanaydı ve Düyun-u Umumiye’de ifadesini bulan ağır mali kölelikten rahatsızdı. Fakat buna karşı yapabileceği fazla bir şey de yoktu. İttihat ve Terakki, feodal aristokrasiyle, sarayla ve elbette ki emperyalizmle içiçe bir akımdı. Bunlarla uzlaşarak ve anlaşarak temsil ettiği sınıfa yer açmaya çalışıyordu. Bu ise doğal olarak hiçbir ciddi sonuç yaratamazdı.
İttihat ve Terakki’nin yapmak istediklerini Alman emperyalizminin tam güdümünde savaşa girerek gerçekleştirmeye çalışması, onun bu karakterinin bir yansımasıydı. Ancak savaş sayesinde savaşmakta olduğu ülkelerin kapitülasyonlarda ifadesini bulan ayrıcalıklarını tek taraflı olarak iptal edebildi ve iç pazarı koruyan gümrük uygulamaları başlattı. Fakat güdümüne girdiği Alman emperyalizmini bundan muaf tutması, atılan adımların sınırlarına ve karakterine ışık tutmaktadır. Fransız-İngiliz emperyalist bloğuna karşı atılan bu adımlar emperyalizme karşı bir tutumun ifadesi değildi, emperyalistler arası çelişkilerden yararlanarak mevzi kazanmaktan öteye bir anlam taşımıyordu.
Alman emperyalizmi ile ilişkilerin yapısına bakıldığında, Almanya’nın zaferiyle bitecek bir dünya savaşının Alman emperyalizminin kölesi bir Osmanlı İmparatorluğu’ndan başka bir sonuç yaratmayacağını söylemekte bir güçlük yoktur. Şu farkla ki, bu yeni bağımlılık ilişkileri içinde Rum ve Ermeni azınlıklara mensup burjuvazinin yerini Türk-Müslüman öğeler almış olacaktı. Nitekim gerek savaşın hemen öncesindeki Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun sonuçları, gerekse ve asıl olarak savaş döneminin büyük vurgun ortamı, İttihatçı hükümetlerin çok özel çabalarıyla bu burjuvaziyi palazlandırdı.
Osmanlı İmparatorluğu emperyalist dünya savaşına Alman emperyalizminin güdümünde girmiş ve yenilmişti. Yenenler doğal olarak yenilenlere kendi koşullarını dayattılar. Osmanlı İmparatorluğu’nun payına da, önceki gizli anlaşmalara ve savaş sonrasının güç dengesine göre galip emperyalist devletler arasında paylaşılmak düştü. Emperyalistler bu paylaşım esasları çerçevesinde Türkiye’yi işgale ve tümden sömürgeleştirmeye giriştiler.
Milli Kurtuluş Savaşı
Milli Türk ticaret burjuvazisinin önderliğini ele geçirdiği ve gelişme seyri üzerinde tam hakimiyet kurduğu Kurtuluş Savaşı, özünde ve esasında bu sömürgeleştirme girişimine karşı bir direnmeydi. Emperyalistlerin işgal eyleminde Rum ve Ermeni azınlıkları kullanması, Yunan ordularının İngiliz emperyalizminin güdümünde Anadolu’nun işgaline bizzat katılması, Türk burjuvazisinin direncini artıran bir başka öğe oldu. Bu aynı olgu, Türk burjuvazisinin, onun temsilcisi olarak Kemalistlerin, Müslüman kimliği önplana çıkararak Kürtleri kendi amaçları doğrultusunda yedeklemesini de kolaylaştırdı.
Türk Kurtuluş Savaşı’na, henüz cılız, henüz herhangi bir sanayi temeline sahip olmayan, tefeci-ticaret özellikleri ağır basan bir burjuvazi önderlik etti. Ve doğal olarak, milli kurtuluş devrimi de buna uygun bir kapsam ve karakter kazandı.
Sömürgeleştirme girişimini boşa çıkaran, işgali kıran ve siyasal bağımsızlığın kazanılması ile sonuçlanın Milli Kurtuluş Savaşı, bu sınırlar içinde anti-emperyalist/bağımsızlıkçı bir karakter taşıyordu. Bu yönüyle ulusal karakterde bir burjuva devrimiydi. Bu devrime önderlik eden sınıfın feodal, yarı-feodal toprak ağalarıyla güçlü bağları vardı. Bu nedenle sosyal ve iktisadi ilişkiler planında feodalizme karşı yönelmek bir yana, bu doğrultuda bir eğilim ve potansiyel taşıyan sosyal ve siyasal hareketler anında ezildi ve tasfiye edildi. Bu anlamda, emperyalist işgale karşı direnç gösteren burjuvazi, emperyalist egemenliğin iktisadi ve sosyal temellerine dokunmadı. Tersine, kendi siyasal inisiyatifi ve iktidar hakimiyeti temelinde bu güçlerle birleşti.
Milli devrimin sınırları
Kemalist hareket emperyalizmin ülkedeki iktisadi ve mali varlığına değil, fakat bu varlığın kapitülasyonlarda ifadesini bulan çok özel ayrıcalıklarla donanmış biçimine karşıydı. Nitekim gerek milli kurtuluş savaşı süreci boyunca, gerekse kurtuluştan sonra, başta Mustafa Kemal olmak üzere kemalist önderler, konuşma ve açıklamalarında, bu ayrıma özel bir itina gösterdiler.
Mustafa Kemal’in İzmir İktisat Kongresi’ni açış konuşması bu konudaki tutumun en veciz bir ifadesidir. Mustafa Kemal bu konuşmasında bir yandan kapitülasyonları sert bir biçimde suçlar, gümrük bağımsızlığından bile yoksun olan Osmanlı devletinin gerçekte “ecnebilerin müstemlekesi” olduğunu söyler. Fakat hemen ardından yabancı sermayeye hiçbir biçimde karşı olmadıklarını, tersine, Türk devletinin koyduğu kurallara ve kanunlara uymak kaydıyla, ona her türlü teminat vermeye, onunla her türlü yararlı işbirliğine hazır olduklarını, dahası sermaye kıtlığı koşullarında buna ihtiyaç duyduklarını ekler. Denebilir ki Kemalistlerin önderlik ettiği kurtuluş savaşının sınırları bundan daha iyi çizilemezdi. Onların temsil ettiği Türk burjuvazisinin emperyalizme karşı tutumunun sınırları bundan daha iyi anlatılamazdı. Nitekim Kemalistler savaşın daha ilk aşamalarında, işgal girişimine son vermek kaydıyla, Fransız ve İtalyan emperyalistleriyle çabucak anlaşmakta ve özellikle Fransızlarla iktisadi antlaşmalar imzalamakta herhangi bir güçlük çekmediler. Bu genellikle Kemalistlerin emperyalistler arası çelişkilerden başarıyla yararlanmasına bir örnek olarak gösterilir, ki böyle bir yanı elbette var. Fakat aynı zamanda onların emperyalizme karşı aldıkları tutumun sınırlarına, dahası esas olarak da buna bir göstergedir.
Kemalistlerin önderlik ettiği ulusal burjuva devriminin bir üst tabaka devrimi olduğu, bu nedenle emperyalist egemenliğin iktisadi ve sosyal temellerine hiçbir biçimde dokunmadığı, alt sınıfların inisiyatifini ezdiği, feodal toprak mülkiyetini koruduğu, halkçı demokratik bir muhteva taşımadığı, siyasal özgürlük sağlamadığı, dahası, Kürtlerin ulusal inkarı ve köleleştirilmesi ile sonuçlandığı vb., bütün bunlar yeterince açık gerçeklerdir. Fakat tüm bunlar, Kemalist ulusal devrimin tarihsel ve pratik önemini azaltmaz. Bu mücadele Türk burjuvazisini iktidar dümenine oturtmuş ve bu çerçevede Türkiye’nin modern burjuva gelişmesinin önünü açmıştır. Kurtuluş savaşı ve onu izleyen reformlar, ağır ve sancılı bir yoldan da olsa, kapitalist ilişkilerin egemen olduğu bugünün modern Türkiye’sine yolu düzlemiştir.
Kemalistler siyasal bağımsızlığı kısmen de olsa kazandılar. Dünya emperyalizminin dayattığı koşulları kabul etmeyerek buna direndiler. İşgali kırdılar ve devlet bağımsızlığını elde ettiler. Kapitülasyonlar emperyalizmin kölelik ayrıcalığıydı, bunları kaldırdılar. Bu kapitülasyonların bir parçası olarak kendi gümrükleri üzerinde bir egemenliği yoktu Türk devletinin, bunu elde ettiler. İç pazarı kontrol etmek ve geliştirmek amacı çerçevesinde gümrük duvarları örme olanağı kazandılar. Bu arada emperyalistler arasındaki dengelere, Sovyetler Birliği ile emperyalist dünya arasındaki çelişkilere oynamak, bu çelişkilerden yararlanmak imkanı kazandılar. Bu sınırlar içerisinde ulusal burjuva karakterde başarılar oldu bunlar.
Gelişmenin kendisi burjuvaziyi siyasal iktidar dümeninin etkin bir gücü haline getirdi. Kurtuluş savaşı dönemi Türkiye’si geri, kapitalist ilişkilerin henüz oldukça sınırlı kaldığı, yarı-feodal ilişkilerin egemen olduğu bir toplumsal yapıdaydı. Burjuvazi sözü edilebilir bir sanayi temelinden yoksun, henüz tüccar-tefeci nitelikte bir toplumsal kategori idi. Ama emperyalist işgale karşı kurtuluş savaşının siyasal öncüsü olduğu, ona önderlik ettiği için, kendi toplumsal gücüyle kıyaslanmayacak bir siyasal ağırlık kazandı. Bu sayede feodal sınıfın siyasal ve kültürel üstyapısına belli darbeler vurabildi. Padişahlığı ve Hilafeti kaldırarak cumhuriyet ilan etti. Kapitalist gelişmeyi kolaylaştıran bir dizi üst yapı reformu gerçekleştirdi. Kurtuluş savaşı içinde kazandığı siyasal güç ve inisiyatif olmasaydı, tüm bunlar hiç değilse bu denli kolay yapılamazdı. Kuşkusuz burjuvazi tüm bunları kendi sınıf konumunun ve çıkarlarının gereği olarak, “çağdaş uygarlık düzeyi” olarak idealleştirdiği modern kapitalist gelişmenin yolunu düzlemek üzere yaptı.
Özetle 1920’li yıllarda Türk burjuvazisi toplumsal gücüyle kıyaslanamayacak bir siyasal ağırlık elde etti. Kitlelerin emperyalist işgale ve sömürgeleştirme girişimine karşı duyarlılığını değerlendirdi, arkasına aldı ve bunda başarı sağladığı ölçüde de önemli bir siyasal güç haline geldi. Ve bunu, toplumsal yaşam içindeki ağırlığını artırmanın bir imkanına, giderek kapitalist gelişmenin önünü açmanın ve böylece kendi toplumsal konumunu güçlendirmenin ve pekiştirmenin bir olanağına çevirdi.
Emperyalizm çağında milli burjuva devrimi
Kemalistlerin elde ettiği siyasal bağımsızlık devrimci saflarda genellikle küçümsemeyle karşılanır. Kemalist devrimin emperyalist egemenliğin iktisadi ve mali temellerine dokunmamış olması bu küçümsemeye gerekçe olarak gösterilir. Oysa bir burjuva hareketin tarih süreci içerisinde oynadığı somut rolü, işçi sınıfı önderliğindeki bir hareketin oynayabileceği rol ile kıyaslamaya kalkmak anlamsızdır. Kemalist hareket tutucu bir burjuva siyasal akım olarak denebilir ki kendi konumundan oynayabileceği rolü yeterince oynamıştır. Emperyalizm çağında hiçbir burjuva kurtuluş hareketi, iktisadi ve mali boyutlar içeren bir tam bağımsızlık mücadelesi veremez. Burjuvazi önderliğindeki bir kurtuluş hareketi ancak siyasal bağımsızlık hedefi güdebilir ki, Kemalist hareketin de yaptığı bu olmuştur. Türk kurtuluş savaşı bu tür bir siyasal bağımsızlığı sağlamıştır. Elbette ki eksik ve güdük bir siyasal bağımsızlıktır bu. Ama emperyalizm çağında ve burjuva siyasal egemenlik koşullarında siyasal bağımsızlık her zaman böyledir.
Kapitalizmin sınırları dışına çıkmadığınız koşullarda, bir kurtuluş mücadelesiyle de olsa kazandığınız siyasal bağımsızlık her zaman eksik ve güdük olacaktır. Kapitalizmin temelleri üzerinde, bu temelleri koruduğunuz sürece, ideal siyasal bağımsızlık, yalnızca bir teorik soyutlamadır. Gerçek tarih zemininde bu hiçbir zaman mümkün değildir.
Kurtuluş savaşını kazanan Türk burjuvazisi bir yandan Lozan’da barış görüşmeleri yaparken, beri yandan İzmir’de İktisat Kongresi topluyordu. Musul ve Kerkük sorunu bir yana bırakılırsa, Lozan görüşmelerindeki asıl çekişme kapitülasyonlar sorunu ile yeni Türk devletinin gümrük bağımsızlığı üzerinden sürdü. Türk burjuvazisinin siyasi bağımsızlık çabasının iktisadi sınırlarını işte bu sorunlar çerçevesindeki hassasiyeti çizmektedir. Bu burjuvazinin kendi iç ulusal pazarı üzerinde kontrol kurma arzusudur. Bunun emperyalist sermayenin Türkiye’deki iktisadi ve mali faaliyetlerine karşıtlıkla bir ilgisi yoktur. Tam tersine, iktisadi ve mali bakımdan son derece güçsüz bulunan, fakat hızlı bir gelişme yaşamak isteyen Türk burjuvazisinin bu tür bir faaliyete şiddetle ihtiyacı vardır.
Mustafa Kemal’in İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasındaki (ki Lozan görüşmelerine paralel bir zaman diliminde toplanmış bir kongredir bu) ikili vurgusunun bu çerçevede yeniden hatırlayabiliriz. Lozan Antlaşması çerçevesinde kapitülasyonlar kaldırılıyor ve 5 yıllık bir geçiş dönemi koşuluna bağlanarak da olsa, Türk devletinin kendi gümrükleri üzerindeki hakimiyeti tescil ediliyor. Türk burjuvazisinin siyasal bağımsızlık mücadelesinin sınırları işte budur.
Türk milli kurtuluş savaşının iktisadi ve mali boyutlar da içeren bir “tam bağımsızlık”la sonuçlanmamış olmasını, ‘60’lı yılların burjuva sosyalizmi, “ikinci bir milli kurtuluş savaşı” ihtiyacına bir dayanak olarak kullanmak yoluna gitti. Bu düşünce, eğer kemalist burjuvazinin önderlik ettiği milli kurtuluş savaşının hemen ertesinde devrimci bir perspektif olarak ortaya konulsaydı, o günün iktisadi ve toplumsal koşulları zemininde, kuşkusuz ki gerçek bir anlam taşırdı. Ama eğer bu, burjuvazinin siyasal hakimiyeti ile sonuçlanan bir tarihsel olayın kırk küsur yıl sonrasında gündeme getiriliyorsa, bunun ne anlama geldiği de o günün Türkiye’sinin iktisadi ve toplumsal koşullarının ne durumda olduğuyla sıkı sıkıya bağlantılı hale gelir. Aradaki tarih dilimi içerisinde yaşananların anlamı ve kapsamı nedir? Burjuvazinin hakimiyeti altında toplumun tuttuğu yeni yolun vardığı yeni iktisadi ve sosyal koşullar nelerdir? Bu sorulara nesnel gerçeklere uygun yanıtlar verilemediği sürece, kendi başına bir “ikinci milli kurtuluş savaşı” şiarı tarihsel açıdan herhangi bir anlam taşımaz.
II
“Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesi”!
‘60’lı yıllarda Yön’cü aydın hareketi tarafından temsil edilen neo-kemalistler başta olmak üzere döneminin tüm burjuva sosyalist akımlarının kullandığı temel argümanlardan biri, “Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesi”ydi. Türk milli kurtuluş savaşına ilişkin olarak ortaya koyduğumuz olgusal gerçekler, ortada böyle bir ilke bulunmadığını, daha doğrusu buna ilişkin olarak zaman zaman yapılan vurguların bir söylemden öteye geçemediğini göstermektedir. Tefeci-ticaret burjuvazisine dayanan, başından itibaren feodal toprak sahipliği ile ittifak içinde olan, İstanbul’da üstlenmiş Türk kökenli komprador burjuvaziyle de savaşın hemen ertesinde İzmir İktisat Kongresi’nin sembolize ettiği platformda bütünleşen bir siyasal akımın ilkesi “tam bağımsızlık” değil, yalnızca devlet bağımsızlığı olabilirdi. Sayılan toplumsal güçlere dayanan ve alt sınıfların her türlü sosyal hareketliliğini ve siyasal oluşumlarını anında ezen bir siyasal hareketin emperyalizme karşı tutumunun sınırları ancak bu olabilirdi. Daha savaş süreci içinde, işgal sorunu ve kapitülasyonlarda ifadesini bulan bir kölece bağımlılığın ötesindeki her sorunda, emperyalizmle uzlaşan bir siyasal hareketti Kemalist hareket.
Devlet bağımsızlığını kazanan ve iktidarın dümenine oturan Türk burjuvazisi hızlı bir palazlanma hırsı içindeydi. Bunun emperyalist sermaye, onun tekniği ve yatırımları olmadıkça kolay olmayacağını da daha baştan çok iyi biliyordu. İzmir İktisat Kongresi şahsında bu beyan edilmiş, tek koşul olarak da Türk devletinin siyasal-hukuksal düzenine tabi olmak gösterilmişti. Nitekim siyasal bağımsızlık ya da devlet bağımsızlığı denilen şey her zaman bunda ifadesini bulmaktadır. Daha Lozan’dan bile önce meclis tarafından onaylanan fakat sonuçsuz kalan “Chester İmtiyazı”nın koşulları ile Lozan’ı izleyen yıllarda emperyalist sermaye ile açık-gizli ortaklıklar biçimindeki ticari faaliyetin kapsamı, Kemalistlerin “iktisadi bağımsızlık” laflarının basit bir demagojiden öte bir anlam taşımadığını, ya da yalnızca kapitülasyonların kaldırılması ve gümrük bağımsızlığının kazanılmasından ibaret bir anlam taşıdığını göstermektedir.
Kemalistler mevcut yabancı sermayeye, çeşitli yabancı şirketlerin varlığına hiçbir biçimde dokunmadıkları gibi, siyasal nüfuz çerçevesinde dağıttıkları ticari ve sinai tekellerle de yalnızca açgözlü Türk burjuvazisine değil, yabancı şirketlere de büyük vurgun alanları yarattılar. Örneğin 1920’li yılların en “milli” iktisat politikası güya yeni demiryolu yapımları, yani “şimendifer siyaseti” oldu. Fakat ilkin bu, “Chester İmtiyazı”nın da gösterdiği gibi, milli bir tercihten değil fakat bir zorunluluktan doğdu. Musul petrolü dışında kalınca, emperyalist sermaye bu alana yatırım yapmayı yeterince kârlı bulmadı. İkincisi ve daha önemli olarak ise, bizzat devletin bu demiryolu yapımı uygulaması, müteahhitlik hizmetleri yoluyla, işbirliği halindeki yerli ve yabancı şirketler için büyük bir vurgun alanı olabildi. Emperyalist şirketler 1920’li yıllarda, bazı akademisyenlerin ifadesiyle “milli bir kostüm” giyerek, yani Türk tüccarları ve bizzat kemalist politikacılarla hileli şirket ortaklıklarına girişerek, “milli ekonomi”ye verilen aşırı teşvik tedbirlerinden de en iyi biçimde yararlandılar.
Özetle milli kurtuluş savaşının hemen ertesinde, yani Türk burjuvazisinin milli duygu ve hassasiyetinin en güçlü olabileceği bir evrede, iktisadi alanda emperyalizme karşı tutumu, uzlaşmadan işbirliğine hızlı bir geçiş eğiliminden başka bir şey değildir. Denebilir ki bundan geri duran, kapitülasyonlar döneminin aşırı ayrıcalıklarına alışmış bulunan, bunsuz girişimleri o gün için yeterince kârlı bulmayan ya da ancak aşırı kâr gördüğü ölçüde davete uyan emperyalist sermayenin kendisi olmuştur.
“Milli kalkınma yöntemi”!
‘60’lı yıllara egemen burjuva sosyalizminin ikinci önemli çarpıtması, 1930’ların devletçiliğine ilişkindir. ‘30’lu yılların bu geçici politikası üzerine zamanında Kadrocu akım koca bir teori de inşa etmiş olduğu için, bu çarpıtmayı kolaylaştıran hazır bir teorik miras da vardı elde. Devletçi uygulamaların teorisini yapan ve bir süre için bizzat dönemin başbakanı İsmet İnönü tarafından himaye edilen Kadrocu akıma göre devletçilik bir “milli kalkınma yöntemi”ydi. Ne kapitalist ne de sosyalist, fakat “bize özgü” bir “üçüncü yol”du. Milli kurtuluş savaşıyla bağımsızlık davasının siyasal yönü kazanılmıştı; şimdi de devletçilik yoluyla aynı davanın iktisadi cephesi kazanılıyordu. Bu fikirler ‘60’lı yılların burjuva sosyalizmine egemen “kapitalist olmayan yol” çizgisine çok iyi oturuyor, onun için esin kaynağı oluşturuyor, bir yerli tarihsel dayanak işlevi görüyordu.
Gerçekte ise devletçilik ne bilinçli ve tercihli olarak seçilmiş bir “milli kalkınma yolu”ydu, ne de “bize özgü”ydü. Bunu bugün artık, ‘60’lı yıllarda aynı fikirleri savunmuş olanlar da dahil, birçok araştırmacı ve akademisyen yaptıkları ayrıntılı incelemelerle açıkça ortaya koyuyorlar. Devletçilik Türkiye kapitalizminin gelişmesi ve Türk burjuvazisinin palazlanması sürecinin zorunlu bir geçici evresi olmuştur. Zorunluluğu o günün dünya konjonktürü (1929 bunalımı ve yeni bir emperyalist dünya savaşı hazırlıkları) yaratmıştı. Emperyalist sermayenin yapmadığını, henüz iktisadi açıdan güçsüz, yeterli sermaye birikiminden yoksun Türk burjuvazisinin ise yapamadığını, devlet eliyle merkezileştirilen sermayeyi kullanan devlet yapmıştır. Türkiye kapitalizminin ilk önemli sanayi atılımı devlet eliyle gerçekleştirilmiştir. Bunun “bize özgü” olan hiçbir yanı da yoktur. Ya da “bize özgü” olan yalnızca komşu Sovyetler Birliği’nin cömert kredilerinden yararlanmak ve onun “5 yıllık plan” uygulamasını sanayi alanında taklit etmekten ibarettir. Bunun ötesinde, devlet yatırımlarına dayalı bir ilk sanayileşme girişimi, aynı dönemde ve aynı dünya konjonktüründe, siyasi bağımsızlığa sahip bir dizi başka ülkede de yaşanmıştır. Özellikle de Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili gibi Latin Amerika ülkelerinde.
Devletçi uygulamaların hiçbir biçimde ülke içindeki emperyalist iktisadi ve mali etkinliklere müdahaleye yönelmediğini belirtmek özellikle önemlidir. Dahası bir kısım yatırımlar bizzat emperyalist kredilerle gerçekleştirilmiştir. Çeşitli emperyalist devletler bu tür kredileri sadece meta ihracını artırmanın bir olanağı değil, fakat aynı zamanda siyasal nüfuz gibi doğrudan bir amaç için de vermişlerdir. ‘30’lu yıllar Türkiye üzerinde emperyalist nüfuzun arttığı bir dönemdir. Şu farkla ki, kendi arasında bölünmüş ve sonu savaşa varacak sert bir nüfuz mücadelesi yaşayan emperyalist dünya tablosu, Türk devletinin manevra kabiliyetini artıran bir faktör olmuştur.
Bu döneme ilişkin olarak bir başka temel nokta ise, devletçi uygulamaların Türk burjuvazisinin palazlanmasında yeni bir evre olduğu gerçeğidir. Bu yalnızca kapitalizme daha gelişmiş bir temel sağlamak, iç pazarı büyütmek yoluyla da olmamıştır. Daha da önemli ve somut olanı, bu dönem devletle iş yapmanın burjuvazi için en kârlı sermaye birikimi yollarından biri olmasıdır. Devlet ihaleleri, devlete mal satma, devletten maliyet fiyatına, hatta daha da ucuza girdi alma vb. yollar, cılız Türk burjuvazisi için en kolay semirme alanı ve yöntemleriydi.
Arada burjuvazi için büyük bir sömürü ve vurgun dönemi olan ikinci emperyalist dünya savaşı yılları var. Savaşa girilmediği halde çalışan sınıflar için yaşam koşullarının görülmedik bir biçimde kötüleşmesi anlamına gelen bu aynı dönem, acentacı-komisyoncu, vurguncu, istifçi Türk burjuvazisi ile onun iktidar ortağı yarı-feodal toprak sahiplerinin yeni bir palazlanma dönemi oldu ve onları savaş sonrasında dünyaya açılmaya hazırladı.
“1950 karşı-devrimi”!
Burada dünyaya açılma, Türkiye’nin kapılarını artık yalnızca iktisadi ve mali yönden değil, siyasi ve askeri her açıdan emperyalist dünyaya, somutta savaş sonrasının emperyalist dünya jandarması ABD’ye açma anlamına gelmektedir. ‘60’lı yılların beylik tezine göre, bu bir “karşı-devrim” ile oldu. “Karşı-devrim”den kasıt ise 1950 seçimlerini DP’nin kazanıp iktidar olmasıydı. Oysa emperyalist dünyaya bu sınırsız açılmanın tüm koşulları ve tüm temel adımları savaşın hemen ertesinden itibaren, yani bizzat CHP döneminde atılmıştı. DP iktidarı savaş sonrası politikayı sürdürmekten ve elbette ki gelişen ilişkilere bağlı olarak yeni boyutlara vardırmaktan başka bir şey yapmış olmadı.
İkinci emperyalist savaşın bitimi, Türk devletinin dış ilişkilerinde yeni bir dönemi işaretler. Artık emperyalistler arası dengelere oynama ve çelişkilerden belli ölçülerde yararlanma dönemi geride kalmıştır. Emperyalist dünyanın bir iç bölünme ve kutuplaşma içinde olduğu savaş öncesi dönem ve savaş dönemi bunu olanaklı kılıyordu. Savaşın bitimi ABD’yi dünyanın tartışmasız hegemonik gücü yaptı ve Türk burjuvazisi bu güce kölece bağlanmada herhangi bir zorluk yaşamadı.
Yine savaş öncesi dönemde emperyalist dünyanın iç bölünmeleri ve kendi içindeki çekişmeleri, Türk devletine emperyalistler ile Sovyetler Birliği arasındaki çelişkilerden de yararlanma olanağı vermekteydi. Savaşın bitimi bunu da sona erdirdi ve artık emperyalist dünyanın Sovyetler Birliği’ne karşı ileri karakolu olma dönemi başladı. Çok geçmeden NATO’ya giriş buna yeni bir boyut kazandırdı.
Bilindiği gibi Amerikan zırhlıları savaşın hemen ertesinde Türkiye’yi ziyaret etmiş, ABD ile iktisadi ve siyasi antlaşmaların yanısıra ilk ikili askeri antlaşmalar da daha CHP iktidarı döneminde imzalanmıştı. 1949’da kurulan NATO’ya giriş başvurusu da aynı yıl içinde, CHP iktidarı döneminde yapılmıştı. Tüm bu ayrıntılar yerine özetle söylemek gerekir ki, emperyalist dünyayla, onun patronu ABD ile iktisadi, siyasi, askeri, diplomatik alanda tam kaynaşmak, onun bölge jandarması rolünü üstlenmek doğrultusundaki politika ve girişimler, savaşın hemen sonrasında, Kemalist mirasın ve çizginin doğrudan taşıyıcısı olan CHP döneminde, Türk milli kurtuluş savaşının ve Kemalist rejimin “ikinci adam”ı İsmet İnönü döneminde yaşandı.
Bu ortada bir “karşı-devrim” değil, fakat Türk burjuvazisinin gelişim çizgisinin yarattığı bir sonuç olduğunu gösteriyor. Bir kopma değil, fakat her açıdan bir süreklilik olduğunu gösteriyor. Süreklilik içindeki politik değişimi yaratan ise bizzat Türk burjuvazisinin kendi iktisadi-toplumsal gelişim seyri ile dünya dengelerinde ve emperyalist dünyanın kendi iç ilişkilerinde ortaya çıkan yeni durumdur. Türk burjuvazisinin emperyalizmle yeni bir temel üzerinde bütünleşecek kadar palazlanması olgusu ile dünya güç dengelerindeki değişimin yarattığı yeni koşullar bir arada, izlenen yeni politikanın iç ve dış temellerini oluşturur.
“İkinci Milli Kurtuluş Savaşı”!
Sonrasını biliyoruz. Sonrası borçlar, krediler ve doğrudan yatırımlar yoluyla Türkiye’ye akan emperyalist sermaye, Türkiye’de hızlanan kapitalist gelişme, Türk burjuvazisinin ise artık salt acentecilik-komisyonculukla yetinmeyerek, ‘20’li, ‘30’lu ve ‘40’lı yıllarda bu yolla sağladığı sermaye birikimini emperyalist tekellerle ortak yatırımlara yöneltmesidir. Sonrası emperyalist egemenlik ve sömürünün borç, kredi vb. mekanizmaların yanı sıra artık bu yeni iktisadi temeller üzerinde gelişip kökleşmesidir. Sonrası Türkiye’nin hızlı ve yaygın bir kapitalist gelişme sürecine girmesi ve bunun emperyalizme çok yönlü bağımlılık ilişkilerinin pekişmesiyle aynı anlama gelmesidir.
İşte ‘60’lı yıllar, bu sürece ilk ciddi sosyal-siyasal tepkilerin kendini gösterdiği bir tarih kesiti olmak özelliğine sahiptir. Bu tepkinin mahiyetini ve aldığı ideolojik siyasal biçimleri doğru anlayabilmek için, bu aynı zaman kesitinin aynı zamanda birçok açıdan bir geçiş süreci olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekir.
Emperyalist tekellerle işbirliği içinde sanayi yatırımlarına girişen burjuvazinin bu temel üzerinde sağladığı hızlı sermaye birikiminin aldığı yeni biçimler açısından bir geçiş süreci... Tarımdaki hızlı kapitalist gelişme, bunun yarı-feodal toprak ağalığında yarattığı burjuva dönüşüm ve köylülük içinde hızlandırdığı farklılaşma açısından bir geçiş süreci... Geleneksel orta burjuvazinin bir yandan tasfiyesi, öte yandan gelişmekte olan kapitalizme uygun düşen dönüşümü açısından bir geçiş süreci... Tüm bunların toplam bir ifadesi olarak, kentte ve kırda kapitalizmin tam egemenliği, modern sınıflaşmanın oturması, toplumun sermaye ve ücretli emek ekseninde kutuplaşması açısından bir geçiş süreci...
Bir de aynı dönemin uluslararası koşulları var. Bunun konumuz açısından önemli olan unsurları ise kısaca şöyle: Genel planda dünyada güçlü bir anti-emperyalist halk hareketleri dalgası var. Dünya ölçüsünde bir dalgaya dönüşen milli kurtuluş savaşlarının ‘50’li ve ‘60’lı yıllardaki büyük gücü, bunun ürünü olarak klasik sömürgeciliğin çöküşü var. Ya bu milli kurtuluş savaşlarının ürünü olarak, ya da özellikle Ortadoğu’da askeri darbelerin bir sonucu olarak, çeşitli ülkelerde oluşmuş milliyetçi burjuva iktidarlar ve onların “milli kalkınma” arayışı var. Tam bununla örtüşmese de bunu kesen yanları da olan bir “bağlantısızlar hareketi” var. Ve nihayet, bu milliyetçi burjuva arayışlara Sovyetler Birliği’nin verdiği iktisadi, siyasal ve askeri destek ile, bu desteğin ideolojik gerekçelendirilmesi olan “kapitalist olmayan yol” var. O günün uluslararası ortamının bu unsurlarının emperyalizmden bağımsız bir “milli kalkınma” özlemi ve arayışı içerisinde olan orta sınıf aydınları için bir güç ve cesaret kaynağı olduğu açıktır.
İçerde emperyalizme kölece bağımlılığı pekiştiren ve ülke kaynaklarını emperyalist sömürüye daha geniş ölçekte açan bir hızlı kapitalist gelişme ve dışarda dünya ölçüsünde, ezilen halkların ve ulusların emperyalizme karşı mücadeleler dalgası, bunun bazı ülkeler ve rejimler şahsında aldığı burjuva milliyetçi biçimler, ‘60’lı yıllarda emperyalizme karşı sesini yükselten orta sınıf aydınlarının ilerici hareketini besleyen tarihsel zemin bu oldu. Türk milli kurtuluş hareketi ile onun siyasal ifadesi Kemalizm burada tarihsel esin kaynağı olarak, Kadrocu akımın “milli kalkınma yolu” teorisi ise ideolojik miras olarak işlev gördü.
Bu orta sınıf aydın hareketi, alt sınıfların, işçi sınıfının, kent küçük-burjuvazisinin, kırsal küçük-üreticilerin, yurtsever bilinci ve duyarlılığı gelişen öğrenci gençliğin emperyalist sömürü ve yağmaya tepkisinden yararlanmaya çalışıyor, fakat asıl olarak “asker-sivil zümre”ye, somutta bir askeri darbeye bel bağlıyordu. 27 Mayıs darbesi onu bu konuda cesaretlendirmiş, orduda kemalist geleneklerin, “Kuvayı Milliye ruhu”nun canlandığına, “ikinci milli kurtuluş savaşı”nın vurucu gücünün ancak ordu olabileceğine olan inancını pekiştirmişti.
Sonraki olaylar, devlet iktidarının belkemiğini oluşturan ordunun, bu aynı dönemde iktidarın çıplak hakimi olan tekelci sermayenin tam hizmetinde ve onun vurucu gücü olduğunu, ancak böyle olabileceğini, aynı şekilde, bu ordunun emperyalizmin egemenliğinin ve bölgedeki hakimiyetinin en temel dayanağı olduğunu, neo-kemalist darbeci aydınları büyük bir hayal kırıklığına uğratarak en açık biçimde gösterdi.
(...)
Son söz yerine
‘60’lı yılların Türkiye kapitalizminin gelişme sürecinde kritik bir geçiş evresi olduğu, aynı şekilde, bu geçiş evresinde klasik türden orta sınıfın, yani milli burjuvazinin tasfiye olduğu ve dönüştüğü daha önce hatırlatılmıştı. İşte Yön’cü akım, bu sınıfın klasik konumuyla tasfiye olduğu, yeni konumuyla tekelci burjuvaziye ve onun üzerinden emperyalizme bağlandığı bir evrede, bu sınıfın klasik konumuna uygun düşen bir anti-emperyalist perspektif ortaya koyuyordu. Bir başka ifade ile, emperyalizme karşı burjuva demokratik ulusal bir tutumun taşıyıcısı olabilecek bir sınıfın tasfiye olduğu bir evrede, kalkıp onun adına bir tutum geliştiriyordu.
Bu tutumun çok geçmeden çökmesi, ‘70’li yıllara neredeyse hiçbir politik iz devretmeden silinip gitmesi bu nedenle hiç de şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan orta sınıf aydınlarının 12 Mart’la birlikte yıkılan hayallerinin ideolojik ifadesi olan argümanların, devrimcileştirilmiş biçimiyle bugün hala geleneksel devrimci akımın şahsında yaşıyor olmasıdır. Oysa ‘60’lı yılların orta sınıf aydınları toplumsal gerçekliği anlamakta gecikmediler. Hayallerini bir yana bırakarak, ideolojik temsilcisi oldukları sınıfla aynı yolu izleyerek tekelci burjuvaziye, onun düzenine bağlandılar. Artık anti-emperyalizmin değil emperyalist globalleşmenin, milli kalkınma yolunun değil emperyalist entegrasyonun, devletçiliğin değil özelleştirmenin savunusunu ve teorisini yapıyorlar.
Türkiye’nin modern tarihi, bu tarihin bugün ortaya çıkardığı iktisadi ve sosyal ilişkiler tablosu, Türkiye’nin burjuva demokratik karakterde bir “ikinci milli kurtuluş savaşı” yaşayamayacağını gösteriyor. Birinci milli kurtuluş savaşına Türk milli burjuvazisi önderlik etmişti. Böyle bir sınıf bugünün Türkiye’sinde artık yoktur. ‘71 Devrimci Hareketi aynı misyonu, yani burjuva demokratik bir kurtuluş hareketinin toplumsal dayanağı olabilecek bir sınıfı, köylülük üzerinden düşünmüştü. Oysa bugünün Türkiye’sinde artık “bir bütün olarak köylülük”, yani bir kast sınıf olarak köylülük de yoktur. Kapitalist gelişme köylülük içindeki farklılaşmayı ileri boyutlara vardırmış, yoksul kesimlerini proletaryaya yaklaştırmış, zenginleşip burjuvalaşan kesimlerini ise kapitalist düzene bağlamıştır. Milli burjuvazi ve “bir bütün olarak köylülük” artık yok. Dolayısıyla emperyalizme karşı burjuva demokratik ulusal gelişmenin toplumsal tabanını oluşturacak bir toplumsal sınıf bugünün Türkiye’sinde yok.
“Birinci milli kurtuluş savaşı”nın açtığı yol, Türkiye toplumunda, kapitalizmin egemenliğini hazırladı ve bu sınıfları dönüştürdü. Emperyalist egemenlik bugün artık bu kapitalist temellere oturuyor. Türkiye’nin emperyalist kölelikten kurtulması, “birinci milli kurtuluş savaşı”nın eksik bıraktığı şeyi, yani siyasi bağımsızlığı iktisadi ve mali tam bağımsızlıkla birleştirmesi, ancak Türk burjuvazisinin, onun kapitalist sınıf egemenliğinin yıkılması ile, yani sosyal muhtevaya oturan bir kurtuluş mücadelesi ile, yani uluslararası sermaye cephesini yararak dışına çıkmayı olanaklı kılacak bir proleter devrim ile mümkündür. Gerisi ‘60’lı yılların orta sınıf aydınlarının günümüzün küçük-burjuva yarı-aydınlarına miras olarak bıraktığı boş hayallerden, burjuva demokratik önyargılardan başka bir şey değildir.
(H. Fırat, Bağımsızlık ve Devrim, Eksen Yayıncılık, 1998, s.244-72)
www.tkip.org