Ulusal sorun eksenli bu eleştiri dizisini duyuran Giriş’te “bu konuya biraz da zamansız olarak” geçmek durumunda kaldığımızı dile getirmiştik. Buradaki “zamansız” vurgusu, kendi özel planlamamızdaki değişiklik ihtiyacına yöneliktir. Gerçekte SİP-TKP’nin sol maskeli Türk milliyetçiliği çizgisini her yönüyle gözler önüne sermekte fazlasıyla geç kalınmıştır.
Bu oportünist odak bir dizi başka konuda olduğu gibi ulusal sorun konusunda da Türkiye devrimci hareketinin ideolojik-siyasal ve moral kazanımlarına adeta savaş açmıştır. Ama bu sinsi bir biçimde, Marksizm maskesi altında yapılmaktadır. Farklı kesim ve kanatlarıyla Türkiye devrimci hareketi, ‘70’li yılların ikinci yarısına Kürt sorununda önemli devrimci açıklıklara ulaşarak girmişti. Konuyu ele alışta farklılıklar olmakla birlikte ezilen bir ulus olarak Kürtlerin meşru hakları ve bunların kararlılıkla savunulması konusunda esasa ilişkin bir sorun kalmamıştı. Bu konuda hala da ayak sürüyenler, sorunu programlarında açıkça ve kitleler önünde yüreklice ortaya koymaktan kaçınanlar, sol hareketin reformist kanadı, yani bugünkü SİP’in o günkü öncelleriydi. Dolayısıyla bugünkü sosyal-şoven konum ve kimlik aynı zamanda bu “gelenek”ten kök almaktadır. Ama boynuz gelir kulağı geçermiş! Hele de son kırk yılın dünya ölçüsündeki gericilik atmosferi koşullarında.
SİP-TKP için gelinen yerde artık “Kürt sorunu” diye bir sorun neredeyse yok gibidir. Kürt halkının her koldan saldırı altında bulunduğu şu günlerde bir konferans toplayıp konuya ilişkin olarak söyleyecek tek sözcük bulamamak bunun yalnızca en yeni bir teyididir. Küba’ya cömertçe destek ilan edip böylece güya enternasyonalizm taslayanların, kendi coğrafyalarında her türlü baskı, eziyet ve kuşatma altında bunaltılan, bırakalım temel ulusal haklarını neredeyse seçme ve seçilme hakkından bile fiilen yoksun bırakılan mazlum bir halka, dahası onun hakları, sorunları ve istemleri üzerinden Türkiye’nin işçi ve emekçilerine söyleyebilecekleri bir şey kalmamıştır.
SİP-TKP’yi bir parça izleyenler için bu artık şaşırtıcı da değildir. Zira o artık pratikteki suskunluğun ötesine geçmiş, Kürt sorununun “yok”luğunu teorize etmeye yönelmiştir. ABD ve AB’nin, dolayısıyla dünya emperyalizminin desteğini üstelik bölgesel düzeyde arkasına almış bir ulustan “ezilen ulus” mu olurmuş! Zaten “reel sosyalizm”in tarihe karışmasından beri ulusal sorunların artık yalnızca emperyalist oyunların bir dolgu malzemesi olmaktan öteye bir anlamı mı kalmışmış! Gelinen yerde ve “devrim”e giden yolda, bu sorunlar artık bir olanaktan çok negatif bir sıkıntı kaynağı olmaktan öte nedir ki! Ezen-ezilen ulus türünden 20. yüzyıl kavramları, 21. yüzyılın başında artık açıklayıcılığını, dolayısıyla da anlamını yitirmiştir! Ve daha neler neler!.. “TKP” tabelasıyla yeniden sahneye çıktığı 2017’den beri, SİP’in Kemal Okuyan-Aydemir Güler kanadının ulusal soruna bakışta gitgide oturmakta olan çizgisi budur.
Son Olağanüstü Konferans’ın Kürt sorununu yok saymasında bir yenilik yok demiştik. Nitekim onu önceleyen 13. Kongre’nin tutumu da farklı değildir. Kongrenin çok sayıda kararı içinde Kürt sorunu bir ara başlık olarak bir yana, tek sözcük olarak bile geçmemektedir. 2020 yılı Ağustos’unda toplanan bu kongrede aklınıza gelebilecek hemen her konu üzerine alınmış kararlar ve belirlenmiş görevler var. Pandemi’den çevre sorununa, Kentsel Dönüşüm’den Kanal İstanbul’a, kadın ve gençlik sorunlarından mülteci sorununa, barış sorunundan bilim ve kültür sorunlarına kadar, bir dizi konuda… Bir tek Kürt ulusal sorunu üzerine ortada bir şey yok. Artık “sorun” sayılmayan bir konu üzerine neden olsun ki? Fakat aynı kongreye sunulan ana raporda Kürt hareketi elbette var. Nasıl da artık emperyalizmin hizmetinde olduğunun altını bir kez daha kalınca çizmek üzere!..
Ulusal sorun bahsinde “sorun” ile “dinamik” arasında ayrım yapmak, “ulusal sorun” yerine yalnızca “ulusal dinamik” kavramını kullanmak gerektiği, SİP’in ulusal sorun uzmanı Aydemir Güler’in yirmi yılı bulan bir orijinal teorik açılımıdır. Sözde devrimci gerekçelerle yapılan bu pek orijinal “buluş”, gelinen yerde sosyal-şovenizmin sözde teorik dayanağı olarak iş görmektedir. “Sorun” yok “dinamik” var, deniliyordu. “Dinamik” de günümüz koşullarında artık emperyalizmin hizmetinde sayıldığına göre, demek ki gelinen yerde Kürt sorunundan arta kalan bir şey yok. Dolayısıyla soruna ilişkin olarak kongre ya da konferanslarda söylenecek söz, alınacak karar ve belirlenecek görev de yok.
Varılan yer budur ve bu sosyal-şovenizmin dipsiz kuyusudur.
***
Başlangıç sözleri kapsamında bir de hatırlatma: Bu eleştirinin amacı, SİP-TKP’nin temel belgelerinden hareketle izlenmekte olan sosyal-şoven çizgiyi her yönüyle ortaya koymaktır. Fakat bu dar anlamda bir “ulusal sorun” tartışması ve eleştirisi olmayacaktır. Elbette konumuz ulusal sorun, daha somut biçimiyle de Kürt sorunudur. Fakat konu kendi dar sınırları içinde değil, gerekli olduğu her durumda, devrimin tüm öteki sorunlarıyla iç içe ele alınacaktır. Sosyal-şovenizm kendini bu genişçe alan üzerinden ortaya konulan sözde marksist iddia ve açıklamalarla gerekçelendirmeye çalıştığına göre, ona gerekli yanıt da tüm bu alanlar üzerinden verilmek zorundadır. Ulusal sorunun kendi doğası, tüm öteki tarihsel, toplumsal ve siyasal sorunlarla sıkı sıkıya ilişkisi bunu ayrıca gerektirmektedir. Bu nedenle, tartışmanın dosdoğru ulusal sorun üzerinden başlamasını ve öylece sürmesini bekleyen okurların peşinen dikkatini çekmek ve onlardan biraz sabırlı olmalarını dilemek durumundayız.
Konuya Aydemir Güler’in son yazısıyla başlayacağımızı önden (Giriş) bildirmiş bulunuyoruz.
“Kavramsal sadakat” yemini
“Büyük Ekim Devriminden öğrenmeye devam ediyoruz” sözleriyle başlıyor Aydemir Güler’in “İşçiler ve Kürtler” başlıklı yazısı ve beklenebileceği gibi Leninizme övgü ve sadakat sözleriyle sürüyor. Elbette, diye devam ediyor yazar, kimse bizim Leninizme gösterdiğimiz sadakati göstermek zorunda değil. “Ama ısrarlı olacağım başka bir nokta var: Kavramsal sadakat.”
Ve ardından da bu pek etkileyici iddianın anlamı ve açıklaması geliyor:
“Kavramlara sadakat zorunludur. Sadece anlaşma kolaylığı açısından bile Bolşevik deneyiminden süzülerek gelişmiş olan, çoğunlukla içeriğini Lenin’e borçlu olduğumuz kavramları, özgün içeriğe uygun biçimde kullanmak durumundayız. İstemeyen elbette yeni kavramlar da geliştirmeyi deneyebilir. Ama Lenin’in kavramlarını alayım, içeriklerini ise başkalaştırayım demek art niyetli değilse cahilce olur.”
“Ne yazık ki solda durum kabaca budur!”
İstisna tanımayan bu son genellemeye katılmak bizi zorlayabilir. “Ama Lenin’in kavramlarını alayım, içeriklerini ise başkalaştırayım demek art niyetli değilse cahilce olur” yargısına yürekten katılıyor ve ekliyoruz: Yazık ki başta Aydemir Güler’in kendisi olmak üzere SİP-TKP’de de “durum kabaca budur.”
Yazarın kendi “durum” tespitinden çıkardığı bir de görev var: “Demek ki, önce saha temizliği için hatırlatmalarda yarar var.”
“Saha temizliği” kapsamında “yararlı hatırlatmalar”a, yazıda ara başlığa çıkarılan şu tanımla başlanıyor: “Eşitlerin ittifakı diye bir şey yoktur.” Daha ilk bakışta tanımın kendisinde dikkat çeken bir tuhaflık var. “Eşitler”in ittifakı olmaz diyebilmek için, önce ittifaka girecekler için “eşit” konumlar varsaymak gerekir. Fakat ara bölümün toplamından anlıyoruz ki yazar bunun tam tersini anlatmak, yani eşit konum ve kapasitede olmayanların eşit konum ve koşullarda ittifakı da olmaz demek istiyor. Dolayısıyla gerçekte sözkonusu olan, eşit konum ve kapasitede olmayanların “hiyerarşik” ittifak ilişkileri, ya da yazarın kendi zarif ifadesiyle “ittifak mimarisi”dir.
Peki ama “İşçiler ve Kürtler” başlığı taşıyan, dolayısıyla bir sınıfla (üstelik işçi sınıfıyla) karşıt sınıflardan oluşan bir ulusal bütünü ele alan bir metinde neden böyle bir tanımlama üstelik ara başlık üzerinden öne çıkarılır? Toplumun geleceğini temsil eden öncü devrimci bir sınıf elbette ki mevcut siyasal statüsü ne olursa olsun herhangi bir ulusal bütünle eşit konumda olamaz. Sınıfsal gerçekliğin doğası gereği olamaz. Kastedilen işçi sınıfı ile köylülük ilişkisi de olamaz. Zira köylülük bağımsız ve dolayısıyla “eşit” koşullarda bulunma olanağından yapısal olarak yoksundur.
“Eşitlerin ittifakı” sorununu bir tartışma başlığı haline getirmek ve üstelik de bunu Leninizm üzerine yüksek perdeden iddialar eşliğinde yapmak en yumuşak ifadeyle gülünçtür. Ama ya “işçiler” kodlamasının derinlerinde sol maskeli bir Türk milliyetçiliği saklıysa? Ya ilk bakışta tümüyle anlamsız görünen bu türden bir tanımlama, gerçekte ezen ulus milliyetçiliğinin dizginlenemeyen güdüleri üzerinden başka alanlardaki “eşit” ilişkiler, dolayısıyla da bunların olamayacağı üzerine bazı imalar barındırıyorsa?
Yanıt için kendimizi şimdilik zorlamayalım. “Durum”un gerçekte ne olduğunu anlamak için metnin kendisine daha yakından bakalım.
İttifaklar ihtiyacı ve Marx-Engels
Sunum dolgusu olarak kullanılan pasajları hızla geçebiliriz. Sözü “ittifaklar” bahsine getirmek üzere, özetle anlatılmak istenen şudur: 1848 Haziran’ının ardından büyük bir tarihsel korkuya kapılan burjuvazi kıta çapında devrime ihanet etti, gericiliğe sığındı ve böylece kendi devriminin çözüm bekleyen sorunlarını ortada bırakmış oldu. Fakat burjuvazi böyle davrandı diye de tarihin ilerleyişi duracak değildi. Kendi hedeflerine yürürken onun yapamadığını da yapmak görev ve sorumluluğu bundan böyle artık proletaryanın omuzlarındaydı. Bununla birlikte bu noktada bir güçlük vardı. Güçlük henüz belirgin biçimde geri olan toplumsal koşullar ve dolayısıyla toplumsal bakımdan zayıf bir proletarya gerçeğinden kaynaklanıyordu. Proletarya kendi toplumsal zayıflığını dengeleyip giderecek ve böylece iktidar yürüyüşünü hızlandıracak müttefikler bulmak, ittifaklar kurmak zorundaydı.
Söz ittifaklar ihtiyacına bağlandığına göre, sonrasını Aydemir Güler’in kendisinden izleyebiliriz:
“İşçi sınıfı 1860’larda yeniden yelkenlerini doldurduğunda mücadele stratejisi 1848’in çocukluk evresine göre ayaklarını çok daha gerçekçi basar toprağa. Birinci Enternasyonal Marksist hareketin emekçi kitleler ve sosyalist gelecek üstünde iddia sahibi başka akımlarla ortak platformu olacaktır. Polemiklerinde Marx ve Engels’in öteki akımları küçük burjuva karakteriyle tanımladıklarını, dolayısıyla işçi sınıfının politik mücadelesinde kimi ittifak dolayımlarının, adı açıkça konulmaksızın gündeme alındığını söyleyebiliriz.”
Bu bulanık pasajdan ne anlamalıyız? Marx ve Engels’in işçi sınıfının devrimde önderlik kapasitesine ve dolayısıyla kendi dışındaki emekçi sınıfları, elbette özellikle de köylülüğü ardından sürükleme yeteneğine düşünsel ve pratik katkısının bu söylenenlerden ibaret olduğunu mu? Ara bölümün konusu tam da bu olduğu halde, yazık ki soruya açık bir yanıt bulamıyoruz. Yazar Marx-Engels döneminden başlayarak, “hakikaten işçi sınıfı partisi niteliği taşıyan örgütlerin taşıdığı ‘sosyal-demokrat’ adlandırmasının kendisi bile sosyalizmi ve demokrasiyi hedefleyen dinamiklerin biraradalığını ima” ettiğini söylemekle yetiniyor ve Lenin’e geçiyor.
Biz Lenin’e geçmekte bu denli acele etmeyelim ve yazarın söylediklerini anlamaya çalışalım. Daha yukarıdaki pasajda, “kimi ittifak dolayımları”, Birinci Enternasyonal üzerinden dile getiriliyordu. Az önce aktardıklarımızda ise “hakikaten işçi sınıfı partisi” konumundaki sosyal-demokrat partilerin kendi iç bünyeleri üzerinden aynı şey ima ediliyor. Orak-Çekiç (işçi-köylü ittifakı) yerine Çark-Çekiç (işçinin işçiyle ittifakı!) amblemini kullanmayı tercih eden bir “sınıf partisi”nin anlayışına pek de uygun bir yorum olmalı bu.
Böylesi bir “ittifak dolayımı”, işçi sınıfı hareketinin tarihsel olarak henüz çocukluk aşamasının kaçınılmaz ürünü olarak ortaya çıkan farklı sosyalist mezheplerin (prodoncular, blankiciler, bakuninciler vb.), aynı sınıfsal bünye içinde kendi aralarındaki bir “ittifakı” olmaktan öteye gidemezdi. Fakat bu türden sosyalist mezheplerin kendi aralarında eksiksiz bir ittifakı gerçekleşseydi bile, bu en iyi durumda işçi sınıfının yine kendi sınırlı gücüyle baş başa kalmış olması anlamına gelirdi. Paris Komünü şahsında yaşanan bundan başka nedir ki?
Komün iktidarı, tümü de Paris işçilerinden şu veya bu ölçüde destek alan sosyalist grupların bir ittifakıydı. Ama işte bu gerçek, aynı zamanda Komün’ün bu denli kolay yenilgisinin de temel nedenlerinden biriydi. Paris işçileri taşradan, dolayısıyla köylülüğün emekçi katmalarından herhangi bir destek alamadılar. Bu öteki zayıflıklarla da birleşince, sonuçta yenilgileri kaçınılmaz oldu. Komün yerinde bir tutumla daha ilk adımda köylülere “Zaferimiz tek umudunuzdur!” diye seslenmiş, ama yazık ki sesini taşraya duyuramamıştı. Herşeyin çok hızlı yaşandığı o kısacık tarihi aralıkta duyuramazdı da. Hele de bu çağrının köylülere ulaşması ve dolayısıyla bir köylü ayaklanmasına yol açması korkusuyla, Paris’in işgalci Prusya desteğindeki karşı-devrimci Versay güçleri tarafından boğucu bir kuşatma altında tutulduğu koşullarda.
Ama Komün deneyimi ve ondan en iyi sonuçları sıcağı sıcağına çıkaran Marx’ın eşsiz çalışması, bize işçi-köylü ittifakının, burjuva devriminin bir dizi aşamasından geçmiş Fransa gibi bir ülkede bile taşıdığı çok hayati önemi göstermeye yeterlidir. O Marx ki, 1848’de Alman burjuvazisinin yeni bir Haziran korkusuyla devrime ihanet ettiğinden beri, yeri geldikçe hep de bu gerçek, yani işçi-köylü ittifakı ihtiyacı üzerinde durmuştur.
Ama “saha temizliği” gibi iddialı sözlerle başlanan sunumun bu bölümünde ve üstelik konu tam da bu olduğu halde, Marx-Engels’in ittifaklar konusundaki tutumuyla ilgili herhangi bir “açıklık” göremiyoruz. Aydemir Güler, Marx ve Engels’in daha 1848 fırtınasının hemen ardından başlayarak Engels’in yaşamının son yılına kadar, köylü sorunu, bu sorundan hareketle işçi sınıfının iktidar mücadelesinde köylülüğün desteğini alması ihtiyacı, dolayısıyla da işçi sınıfı önderliğinde bir işçi-köylü ittifakı üzerine ortaya koyduğu onca düşünsel birikime değinmek gereği duymuyor.
Lenin’in “özgün buluşu”
Bu anlaşılması güç tutumun açıklamasını az ilerideki şu sözlerde buluyoruz:
“Lenin’in ittifaklar teorisi özgün bir buluştur ve Rusya işçi sınıfının maddi eksiklerini kapatmak için iki yöne bakmaktadır. Birincisi köylülüktür, ikincisi ezilen uluslar.”
“Durum” anlaşılmış olmalıdır. Proletaryanın güç eksikliği bir gerçektir. Fakat işçi sınıfı hareketinin kendi bünyesindeki farklı eğilimler üzerinden “kimi ittifak dolayımları”nı dile getirmiş olsalar da, Marx ve Engels’in kendi dönemlerinde bunu telafi etmenin sözü edilebilir bir çözümünü ortaya koyamadıkları da bir başka “gerçek”tir. Bu nedenle olmalı, Lenin’in ittifaklar teorisi “özgün bir buluştur.”
Görünürde marksist teoriye katkıları üzerinden Lenin’i yücelten bu sözler, gerçekte Marx ve Engels ile Lenin arasındaki kopmaz bağı ve dolayısıyla sürekliliği inkâr etmek anlamına gelmektedir. Bu ise başta Kautsky olmak üzere İkinci Enternasyonal’in oportünist teorisyenlerinin, onların Rusya’daki uzantısı Menşevik liderlerin (ve bu arada geçmişten bugüne çoğu burjuva marksologların) Lenin’e ve Leninizm’e bakışıdır. Buna göre, Rusya gibi burjuva devrimi aşamasındaki bir toplumda proletaryanın öne çıkarak ve köylülüğü yedeğine alarak burjuvaziye rağmen burjuva demokratik devrimini sonuçlandırması, ardından farklılaşan yeni ittifak ilişkileri içinde sosyalist devrime yönelmesi çizgisinin, yani kesintisiz devrim anlayışının, Marx-Engels’te bir temeli yoktur. Bu Lenin’in, Rusya’ya özgü, dolayısıyla da Rusya’nın geri toplumsal koşullarından bulup çıkardığı, ama Marksizm’den de sapma anlamına gelen bir “özgün buluşu”ndan ibarettir.
Lenin’in iki yöne, bir yandan köylülüğe ve öte yandan ezilen uluslara baktığını söyleyen Aydemir Güler, “çoğunlukla Bolşevik ittifak politikalarının ilk çağrıştırdığı köylülük olmaktadır” diye ekliyor. Biz de ardından ezilen uluslar sorununa dönmek üzere öncelikle köylülüğe bakalım ve Lenin’in köylülüğe ilişkin politikasının “özgün buluş” olup olmadığını anlamaya çalışalım. Bunu yaparken de en sağlam ve en inandırıcı bir tanığa, dosdoğru Lenin’e, onun dolaysız tanıklığına başvuralım.
Rusya’da köylü sorunu ve marksist hareket
Lenin, 1905 Devrimi günlerinde, yani köylü sorununun, dolayısıyla işçi-köylü ittifakının soyut bir tartışma konusu olmaktan çıkıp hayatın içinde yakıcı bir anlam kazandığı bir sırada kaleme aldığı “Proletarya ve Köylülük” başlıklı makalesinde (25 Kasım 1905), söze şöyle başlıyordu:
“Şu anda, Moskova’da toplanmakta olan Köylü Birliği Kongresi, bir kez daha sosyal-demokratların köylü hareketi karşısındaki tutumları gibi hayatî bir sorunu ön plana getirmiş bulunmaktadır. Bu sorun, Rus marksistleri için program ve taktiklerini saptarken her zaman hayatî önem taşımıştır. Emeğin Kurtuluşu Grubu tarafından 1884’te yurtdışında yayınlanan Rus sosyal-demokratlarının ilk program tasarısında bile köylü sorunu üzerinde büyük dikkatle durulmuştu.
“O zamandan beri, genel sorunları ele alan tek bir belli başlı marksist yapıt olmamıştır ki, ya da tek bir sosyal-demokrat dergi olmamıştır ki, bu konudaki marksist görüş ve sloganları yinelememiş ya da geliştirmemiş olsun, ya da özel durumlara bunları uygulamamış olsun.” (İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Yayınları, 1. Baskı, s.236, vurgular bizim)
RSDİP IV. Birlik Kongresi’ne sunulan, ardından Nisan 1906’da “İşçi Partisinin Tarım Programının Yeniden Gözden Geçirilmesi” başlıklı bir broşür olarak yayınlanan nispeten hacimli incelemesinde ise Lenin, bu kez, o sıralar parti içinde ideolojik hasmı konumundaki Plehanov’a dosdoğru işaret ederek, 1884 tarihli aynı program taslağı ve köylü sorununda onu izleyen sonraki çalışmaları üzerine şunları söylemektedir:
“1884’te Emeğin Kurtuluşu grubunun yayınladığı, Rus sosyal-demokratların ilk program taslağı, ‘tarımsal ilişkilerin köklü bir biçimde yeniden gözden geçirilmesi’ ve kırsal alanlardaki tüm feodal ilişkilerin kaldırılması istemini içeriyordu. (…)
“Daha sonra Plehanov, gerek Sosyal-Demokrat dergisinde ve gerekse Rusya'nın Çöküşü ve Rusya’da Açlığa Karşı Savaşta Sosyalistlerin Görevleri adlı broşürlerinde, tekrar tekrar ve en etkin sözcüklerle Rusya’daki köylü sorununun öneminin büyüklüğünü vurguladı. Gelecek bir demokratik devrimde ‘genel yeniden dağıtım’ın bile olanaklı olduğunu ve sosyal-demokratların böyle bir olasılıktan korkmadıklarını ve çekinmediklerini belirtti. (…)
“Sosyal-demokratların bugüne dek savundukları Rusya’da tarım sorununun teorik formüllendirmesinin, hareketin ta başlangıcından bu yana benimsenmiş olduğunu açıkça göstermesi açısından, Plehanov’un bir ‘genel yeniden dağıtım’a değinmesinin bizim için özel bir tarihsel önemi vardır.” (age, s.243-44)
Plehanov, 1884 yılında Rusya marksistlerinin ilk program taslağını ortaya koyarken ve burada köylü sorununa açık biçimde yer verirken, Lenin henüz yalnızca ondört yaşında kendi halinde bir çocuktu. Ama Plehanov bunu başarmıştı; zira o sıra inanmış, sadık ve son derece yetenekli bir marksistti. Bir dizi konuda olduğu gibi köylü sorununda ve dolayısıyla işçi-köylü ittifakı konusunda da düşüncelerinin kaynağı dolaysız olarak Marksizm, somut olarak Marx ve Engels’in eserleriydi.
Lenin, izleyen yıl sonunda (Kasım-Aralık 1907) kaleme aldığı “1905-1907 İlk Rus Devrimi’nde Sosyal-Demokrasinin Tarım Programı” başlıklı kapsamlı çalışmasında ise, aynı zamanda 1884 programının sınırlılıklarına işaret eder, ama hemen ardından ekler: Bundan daha doğal ne olabilir; o aşamada ancak bu kadarı yapılabilirdi ve bu kadarı büyük bir başarıydı. Bu başarının, hele de Plehanov’un belli koşullarda pekâlâ “genel yeniden dağıtım”ın da desteklenebileceğine ilişkin görüşlerinin, Rusya’nın marksist devrimci hareketi için çok özel bir “tarihi önemi” olduğunun da altını çizer. (Lenin bunları 1907’de yazıyordu, on yıl sonra Ekim Devrimi bunu öngörmenin tarihsel önemini ve anlamını ortaya koydu. Bolşevikler Sosyalist-Devrimcilerin “genel yeniden dağıtım”ı öngören, fakat bizzat kendileri tarafından Şubat Devrimi sonrasında ortada bırakılan bu programı sahiplenerek, böylece devrimde köylülüğün desteğini kazandılar ve bu sayede iktidara yürüdüler.)
Devamında Lenin bu kez kendisinin de merkezinde olduğu 1903 tarihli tarım programının belirgin yetersizliklerini de ortaya koyar. Bunun da doğal olduğunu, zira o sıra (1903) bu genel ve belli bakımlardan yetersiz düşünceleri olgunlaştırmayı, daha somut, daha belirgin ve daha tam hale getirmeyi olanaklı kılacak bir köylü hareketinin henüz ortada bulunmadığını söyler. (Seçme Eserler, Cilt 3, İnter Yayınları, s.185 vd.)
Peki ama bu durumda köylü sorununda Menşevizmin, dolayısıyla Plehanov’un gitgide Marksizmden yüz çevirmesini nasıl anlamalı ve açıklamalı? Yanıt en sade biçimiyle şudur: Devrim korkusu! Devrim günleri gelip çattığında, marksist olmak iddiasındaki Menşevik liderlerin gerçek devrimciler olmadığı, dolayısıyla da bir devrime sahip çıkmak ve önderlik etmek yeteneğinden yapısal olarak yoksun bulundukları açığa çıktı. Lenin’in farkı, dolayısıyla özgünlüğü de, bu alanda kendisini gösterdi.
Bu noktadan devam etmeden önce Aydemir Güler’e dönelim.
Devrim korkusu!
“Rusya’da bu ihtiyaç [ittifaklar ihtiyacı] kendini çok daha yakıcı biçimde hissettirir ve tartışılır. Rus muhalif çevrelerinde işçi sınıfının iktidara yükselmek için burjuvazinin kendi devrimini tamamlaması gerektiği yaygın kabul görüyordu. Bu pozisyonun istisnası, politik düşünür ve eylemci olarak Lenin, hareket olaraksa sosyal-demokrat partinin Bolşevik kanadıdır. Ancak Leninist formülün proletarya devrimi ve diktatörlüğünden ibaret bırakılması mümkün olamazdı. Eninde sonunda Batı Avrupa sanayi toplumlarının ve örgütlü işçi sınıflarının yanından bile geçemeyen Rusya’da bu iddia ne gerçekliğe uyardı, ne de ikna edici olabilirdi…”
Üzerinde durmakta olduğumuz “Lenin’in ittifaklar teorisi özgün bir buluştur” iddiası, aktardığımız bu pasajın hemen devamında yer alıyordu.
Rusya devrim tarihine ilişkin gerçeklerin yukarıdaki türden bir sunuluşu, yazık ki, Leninizm’in kavramlarının titiz kullanılması gerektiği öğüdüne ve “saha temizliği” ihtiyacı üzerine o pek iddialı söyleme ağır bir gölge düşürüyor. Zira bu sunuluş tarzıyla, Lenin’in öteki “Rus muhalif çevreleri”nden farkı, “politik bir düşünür” olarak ittifaklar konusunda yaptığı “özgün buluş”ta yatmaktadır. Bu bakış açısı, “Rus muhalif çevreleri” masum kodlaması içinde yer alan Menşevizm’in de mazur gösterilmesi demektir. Aydemir Güler’in öylesine bir anlatım tarzı var ki, adeta aslında olağan beklenti, Rus burjuvazisinin kendi devrimine önderlik etmesiydi ama Lenin yaratıcı “buluş”uyla bu genel eğilimden ayrı düştü demiş oluyor.
Muhalif çevrelerin marksist kanadında beklenti bu olamazdı, olmamalıydı da. Zira marksistler, 1848 Devrimi deneyimlerinden beri burjuvazinin artık kendi devriminin görevlerini bile ortada bırakan bir ihanet içinde olduğunu biliyorlardı. En iyi durumda onun tutumu monarşiden (Rusya’da çarlıktan), Rusya marksistlerinin ifadesiyle ‘şipovvari” bir anayasal taviz elde etmekti. Bunu daha 1848 fırtınasının dumanları tütüyorken Marx Alman burjuvazisinin tutumu üzerinden tüm açıklığı ile görmüş ve hemen her marksistin çok iyi bildiği Burjuvazi ve Karşı-devrim makalesinde kayıt altına almıştı. Almanya’nın 1848’deki belirgin geri toplumsal koşullarında, Alman burjuvazisine korku salanın hiç de kendi proletaryası değil, fakat tam da Fransız proletaryası, onun 1848’deki ayaklanması olduğuna işaret eder Marx. (Sonraki onyıllar içinde Engels ile birlikte çok daha açık-seçik biçimde söylediklerini şimdilik bir yana bırakalım.)
20. yüzyıla dönülürken Rusya’nın toplumsal koşulları ve Rusya proletaryasının gelişmişlik düzeyi, 1848 Almanya’sı ile kıyaslanamaz ölçüde ileriydi. Lenin, 1905’teki makalelerinden bu farka özellikle ve ısrarla işaret eder. Çünkü bu farkta, Rus burjuvazisinin devrime ihanette neden 1848’in çok çok ilerisine gideceğinin açıklaması saklıdır. Aynı şekilde bu farkta Rusya proletaryasının neden devrimin önderliğini kesin olarak eline alması ve köylülüğü ardına takarak kararlılıkla devrimin zaferine yürümesi gerektiğinin açıklaması saklıdır.
19. yüzyıl Avrupa’sının tarihini iyi kötü bilen ve Marx-Engels’in eserlerini incelemiş olan her Rusya marksistinin bunu anlamasında esaslı bir güçlük yoktu. Ama Aydemir Güler’in, “Rus muhalif çevrelerinde işçi sınıfının iktidara yükselmek için burjuvazinin kendi devrimini tamamlaması gerektiği yaygın kabul görüyordu” iddiası, bu beklentinin bu denli olağanlaştırılması, bir yandan Menşevizmin mazur görülmesi ve öte yandan Lenin’in farkının “buluş” yapma yaratıcılığına indirgemesi anlamına gelmektedir.
Lenin ile Menşevik liderler arasındaki asıl fark, birikim, kavrayış ya da düşünsel yaratıcılık farkı değil fakat gerçekten devrimci olup olamamak sorunuydu. Lenin’in bildiklerini genel olarak onlar da biliyorlardı. Marksizmin yol gösterici, zihin açıcı kaynakları ya da hareket noktaları üzerinden bilmedikleri vardıysa eğer, bunları da Lenin polemiklerinde çok özel bir çabayla onlara hatırlatmaya, ifade uygunsa kafalarına sokmaya çalıştı ama sonuç değişmedi. Çünkü tutumlarının gerisinde ideolojik yanılgı değil, fakat sosyal gerçekliklerinden kaynaklanan yapısal zaafiyetler vardı.
Menşevik liderler oportünist karakterli orta sınıf aydınlarıydı. Yıllarca devrim lafları ettikleri halde, devrim günleri gelip çattığında, devrime önderlik cesaret ve yeteneğinden yoksun olduklarını ortaya koydular ve ardından bunu teorize etmeye giriştiler. Eski bildiklerini de unutarak tümüyle yeni şeyler söylemeye başladılar. Burjuva ya da küçük-burjuva aydın kimliği, bu gitgide öne çıkan sosyal konum ve karakter, giderek buna uygun düşen yeni bir ideolojik şekillenmede ifadesini buldu.
Lenin’in eski ve yeni İskra arasında yaptığı kesin ayrım bu gerçeğin de veciz bir ifadesidir. Lenin’in her zaman hararetle sahiplendiği ve savunduğu eski-İskra’nın ideolojik çizgisi ve bunun ürünü düşünsel birikim tümünün ortak eseriydi. Ama yeni-İskra’ya geçişle birlikte Menşevizm adım adım bunun reddine yöneldi ve süreç giderek yeni bir ideolojik şekillenmede ifadesini buldu. 1905 Devrimi’nin patlak vermesiyle birlikte konum ve saflar hızla farklı yönlerde netleşti. Devrimin yarattığı açıklıklar üzerinden Lenin daha da ileriye sıçrarken, geriye dönük bir kopuşu yaşayanlar, Plehanov da içinde olmak üzere Menşevik liderler oldular.
Menşevizm ile 1903’te örgütsel sorunlar üzerinden başlamış gibi görünen ayrışmanın tam da 1905’te patlak vermiş bulunan devrim üzerinden hızla devrimin temel sorunları, dolayısıyla köylü sorunu, dolayısıyla işçi-köylü ittifakı, dolayısıyla bu ittifakın devrimdeki başarısını izleyecek devrimci iktidar sorunları üzerine bir ayrışmaya dönüşmesi hiçbir biçimde rastlantı olmadığı gibi, tersine son derece anlamlı ve açıklayıcıdır. Devrimden korkanlar, onu olanaklı kılan sorunlardan, bu sorunların ürünü devrimci enerjiden, bu enerjiyle olanaklı olabilecek devrimci hedeflerden ve elbette bunu olanaklı kılacak yol, yöntem ve araçlardan da uzak durmak zorundadırlar. Menşevik hizip şahsında yaşanan tam olarak buydu.
II. Enternasyonal liderlerinin köylü sorunundaki oportünizminin kaynağı da temelde aynıdır. Devrim korkusu, günü gelip çattığında devrimden yüz çevirme, tarihin sonraki seyrinin en utanç verici örnekler üzerinden kesinleştirdiği gibi, onların da temel özelliği idi. Köylü sorununun, dolayısıyla işçi-köylü ittifakının bazı Avrupa ülkelerinde Rusya’daki kadar yakıcı bir önem taşımaması, dolayısıyla köylülüğün Rusya’daki denli güçlü bir devrimci enerji kaynağı olmaması, II. Enternasyonal liderlerinin bu alandaki kaba oportünizmlerini hiçbir biçimde mazur göstermez. Rusya’daki parti içi bölünmede başından itibaren blok halinde Menşevizm’in yanında yer almaları bu açıdan rastlantı değildi. Bunun kaynağı ideolojik ve sınıfsal doku ortaklığıydı.
Lenin’in devrimci yaratıcılığı
İttifaklar ve dolayısıyla köylü sorunu üzerinden Lenin’de “özgün buluş” arayanlar, Lenin’de asıl özgün olana buradan bakmak zorundadırlar. Lenin, kendini önceleyen düşünsel birikimi siyasal yaşamının ilk anlarından başlayarak geliştirmeye ve zenginleştirmeye çalışmakla kalmadı (bunu yaparken hala sonradan Menşevik olacak olanların yoldaşıydı), devrim fırtınası gelip çattığında da devrimin yakıcı sorunlarına bu birikimin gerekleri üzerinden baktı. Stratejisini ve taktiklerini bunun üzerinden kurdu. Hiç de kendi buluşu olmayan işçi-köylü ittifakını yaratıcı bir biçimde geliştirdi ve bunu ittifakın devrimde başarısı durumunda gidip bağlanacağı iktidar ilişkilerinin ne olması gerektiği ile taçlandırdı.
Her büyük devrim deneyimi teoriyi sınar, varsa kusurlarından ve sınırlılıklarından arındırır, böylece güçlendirip zenginleştirir. Bu devrimci teorik gelişmenin mantığında vardır ve Lenin’in bu alandaki başarısı ve katkısı paha biçilmez değerdedir. Ama teorinin, hele de yeni tarihi koşullarda, hele de devrimci ve karşı-devrimci tarihsel süreçlerin sınıflar mücadelesi zemininde bu biçimde geliştirilip zenginleştirilmesi ile aydın bilgiçliğine özgü “buluş”lar iddiası birbirinden tümüyle farklı şeylerdir.
Buna yalnızca bir örnek vermek istiyoruz. Lenin’in kendi tanıklığı, belli koşullarda ve köylülüğün devrimci enerjisini açığa çıkarmak üzere, gerekirse toprak sorununda “genel yeniden dağıtımı” bile desteklemek gerektiği fikrinin Plehanov’a ait olduğunu ortaya koyuyor. Aynı konuda daha sonraki bir tarihte, 1902 Ağustos’unda, Lenin’in kendisi şunları yazıyordu:
“Genel yeniden dağıtım istemi küçük köylü üretiminin genelleştirilmesi ve sürdürülmesine ilişkin gerici ütopik düşünceyi içerir, ama bunun yanı sıra (‘köylülüğün’, sosyalist devrimin taşıyıcısı olarak hizmet edebileceği ütopik fikrine ek olarak) devrimci bir unsuru, yani bir köylü ayaklanması yoluyla serfliğin bütün kalıntılarının ortadan silinmesi isteğini de içerir.” (İşçi Sınıfı ve Köylülük, s.247)
Sorunlara sınıf mücadelesinin gelişim seyri ve dolayısıyla devrimin zaferinin güvence altına alınması üzerinden olağanüstü bir esneklikle bakmayı başarabildiği içindir ki, 1917 Şubat Devrimi’ni izleyen süreçte ve günü gelip çattığında, Lenin kendi bilimsel tarım programından geri adım atarak, Köylü Temsilcileri tarafından gündeme getirilen ve toprağın “genel yeniden dağıtımı” anlamına gelen “242 Köylü Yönergesi’ne destek verdi. Ekim Devrimi’nin zaferinin ardından yayınlanan Toprak Kararnamesi’nde de buna özellikle işaret etti.
***
Lenin’in teorik başarısını Marx ve Engels’ten, Leninizmi Marksizmden koparmak her zaman doğrudan ya da dolaylı biçimde burjuvazinin hizmetinde olanların, burjuva marksologların ve oportünistlerin işi olmuştur. 1920’lerin sert ve hararetli tartışmaları içinde troçkist muhalefete karşı Lenin üzerinden “Leninizm”i bayrak edinen Stalin bile özenle böyle bir tutumdan uzak durmuştur. Lenin’in teorik başarısını ve dolayısıyla katkısını, ilkin Marksizmin II. Enternasyonal oportünizmi tarafından unutturulan devrimci özünü ve esaslarını bulup yeniden gün yüzüne çıkarmasına, ve ikinci olarak da, bunu yeni tarihi koşullara, emperyalizm ve proletarya devrimleri çağına, bu arada Rusya devriminin sorunlarına yaratıcı bir biçimde uygulayıp zenginleştirmesine bağlamıştır.
***
“İttifaklar” sorunu kapsamında Lenin’in “baktığı” öteki yönle, asıl konumuzu oluşturan ezilen uluslar sorunuyla devam edeceğiz.