Yeni rejimin resmi tarih anlatısının bir parçası ve Türkiye İslamcılığının en önemli günlerinden biri olan “28 Şubat mağduriyet ve mazlumiyet şenlikleri”ni bu sene “Erbakan mutabakatı” ile taçlandırdı düzen siyaseti.
HDP katıldığı için katılmadığını varsaydığımız MHP dışında, iktidarıyla muhalefetiyle düzen partileri yaşarken yapmadıkları bir şekilde Erbakan etrafında bir araya geldiler, icat edilmiş, gerçek olmayan bir Erbakan figürüne hep beraber güzellemelerde bulundular. Böylece hem iktidarıyla ve muhalefetiyle Türkiye’de düzenin İslamcı hegemonyaya teslim olduğu, hem de Milli Görüş’ün fikirlerinin artık devletin resmi ideolojisi haline geldiği bir kez daha teyit edilmiş oldu.
Yaptıkları konuşmalarda, Kılıçdaroğlu Erbakan’ı “Cumhuriyet çocuğu” ilan ederken, Mithat Sancar ise Erbakan’dan “Kürt sorununda demokratik çözüm arayan bir lider” diye söz ediyordu. Oysa Erbakan, hem Atatürk ve Cumhuriyet’le hesaplaşma üzerine kurulu bir ideolojinin, yani Türkiye İslamcılığının kurucu babalarındandı hem de Kürt sorununda “ümmet çözümü”nden öteye gidemeyen, devletin geleneksel politikalarıyla ise pragmatist bir takım hamleler dışında derdi olmayan bir isimdi.
Dolayısıyla her iki isim de aslında, uydurulmuş, çarpıtılmış, icat edilmiş bir Erbakan okuması üzerinden hem Türk sağı ile kurmuş oldukları açık ve gizli ittifakları meşrulaştırmaya, hem de dindar-muhafazakâr kitleye şirin görünmeye çalışıyorlardı.
Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında basının öne çıkarmadığı, pek kimsenin de dikkatini çekmeyen bir bölüm vardı ki bence asıl odaklanılması gereken yer burasıydı. Gayet bilinçli bir şekilde hazırlandığı belli olan bu bölümde, Kılıçdaroğlu Saadet Partisi ile kurdukları ittifakı CHP tarihinden başka bir ittifakla, CHP-MSP koalisyonuyla açıklamaya çalışıyordu.
Kılıçdaroğlu’na göre CHP-MSP koalisyonu “11 aylık kısa ömrüne rağmen Türkiye ve bölgenin geleceği açısından tarihi adımlar atmayı başarmıştı” ve daha da önemlisi “farklı siyasi geleneklere sahip iki partinin hangi ilkeler çerçevesinde bir araya geleceğini göstermiş”ti. Kılıçdaroğlu CHP-MSP koalisyonunun hangi saiklerle kurulduğunu en iyi koalisyon protokolünün 3. maddesinin açıklayacağını iddia ediyor ve o maddeyi okuyordu:
“CHP-MSP koalisyon hükümeti, kırgınlık ve acıları gidererek bütün geçmişin bir yana bırakılmasını, karşılıklı bağışlama ve hoşgörüye dayanan bir kardeşlik ortamının kurulmasını ilk görev sayar.”
Düzen muhalefetinin ve onun merkezindeki CHP’nin AKP-sonrası dönemi bir hesaplaşma dönemi olarak görmediğini, “devr-i sabık yaratmayacağız” derken bunda ciddi olduğunu zaten biliyoruz, dolayısıyla konuşmanın bu bölümünde esas bakmamız gereken yer burası değil; esas bakmamız gereken yer, Kılıçdaroğlu’nun CHP-MSP koalisyonuna atfettiği misyonun ve ona yönelik övgülerinin bütünüyle mesnetsiz olması.
Neden mi? Çünkü 25 Ocak 1974’de büyük ümitlerle kurulan ve yapılan protokolün sonuç kısmında bu umutların “ülkemizin ve bütün dünyanın karşı karşıya bulunduğu şartlardan doğan büyük güçlükleri, yüce milletimize güvenerek, güçle ve cesaretle göğüslemeye kararlı olan Cumhuriyet Halk Partisi ile Milli Selamet Partisi’nin kurduğu Koalisyon Hükümeti, engin tarihimizde yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır” sözleriyle ifade edildiği CHP-MSP koalisyonunun ömrü sadece 7 ay sürmüş ve Başbakan Ecevit 18 Eylül 1974’de istifa etmişti de ondan.
Peki ne olmuştu da bu kadar kısa ömürlü olmuştu bu koalisyon hükümeti, tarihi önem atfedilen bu hadiseyi bu kadar kısa bir süre içerisinde, onuncu ayın sonunda boşa düşüren neydi?
Koalisyon ortakları arasındaki en önemli meselelerden biri çıkarılacak af yasasıydı. CHP çıkarılacak yasanın herkesi kapsamasını isterken MSP solcu mahkûmların serbest kalmasına yanaşmayacak ve Meclis’teki oylamada kimi MSP’liler bu yönde oy kullanacaktı. Yasa daha sonra CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülecek ve ancak bu sayede solcu mahkûmlar da yasadan yararlanarak serbest kalacaktı. Diğer mesele ise Kıbrıs harekâtıydı. Harekâttan sonra MSP’liler harekât kararını CHP’ye rağmen aldıklarını ve harekâtın mimarının aslında Erbakan olduğunu iddia edeceklerdi.
Ecevit’i yakından izleyen gazetecilerden biri olan Orhan Tokatlı, koalisyon ortakları arasındaki diğer meseleleri ise şöyle sıralıyordu:
“MSP’li Ticaret Bakanı Fehim Adak, “turizm ahlak götürür” diyor ve turizm yatırımlarının kararlarını imzalamıyor. Adak ile CHP’li Turizm Bakanı Orhan Birgit arasında basına da yansıyan sert bir tartışma doğuyor. Ardından müstehcenlik sorunu ortaya atılıyor. MSP’lilerin ısrarıyla İstanbul’da açık saçık olduğu iddia edilen ‘Güzel Sanatlar Heykeli’ kaldırılıyor. Adalet Bakanı Şevket Kazan müstehcen yayınlara karşı kampanya açıyor. Yurdun çeşitli yerlerinde bazı gazeteler, çıplak kadın resmi bastı diye toplattırılıyor. Artık kantarın topu kaçıyor. İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk bira satışlarını sınırlamaya kalkıyor. Memurların giyimlerine müdahale ediliyor. Ayasofya’nın, müzeden camiye dönüştürülmesi için çabalar baş gösteriyor. 19 Mayıs törenlerinde kız öğrencilerin şortla gösterilere katılmaması isteniyor.”
Velhasıl MSP gericilik gündemiyle bastırıyor, CHP ve tabanı ise giderek bundan rahatsızlık duymaya başlıyordu. Eylül ayına gelindiğinde Ecevit Erbakan’la köprüleri atmış ve görüşmemeye başlamış, 18 Eylül’de de istifa etmişti. Kıbrıs harekâtının kendisine getirdiği popülaritenin sarhoşluğuyla erken seçime gitme ve iktidar olma hesabı yapacak, ancak sağ partiler bu hesabı bozup Milliyetçi Cephe’yi kuracak ve MSP’de o cephenin ortaklarından biri olacaktı.
12 Eylül diğer partiler gibi MSP’yi de kapattı, çok partili hayata dönülmesinin ardından ise MSP kadroları Refah Partisi’ni kurdular. Darbe solun üzerinden bir silindir gibi geçmişken, Özal’ın neoliberalizmi halka her gün daha fazla kemer sıktırıyorken, SHP 94 seçimlerinde aldığı oyun hakkını verememiş ve dümeni sağa kırmışken, “adil düzen” vaat eden Refah, 94 seçimlerinde belediyeleri aldı, 1995 seçimlerinden de birinci parti olarak çıkmayı başardı. ANAP’la DYP’nin kısa ömürlü koalisyonunun ardından Refah Partisi ile Tansu Çiller’in DYP’si “Refahyol” diye de bilinen koalisyonu kuracak, oradan da 28 Şubat’a gidilecekti.
28 Şubat’ın vardığı yerin neresi olduğunu biliyoruz: Refah Partisi’nin kapatılması, yerine merkez sağ hüviyetine daha yakın Fazilet Partisi’nin kurulması, Milli Görüş’ün “gelenekçiler” ve “yenilikçiler” olarak ikiye bölünmesi, yenilikçilerin kendi partilerini, yani AKP’yi kurmaları ve 2002’de iktidara gelmeleri… Sonrası ise geçip giden koskoca bir yirmi yıl.
Peki bu yaklaşık yirmi yılın sonunda, varılan yerin Erbakan mutabakatı olması, iktidardaki Milli Görüş’e karşı muhalefetteki Milli Görüş’ten, hem de tarih bütünüyle çarpıtılarak, işlemeyen koalisyonlara övgüler düzülerek medet umulması, bunun tek çare olarak görülmesi bizim büyük trajedimiz değil midir?
Yaklaşık yirmi yılın sonunda düzen, iktidarıyla muhalefetiyle Türkiye İslamcılığının sembol ismi Erbakan üzerinden bir mutabakat tesis etmişse, Erbakan partiler üstü bir lider, bir “bilge kişi” haline getirilmişse, CHP ve HDP de bu mutabakata şevkle dâhil olmuşsa, yarın AKP gidecek olsa dahi, aslında kazanan kimdir?
CHP seçmeninin önemlice bir bölümü tarih bilincini kaybetmişse ve bir yandan “çöp dağları yüzünden 94’de belediyeleri İslamcılara kaybetmiştik” diyerek CHP’li belediyelerdeki grevci işçilere küfrederken bir yandan da Erbakan mutabakatına ve 2021’in İslamcılarından 1994’ün İslamcıları sayesinde kurtulmaya razı olur hale gelmişse, ortada büyük, çok büyük bir çürüme yok mudur?
Bugün gelinen noktada Türkiye toplumunun önemlice bir bölümü AKP’siz AKP rejimine razı edilmiş, sağın alternatifinin yine sağ, İslamcılığın alternatifinin yine İslamcılık olduğu topluma kabul ettirilmiştir. Bu, muhalefetin taktik ya da strateji olarak yaptığı değil, inandığı şeydir. Erbakan mutabakatı ve CHP-MSP koalisyonuna yapılan atıflar tam olarak bunu simgelemektedir.
Esas mesele ise bu mutabakat dışında kalmayı reddedenlerin ne yapacaklarıdır. İçinde bulunduğumuz karanlıktan sahici bir çıkış, bu mutabakata usulden değil esastan bir itirazla mümkün olabilecektir çünkü.
soL / 03.03.21