Her biçimiyle reformizm, devrimci siyasal mücadele açısından her zaman önemli bir sorun olagelmiş, bir düşünsel ve siyasal akım olarak devrimin aşılması gereken temel engellerinden birini oluşturmuştur. Reformizmin devrimci siyasal mücadele bakımından bu özel önemi nereden gelmektedir?
Öncelikle genel hususlardan başlayalım. Kurulu düzen zemininde hareket eden reformizm, bu konum ve kimliği ile doğası gereği devrimin tam karşıtıdır. Genel planda devrimcilik ile reformculuk, temelden farklı iki konum ve kimlik, birbirine taban tabana zıt iki ayrı dünya görüşüdür. Bunun temelinde ise doğal olarak bir sınıfsal konum farklığı vardır. Dolayısıyla reformizm bir rastlantı ya da yanılgı değil, fakat tamı tamına sınıfsal bir olgunun düşünsel ve politik bir yansımasıdır. Reformist akımlar her zaman son tahlilde kendilerine denk düşen belirli sınıfsal konumların ürünü olmuşlar, politika sahnesinde bu konumlara uygun düşen çıkarların, bunun ifadesi düşünce ve politikaların temsilcisi ve taşıyıcısı olarak hareket etmişlerdir.
Modern burjuva toplumunun iki temel sınıfını oluşturan burjuvazi ile işçi sınıfı arasında kalan toplumsal tabakalar, farklı türden reformist akımların yeşerdiği heterojen bir toplumsal zemin oluştururlar. Bu çerçevede işçi sınıfının burjuvalaşmış kesimi olarak işçi aristokrasisi ve bürokrasisinden, farklı kesim ya da katmanlarıyla küçük ve orta burjuvaziden sözedilebilir. Bu toplumsal katmanlar, politik mücadele sahnesine kendi sınıfsal konum ve çıkarları üzerinden bir ölçüde olsun bağımsız olarak çıkmak eğilimi ve davranışı gösterdikleri belirli durumlarda, bu kendini ideoloji ve politikada her biçimiyle reformizm olarak gösterir.
Kuşkusuz bu aynı toplumsal katmanlar, özellikle de küçük ve orta burjuvazinin belirli kesimleri, salt reformizme değil, uygun tarihi-kültürel koşullarda, hele de egemen burjuvazinin gerici hesaplarına alet oldukları ölçüde, gericilik, faşizm, ırkçılık, dincilik vb. eğilimlere de toplumsal dayanak oluşturabilirler. Ama biz burada onların herşeye rağmen kendi gerçek çıkarlarına dayalı eğilimleriyle ilgiliyiz, ki bu daha çok kendini reformizm olarak gösterir.
Tüm bu toplumsal kesimler özel mülkiyet zemininde bulunurlar ve bu nesnel konum onları düzenle cepheden karşı karşıya gelmekten yapısal olarak alıkoyar. Muhalefetlerinin sınırını, kendi istek ve çıkarlarını kurulu düzenle bağdaştırmak oluşturur. Düzenle uzlaşma konumu, daha doğrusu zorunluluğu, buradan gelir. Nitekim her biçimiyle reformizm, temelde kurulu düzenle uzlaşma ve olanaklı olduğu ölçüde, kendi solundaki güçleri de kurulu düzenle uzlaştırma konum ve çabasının bir ifadesidir.
Reformizmin bu konum ve niteliği, onunla etkili bir mücadelenin önemini kendiliğinden ortaya koyar. Reformizm bir uzlaşma ve uzlaştırma ideolojisi ve politikası olduğuna göre, kurulu düzeni temellerinden alaşağı etmek ideoloji ve programının ifadesi olarak devrim, ancak bu engeli bertaraf ederek amaç ve hedeflerine ilerleyebilir.
Devrimcilik ile reformculuk ilişkisi, genel ilkesel konum farklılığının ötesinde, her günkü mücadele açısından ayrıca son derece pratik bir mahiyet ve önem taşır. Genel siyasal mücadele içinde devrimcilik ile reformculuk, devrimci kimlik ile reformist kimlik, devrimci akımlar ile reformist akımlar, kaçınılmaz ve sürekli bir biçimde yan yana düşer, çoğu durumda da karşı karşıya gelirler. Zira reformizm de kendi sınırları içerisinde kurulu düzene bir muhalefet akımdır. Düzenin aşırılıklarını törpüleme, onu belli sınırlar içinde katlanılabilir hale getirme arayışı ve çabasıdır. Bu işleviyle de günümüz toplumunda genellikle işçi sınıfı ve emekçiler üzerinden güç olmaya çalışır. Bir burjuva ya da küçük-burjuva sınıf eğilimi olarak muhalefeti için gerekli gücü ve desteği buradan, işçi sınıfı ve emekçi katmanlar içinde oluşturmaya ve siyasi yaşamda buradan tutunmaya çalışır.
Reformizmin işçi sınıfı ve emekçilere bu yönelimi, aynı zamanda onun kurulu düzen hesabına aldatıcı ve saptırıcı misyonundan da gelir. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini düzen sınırlarına hapsetmek, kitleleri düzenin temellerine yönelecek her türden mücadeleden alıkoymak, her zaman reformizmin temel bir tarihsel-siyasal misyonu olmuştur. Bu yanıyla o, kurulu düzenin hizmetindedir ve bu yönüyle o, düzenin egemenleri tarafından, hele de belirli tarihi koşullarda, özenle korunur, kollanır, teşvik edilir. Bu da reformizmin, ona karşı sistemli ve başarılı bir mücadelenin, devrimci sürecin kaderi bakımından taşıdığı çok özel önemi ayrıca ortaya koyar. Tüm tarihsel deneyimin bütün açıklığı ile gösterdiği gibi, devrimci sürecin başarıyla geliştirilmesi ve bunun zirvesi olarak devrimin zaferi, her türden reformist-oportünist akım alt edilmeksizin, onların işçi sınıfı ve emekçileri üzerindeki etki ve denetimi kırılmaksızın olanaksızdır.
Bu genel hususların ötesinde reformizm sorunu, günümüz devrimci siyasal mücadelesi açısından ayrıca güncel bir öneme de sahiptir. Sorunun bu yanına iki ayrı yönden işaret edilebilir. Bunlardan ilki, girmekte olduğumuz yeni tarihsel döneme ilişkindir ve sorunun önemi bu yanıyla evrensel düzeyde, yani dünya ölçüsündedir. İkincisi ise, ilkinin de bir uzantısı olarak, Türkiye sol hareketinin köklü reformist geleneği ve solun bugünkü tablosu içinde reformizmin ezici ağırlığıdır.
İlkinden başlarsak; bilindiği gibi, partimizin insanlık tarihinin geride kalan yakın dönemine ve halen girmekte olduğu yeni döneme bir bakışı var. Geçen yüzyılın ‘80’li yıllarından itibaren ve dünya ölçüsünde, devrim dalgasının dibe vurduğu ve burjuva gericiliğinin şaha kalktığı bir özel tarihi evreye girdi insanlık. ‘89 çöküşü buna yeni bir güç, görülmemiş yeni boyutlar kazandırdı. Toplumsal durgunluk ve siyasal gericilikle belirlenen ve yaklaşık otuz yıla yayılan bu karanlık dönemde baskı, sömürü ve soygun politikaları sınırsızca uygulandı. İşçi sınıfı ve emekçilerin yüzyılı aşkın mücadelelerle biriktirdiklerinin çok büyük bir bölümü yok edildi ya da gaspedildi. Fakat kapitalizmin onulmaz içsel çelişkilerinin sonucu olarak sistem böylece son derece ağır sorunlar biriktirdi ve bunlara eşlik eden büyük sosyal gerilimleri hazırladı. Ve şimdi artık, bunun ilk sonuçlarının kendini ortaya koyduğu bir yeni tarihi evrenin eşiğinde, belirli bir anlamda da içindeyiz.
Eğer yeni bir tarihi evrenin eşiğindeysek ve bunun bir uzantısı olarak yeni bir devrimler dönemi gelecekse, bu durumda reformizme karşı ideolojik, politik ve pratik bakımdan çok yönlü bir hazırlık içerisinde olmak hayati önemde bir gereklilik olarak çıkar karşımıza. Zira devrimler tarihi üzerinden, güçlü ve etkin olması durumunda, reformizmin devrimin olanaklarını nasıl kolayca boşa çıkardığını biliyoruz. Birinci emperyalist dünya savaşı sonrası Almanya, bu gerçeğin de klasik ve de trajik bir örneği oldu. Savaşın yıkıma uğrattığı Alman burjuva toplumu, tam da sosyal-demokraside temsil edilen reformizm sayesinde, toplumsal devrim fırtınasından kendini koruyup yeniden toparlayabildi. Tersinden ise Rusya örneği var. Eğer Rusya'da alabildiğine güçlü küçük-burjuva reformizmi karşısında güçlü bir devrimci sınıf partisi olmasaydı, Sosyalist Ekim Devrimi olanağı da boşa çıkmış olurdu. Kıran kırana bir mücadeleyle zar zor üstesinden gelinebilmiştir reformizmin ve Ekim Devrimi ancak böylece zafere ulaşabilmiştir. Oysa Almanya’da, işçi sınıfı devrimci bir inisiyatifle defalarca ayağa kalktığı halde, güçlü ve örgütlü reformizm bunu her seferinde boşa çıkarmayı başardığı, tersinden ise devrimci sınıf önderliği bu engeli aşabilecek güç ve yeteneği ortaya koyamadığı için, büyük tarihsel önemi olan bir toplumsal devrim imkânı heba olmuştur. Fakat Almanya’da toplumsal devrimin zaferi demek, o çağda, 1920'lerde, insanlık tarihinin seyrinin tümden değişmesi demekti. Almanya'da muzaffer bir toplumsal devrim, Almanya'da sosyalizm, Avrupa kapitalizmi için sonun başlangıcı, Avrupa üzerinden muhtemeldir ki dünya kapitalizminin de görünen sonu demek olacaktı. Almanya örneği her biçimiyle reformizmin belirli tarihi koşullarda toplumsal devrimin en büyük engeline dönüşebildiğini bütün açıklığı ile göstermiştir. Sosyal-demokrasi şahsında reformizmin Almanya’da oynadığı bu karşı-devrimci rolün, aynı dönem içinde öteki bir dizi ülkede de (İtalya, Avusturya, Macaristan, Polonya, Finlandiya vb.) yaşandığını biliyoruz.
Sonuç olarak, insanlığın yeni bir devrimler dönemine doğru yol alıyor olması, devrim ile reformizm arasındaki her türden ayrıma ve bunun gerektirdiği mücadeleye apayrı bir anlam ve önem kazandırmaktadır. Sorun artık dünya genelinde çok daha acil, çok daha önemli, çok daha somut, çok daha elle tutulur hale gelmektedir.
Fakat bu görevin asıl kapsamı ve dolayısıyla çok özel önemi, ancak geride bırakmakta olduğumuz özel tarihsel evreden bugüne kalan düşünsel ve politik tortunun gücü üzerinden tam olarak değerlendirilebilir. Eğer neredeyse otuz yıl süren uzun bir sosyal durgunluk ve siyasal gericilik döneminden bahsediyorsak, üstelik bu aynı dönemde “sosyalizmin tarihi yenilgisi” olarak sunulan büyük yıkılışlar da yaşanmışsa, bu durumda bu, tam da bu dönemde devrimden, ona dair her türden düşünceden de köklü kopuş ve kaçış anlamına gelir. Bunun bir yansıması olarak da her türden oportünist-reformist düşüncenin, bin bir kılık içinde, devrim ve sosyalizm adına ortada kalan her neyse artık, ona büyük ölçüde egemen olması anlamına gelir. Nitekim günümüz dünyasında sosyalizm iddialı solun büyük bir bölümünün genel tablosu budur. Dolayısıyla son birkaç onyılın sosyalizm ya da Marksizm adına biriktirdiği o büyük düşünsel tortu süpürülüp atılmadan, onun bugünün sol siyasal akımlarında cisimleşmiş biçimleriyle kapsamlı bir hesaplaşmaya girişilmeden, yeni döneme, gelmekte olan yeni devrimler dönemine gereğince hazırlanmaktan da söz edilemez.
Dünya ölçüsünde önem taşıyan bu genel görev alanından Türkiye’ye, ülkemizin kendine özgü durumuna geçiyoruz. Bu çerçevede karşı karşıya bulunduğumuz en temel olgu, Türkiye sol hareketinin son kırk yıllık evrimi ve dolayısıyla bugünkü tablosudur. Türkiye sol hareketinde onun kendine özgü tarihinden gelen çok güçlü bir reformist gelenek olduğunu biliyoruz. Bu daha baştan, daha çıkış evresinde solu belirleyen bir nitelik olmuştur. Türkiye'de sol daha çıkışında ideolojik-politik yönden Kemalist hareketin gölgesinde şekillenmiş, pratikte planda onun yedeğinde hareket etmekten kurtulamamış, böylece devrimci iktidar perspektifi ve yöneliminden yoksun kalmış, dolayısıyla devrimci bir konum kazanamamıştır. Buradan gelen ve etkisi bugün de süren güçlü bir reformist damar var Türkiye solunda. 1951’deki tasfiyeye kadar solun neredeyse tek temsilcisi konumundaki TKP’nin durumu ve konumu aşağı yukarı budur.
1960’lı yıllar, hep vurgulandığı gibi, Türkiye solu için yeni bir tarihi dönemin başlangıcıdır. Türkiye’de modern sınıflaşmanın sosyal sonuçlarının kendini ortaya koyduğu, işçi sınıfı ve emekçiler içinde toplumsal uyanışın büyük bir güç kazandığı, solun bu zeminde ilk kez olarak kitleselleştiği, güçlü bir toplumsal meşruiyet kazandığı bir dönemdir bu. Fakat bu son derece elverişli toplumsal ortama rağmen tüm ‘60’lı yıllar boyunca düzen sınırlarının devrimci çizgide aşılamadığı da bu aynı gerçeğin öteki yüzüdür. Aralarında belli bakımlardan önem taşıyan farklılıklar olsa da bir bütün olarak dönemin başlıca sol akımları devrimci konum ve kimlikten yoksun idiler. Tümü de kurulu düzeni, bizzat onun kendi kurumlarına dayanarak, kendi sınırları içinde reforme etme ya da sözümona bu yolla değiştirme çizgisinde hareket ediyorlardı. Kimisi bunu anayasal yoldan, o günün mevcut anayasasına dayanarak parlamenter yolla, kimisiyse ordu ve bürokrasiye dayanarak darbeci yolla gerçekleştirmek bakışı, niyeti ve pratik çabası içindeydi. Burjuva ve küçük-burjuva sosyalizminin ortak paydaları reformizm olan farklı temsilcileri vardı, fakat devrimcilik ya da onun örgütlü ifadesi olarak herhangi bir devrimci parti yoktu.
Türkiye’de devrimcilik, henüz kaba ve ilkel biçimiyle de olsa, ilk kez olarak ‘71 Hareketi’nin şahsında doğmuş ve 12 Mart yenilgisinin hemen ardından ‘70’lerde farklı biçimlerde serpilme imkânı bulmuştur. ‘70’li yılların ikinci yarısında bu ülkede çok sayıda parti, grup, örgüt vardı ve hemen tümü de birbirinden daha devrimci olmak iddiasında idi. O günün Türkiye’sine damgasını vuran büyük toplumsal mücadeleler ile dünyada devrim dalgasının hala sürüyor olması, bunun maddi ve moral zeminiydi. Ama bu, aynı zamanda o günün toplumsal bir geçiş sürecindeki Türkiye’sinde, küçük-burjuvazinin hala etkin bir devrimci inisiyatif gösterebilmesini olanaklı kılan özel tarihi koşulların bir sonucuydu. Tam da baskın durumdaki bu sınıfsal kimlikten dolayı, dönemin devrimciliği ideolojik ve pratik yönden yapısal zaaflarla yüz yüzeydi, özellikle ideolojik dokusu yönünden reformizme karşı fazlasıyla zayıftı ve nitekim tüm bu yapısal zaafların sonuçları çok geçmeden görüldü.
‘80’li yıllara girişle birlikte durum temelden değişti. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, devrimden kaçış etkin bir genel eğilim halini aldı. Dahası Türkiye’de bunu 12 Eylül şahsında ezici bir karşı-devrim saldırısı tamamladı. Devrimci hareket ağır ve kolay bir yenilgi aldı. Bu beraberinde tasfiyeci bir ideolojik kırılma ve örgütsel dağılma getirdi. ‘70’li yıllarda Türkiye'de devrimciliği temsil eden ana siyasal akımlar, ideolojik ve sınıfsal kimliklerinden gelen yapısal zaaf ve zayıflıkların da bir sonucu olarak, 12 Eylül'ün ardından ideolojik ve örgütsel bakımdan kapsamlı bir tasfiyeci sürece girdiler. Devrimci kimlikten köklü bir şekilde koptular ve böylece solda reformist akım yeniden güçlü bir şekilde temsil edilmeye başlandı. Gerçekte ‘70’li yıllar Türkiye’sinde de güçlü bir reformist akım vardı, daha çok Sovyet revizyonizmi çizgisindeki parti ve gruplardan oluşan... Bu akım ‘89 çöküşünün ardından büyük ölçüde dağıldı. Yarattığı boşluğu ise yeni türden reformist akımlar, tasfiyeci süreçler içerisinde devrimcilikten kopan parti ve gruplar doldurdu.
Başlangıçta işleri yine de bir parça zordu; zira utanç verici bir kolay yenilginin ardından devrimcilikten, devrimci düşünce, örgüt ve pratiklerden kopuyorlardı. Bu ise herşeye rağmen ayakta kalan ve devrimcilikte ısrar eden güçler karşısında onları moral açıdan eziyordu. Kaldı ki o günün, ‘80’lerin sonu ve ‘90’lı ilk yılların Türkiye’si, hala da devrimci umutların korunabildiği bir toplumsal atmosfer içindeydi ve bu, ‘89 çöküşünün yıkıcı etkisini bir süre için de olsa sınırlıyordu. Oysa gelinen yerde, bugünün Türkiye’sinde, reformist akımlar artık fazlasıyla rahatlar ve dahası önemli bir güç durumundadırlar. Zira ‘90’lı yılların ortalarına kadar hala da nispeten güçlü olan, önemli ideolojik ve moral değerleri temsil eden devrimci grupların neredeyse tümü de, umut kırıcı bir görünüm kazanmış bulunan genel toplumsal atmosferin de olumsuz ortamında ve devletin sistematik saldırıları sonucunda, ‘90’lı yılların ikinci yarısında, ideolojik-politik ve örgütsel bakımdan tasfiyeci bir akıbetle yüz yüze kaldılar. Böylece reformist hareket yeni bileşenlerle genişledi, devrimden kaçışın bu genelleşen ortamında, belirgin bir rahatlık ve bu manada önemli bir özgüven kazandı. Halen de durum budur.
Bugünün Türkiye’sinde solun genel tablosu bir reformist akımlar çeşnisinden oluşmaktadır. Devrimden kaçış neredeyse genel bir eğilim haline gelmiş durumdadır. Bundan beş-on yıl önce savunulamayan ya da yapılamayan şeyler bugün artık şaşırtıcı bir rahatlıkla savunuluyor ve yapılıyor. ÖDP’nin, TKP’nin, EMEP’in, Halkevleri’nin ne olduğu iyi kötü belli, yılların reformist parti ve grupları bunlar. Yeni bir oluşum olarak HDP ise, onlardan bir farkı olmak bir yana, ideolojik konum ve söylemleriyle onların bile çok çok gerisindedir. Ötekiler hiç değilse lafızda da olsa hala Marksizm’e ve devrime bağlı görünmeye çalışıyorlar, sınıflardan, sınıf mücadelesinden, devrimden söz ediyorlar. HDP’de bu bile yok.
İdeolojik-politik ilhamını İmralı sonrasının Abdullah Öcalan’ından alan bu oluşum, kendi ifadesiyle, “radikal demokrasi” çizgisindedir. Bu da burjuva demokrasisinin bir varyantı, liberal demokrasinin derinleştirilmiş hali, bu anlamda “radikal”i olmakla aynı anlama gelmektedir. Kendine liberal burjuva demokrasisinin radikal biçimini bir dünya görüşü olarak seçen ve bu çerçevede de hedefi kurulu düzeni demokratikleştirmek olarak tanımlayan bu oluşumun bünyesinde, düşünün ki düne kadar devrimci olarak kabul edilen ve halen de kendini öyle sunan ya da sanan gruplar da var.
HDP Kuruluş Kongresi’ne Abdullah Öcalan’ın gönderdiği mesaj, bir bakıma durumu en veciz biçimde özetlemiştir. Bayrağı Mahir'den devraldığını ve artık HDP’ye devrettiğini söyleyen Öcalan, ardından ekliyor: Geride kalan kırk yıl devlete isyan dönemiydi, şimdiyse artık devlet ile nitelikli müzakereler dönemindeyiz! Öcalan’ın bu sözleri bir ideolojik çizgi, bir program niteliğindedir, bunu önemle gözönünde bulundurmak gerekir. Burada temelli bir bakışaçısı sorunu var, Abdullah Öcalan’ın bütün bir dünya görüşünü kesen. Devletle nitelikli pazarlıklarla ne amaçlanabilir, bununla en fazla nereye varılabilir? Devletin etki alanını sınırlayıp, demokrasinin etki alanını genişletme durumuna! İşte “radikal demokrasi” dedikleri de tamı tamına budur. Bu, Kautsky’nin devlet ve demokrasi sorununa bakışının güncel bir versiyonudur. Avrupa'da tarihsel olarak sosyal demokrasinin bir dönemler az çok başarıyla yaptığı da tamı olarak budur. Bu çizgi o ünlü “demokrasinin sınırlarını genişletme”, “ileri demokrasi”ye ulaşma çizgisidir. ‘70’li yılların revizyonist akımlarının zamanında çok iyi bilinen, şimdilerde unutulmuş görünen çizgisi...
Burada artık devlet yıkıcılığı yok; oysa bir sınıf egemenliği sistemi olan mevcut devlete karşı yıkıcı tutum, devrimciliğin olmazsa olmaz koşuludur. Solun yakın geçmişindeki devrimciliğinin temel yönü de buydu zaten. Yapısal ideolojik-sınıfsal zaaflarla malul bir harekettir ‘71 Devrimci Hareketi. Ama Türkiye'de o güne kadar yapılmayan bir şey yapılmış, devlete onu yıkmak üzere silah çekilmiştir. Ve bu, tam da kurulu düzeni yıkmak iddiası ile yapılmıştır. Bütün zaaflarına rağmen ‘71 Devrimci Hareketi şahsında bu söz söylenmiş ve bu doğrultuda eyleme girişilmiştir. Aradan geçen kırk yılın ardından şimdilerde neden sözediliyor, içlerinde devrimcilik iddiasını hala da taşıyan grupların da olduğu bir kuruluş kongresinde? Devletle nitelikli müzakerelerden! O müzakereler ki halen de yalnızca devletin en karanlık ve kirli bir kurumu üzerinden sürdürülüyor, aradan geçen yıllara rağmen ne olup bittiğini de hala kimse bilmiyor.
Günümüz koşullarında sol hareketi böyle olan bir ülkede reformizme karşı mücadele güncel olarak ayrıca özel bir önem taşıyor demektir. Çünkü reformist parti ve gruplar yazık ki halen bu ülkede sola akan potansiyelin çok önemli bir bölümünü kendi denetimleri altında tutuyorlar. Ve bunlar kitlelerin karşısına sol adına, herşeye rağmen sosyalizm adına, devrim adına çıkıyorlar. Böyle çıktıkları içindir ki etkili oluyorlar. Böylece sizin devrimci bir çizgide birleştirip devrimci sürece kanalize etmeniz gereken güçleri reformist bir çizide bloke edip, gerisin geri kurulu düzenin çarkları arasında eritiyorlar.
Bütün bunlardan çıkan sonuç, reformizme karşı çok yönlü ve etkin bir mücadelenin olağanüstü güncel önemidir.
(7-8 Aralık 2013 tarihinde verilmiş bir konferansın kısaltılmış kayıtlarıdır...)
Ekim, Sayı: 295, Şubat 2015