Kemalist Türkiye 29 Ekim’de, sultanlık ve halifeliğin kaldırılmasının ve cumhuriyet rejiminin kuruluşunun onuncu yıldönümünü kutluyor.
Müttefikler tarafından 1920 yılında Türkiye’ye zorla kabul ettirilen Sevr Antlaşması, Türkiye’yi yarı-sömürge bir ülke haline getirdi. Türkiye, Karadeniz çıkışındaki Boğaz üzerinde sahip olduğu denetimi tamamen yitirdi. Çanakkale Boğazı da İngiliz donanmasının hakimiyetine girdi. Türkiye, ticaret filosunu bile müttefik devletlere teslim etmek zorunda bırakıldı. Emperyalist büyük devletlerin peşinden Yunanistan da Anadolu’da boy gösterdi ve İzmir, Edirne ve Trakya’ya el attı.
Sovyetler Birliği’ndeki muzaffer proletarya devrimi, Doğu ülkelerindeki devrimci kurtuluş hareketlerine güçlü bir atılım sağladı. Türkiye işte bu koşullarda Sevr Antlaşmasını reddederek 1923 yılında Cumhuriyeti ilan edebildi. Cumhuriyet, Türkiye’nin iktisadi ve kültürel gelişme özgürlüğü uğruna verdiği mücadeleyi kolaylaştırdı. 1921 yılında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında bir dostluk anlaşması imzalandı.
Ne var ki, Kemalist rejim birkaç yıl içinde, Kemalist Halk Partisi tarafından temsil edilen yerli büyük burjuvazi ve büyük toprak ağalarının açık diktatörlüğü haline geldi. Bu gelişme, dünün düşmanları, yarının ise yardımcıları ya da müttefikleri olan gericilere karşı yumuşak tedbirlerin alınmasını zorunlu kılıyordu. İşte hükümeti, sultanlığın kaldırılmasının onuncu yıldönümü vesilesiyle geniş kapsamlı bir siyasî af ilan etmeye iten de buydu.
Türkiye’deki sınıf ilişkilerini pek iyi bilmeyenler, böyle bir affın, eğilim farkı gözetmeksizin bütün siyasî suçları kapsayacağını düşünebilirler. Büyük bir yanılgı! İstanbul’da yayınlanan yarı-resmi Milliyet gazetesi, 15 Ekim tarihli sayısında bu konuda hiçbir yanlış anlama olmamasına dikkat ediyor. Gerçi gazete önce, affın genel olduğunu, ayırım yapmaksızın bütün siyasî suçluları kapsayacağını yazıyor. Ama hemen arkasından, ilgili makamların, proletaryanın devrimci mücadeleleriyle ilgili tutuklama ve cezaları siyasî suç saymadıklarını da ekliyor. Buna göre, komünist mahkumlar, adî suçlularla aynı muameleyi göreceklerdir. Yani, burjuva cumhuriyetin zindanlarında hayat tüketen devrimci işçi ve aydınlar, emekçi kitlelerin can alıcı çıkarlarını ve özgürlüklerini savundukları için, otomatik olarak affın dışında tutulmuş olmaktadırlar.
Burada söz konusu olan, Türkiye işçi sınıfı hareketinin en yiğit ve en fedakâr savaşçılarından iki yüzden fazlasının sağlığı ve hayatıdır.
Kemalist hükümetin bu alçakça davranışını anlayabilmek için, Halk Partisinin Türkiye halkı üzerinde diktatörlük kurmasını hangi koşullar sayesinde gerçekleştirdiğini hatırlamak gerekir.
Emperyalist işgale karşı bağımsızlık savaşının zafere ulaşmasını, Anadolu’nun emekçi kitlelerinin devrimci atılımı ve onların verdiği sayısız kurban sağlamıştır. Kendiliklerinden ayaklanan bu kitleler, kendi saflarından çıkan devrimci bir siyasî önderlikten yoksundu. Mustafa Kemal’in örgütlediği grupta somutlaşan genç yerli burjuvazi -bu burjuvazi, mülk sahibi sınıf olarak kendi çıkarları açısından Türkiye’nin parçalanmasına karşı savaşıyordu- ayaklanmış olan işçi ve köylü kitlelerine silahlı mücadelede kendi önderliğini ve hegemonyasını ancak köklü reformlar yapacağı yolunda vaatlerde bulunarak kabul ettirebildi.
Seferber edilen millî kuvvetlerin görevi, sadece paralı askerlerden oluşan emperyalist orduları ülkeden kovmak değildi. Onlar aynı zamanda, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı etrafında toplanan ve müttefik emperyalistlerle kader birliği eden eski rejimin ayrıcalıklı hâkim sınıflarını da mat etmek zorundaydılar. Kemalistler işte bu nedenle, halk kitlelerinin coşkunluğu ve millî kurtuluş savaşının zorunlulukları karşısında, büyük toprak ağalarının ve Müslüman din adamlarının ayrıcalıklı iktisadî ve toplumsal durumunu hedef almak zorunda kaldılar. Millî zaferin hemen ardından, kısmen hâlâ silahlı olan emekçi kitleler Kemalist burjuvaziyi, feodal kalıntıları tasfiye işini tamamlamaya zorladılar. Kemalist burjuvazi bunu istemeye istemeye yaptı.
Dinciler ve gericiler, aslında bu son derece ürkek reformlara karşı, 1926 yılına kadar bir dizi ayaklanma ve tertip düzenlediler. Kemalistler bu ayaklanmaları büyük bir zorbalıkla bastırdılar. Şimdi affedilmeleri söz konusu olan siyasî mahkumların hemen hemen tümü, işte o sıralarda mahkûm edilmişti.
Fakat kitlelere yaptığı vaatleri yerine getirmekten dikkatle kaçınan Halk Partisi hükümeti, sömürülen ve ezilen halkın düşmanlığını giderek daha fazla üzerinde topladı. Hele iktisadî ve malî siyasetlerini ve gümrük siyasetini, hızla bir sanayi ve tarımsal kapitalist burjuvaziye dönüşen yerli burjuvazinin taleplerine daha fazla uydurması, bu düşmanlığı daha da artırdı.
Kemalist hükümet dış siyasetini gittikçe daha çok uluslararası emperyalist sermaye ile uzlaşma yönünde geliştirdi. Zaten Kemalist hükümet, emperyalist sermayenin ülke ekonomisindeki kilit mevkisini korumasına ve sağlamlaştırmasına izin vermişti.
Bu boyun eğmeyi emekçi kitleler ancak ihanet olarak değerlendirebilirlerdi ve nitekim hoşnutsuzlukları kısa sürede açık ve uzlaşmaz bir husumete dönüştü. Halk Partisi emekçi kitlelere karşı sistemli bir baskı ve zulüm siyaseti benimsedi. Sanayi ve tarım işçilerinin en küçük bir eyleme girişmeleri bile, hunharca bastırılmalarına bahane olmaktadır. İşçiler arasında devrimci ajitasyon yürütmekten suçlu bulunanlar, çoğu kez yıllarca süren hapis cezalarına çarptırılmaktadır. Kemalistler son altı yılda en çok Komünist Partisine saldırdılar. Kemalistler, sendikalar ve yardım sandıkları da dahil olmak üzere, emekçilerin bütün örgütlerini dağıttılar ve emekçilerin elinden en temel haklarını bile aldılar.
Dört yılı aşkın bir süredir Türkiye’yi kasıp kavuran iktisadî bunalım, emekçi kitlelerin Ankara diktatörlüğüne karşı mücadelesini daha da keskinleştirmiştir. Yerli burjuvazi bunalımın yükünü işçi ve köylülerin sırtına yükleyerek, kendini kurtarmak istemektedir. Dış ticaretteki önü alınamayan ithalatı karşılamak üzere asgarî bir ihracatı gerçekleştirebilmek için, köylüler ürünlerini yok pahasına satmaya zorlanmaktadırlar. İthalatı mümkün olduğu kadar kısıtlamak için, yerli sanayi koruyucu gümrük vergileri ve düşük işçi ücretleriyle desteklenmektedir.
Türkiye’deki emekçi kitlelerin bu rejim altında duyacağı öfkeyi tahmin etmek güç değildir. Bugüne kadar hiçbir baskı ve zulüm tedbiri emekçi kitleleri yıldıramamıştır. Onlar, Komünist Partisinin yaptığı her çağrıya cevap veriyorlar. Halk Partisi ve hükümeti, sözüm ona komünizm suçunu adî suçlardan sayarak, akılları sıra emekçi kitleleri zindandaki devrimci önderlerinden koparabileceğini sanıyor. Bütün dünya kamuoyu bu alçakça oyuna şiddetle karşı çıkmalıdır.
Ancak Türkiye’deki emekçi kitlelerin ve diğer ülkelerdeki emekçi ve aydınların baskısı, Kemalistleri bu korkunç haksızlığı yapmaktan caydırabilir ve affın kapsamını, Türkiye işçi sınıfının devrimci hareketinin bu iki yüz boyun eğmez öncü savaşçısını da içerecek şekilde genişletmeye zorlayabilir.
6 Kasım 1933
İmza: B. F.
Rundschau, 1933, Sayı: 41, s.1599-1600
(Komünist Enternasyonal Belgelerinde Türkiye Dizisi-3,
Şefik Hüsnü, Komintern Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar,
Aydınlık Yayınları, Ağustos 1977, s. 216-20)