NATO: Bir saldırı, savaş ve iç savaş örgütü- 1

Resmi kuruluş gerekçesine ve taşıdığı isme göre NATO sözde “savunma amaçlı” bir devletler ittifakıdır... Oysa bütün bir tarihi, onun gerçekte bir saldırı ve savaş örgütü, bu çerçevede bir tehdit ve şantaj örgütü olduğunu ortaya koyar. Dahası o sadece bir uluslararası saldırı ve savaş örgütü değil, belki çok daha önemli olarak, aynı zamanda ittifak bünyesindeki tüm ülkeler için gizli ve kirli bir iç savaş örgütüdür de.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 04 Nisan 2022
  • 19:00

NATO’nun Kasım 2006’daki Riga Zirvesi’nin ardından, Aralık 2006’da verilmiş konferansın kayıtlarından oluşan bu metin, ilk kez olarak Nisan 2007’de üç bölüm halinde Kızıl Bayrak’ta (Sayı: 2007/14-16, 13-27 Nisan 2007) yayınlanmıştır…

 

NATO belli aralıklarla, bu son zamanlarda yaklaşık 2-2,5 yılda bir oluyor, devlet ve hükümet başkanları zirvesi yapar. Kasım ayı sonunda Letonya’nın başkenti Riga’da yapılanı bunların sonuncusu. Ayrıca ortalama her 6 ayda bir de, her biri ayrı ayrı olmak üzere, NATO ülkeleri dışişleri bakanları ve yine NATO ülkeleri savunma bakanları toplantıları yapılır.

NATO Brüksel’de sürekli karargahı olan bir örgüt; izlenecek politikalar gerçekte bu karargahta hazırlanır, planlanır, bir noktaya getirilir ve belli aralıklarla toplanan bu türden zirvelerde hükümet başkanlarının biçimsel kalan resmi onayına sunulur. Bu nedenle belli aralıklarla yapılan hükümet ve devlet başkanları zirvelerine gereğinden fazla bir önem ve anlam atfetmemek gerekir. Zirveler toplandığında gerçekte karar tasarıları iyi kötü hazırdır, yeni politikalara ilişkin hazırlıklar ve elbette pazarlıklar iyi kötü bir sonuca bağlanmıştır. Zirvelerde bunlara ilişkin çoğu kere önemsiz bazı son rötuşlar yapılır, ince ve zorlu pazarlıkların son safhası bir sonuca bağlanır ve sonuçta kararlar alınır, uygun sınırlar içinde kamuoyuna açıklanır.

Yine de bir önemi olabiliyor bu toplantıların, burada alınan ve bazen gösterişle dünyaya açıklanan kararların... 1999 Nisan’ında Washington’da yapılan 50. yıl Zirvesi buna bir örnektir. Bu Zirvede önemli kararlar alındı ve deklare edildi. Sovyetler Birliği’nin yıkılışının ardından ilk önemli deklarasyonuydu bu NATO’nun. Zirve toplandığında Kosova bahane edilerek Yugoslavya’ya karşı başlatılan yıkıcı savaş tüm şiddetiyle sürüyordu ve örgüt bu “tarihi” zirvede dünya polisi ilan edilmiş, yani o sıra Yugoslavya üzerinden yapılmakta olan işin adı konulmuştu. Bunun, dünya polisliği misyonunun, daha sonraki Prag Zirvesi’nde (Kasım 2002) daha da geliştirildiğini, daha açık ve kesin hükümlere bağlandığını biliyoruz.

Resmi kuruluş gerekçesine ve taşıdığı isme göre NATO sözde “savunma amaçlı” bir devletler ittifakıdır; ittifak kapsamındaki ülkeleri, Sovyetler Birliği ve müttefiklerinin saldırısına karşı korumayı amaçlamaktadır. Oysa bütün bir tarihi, onun gerçekte bir saldırı ve savaş örgütü, bu çerçevede bir tehdit ve şantaj örgütü olduğunu ortaya koyar. Dahası o sadece bir uluslararası saldırı ve savaş örgütü değil, belki çok daha önemli olarak, aynı zamanda ittifak bünyesindeki tüm ülkeler için gizli ve kirli bir iç savaş örgütüdür de. Özellikle ‘89 yıkılışına kadar olan dönemde onun bu özelliği çok daha belirgin ve fiili uygulama olarak ön plandadır. Buna ilişkin kanlı ve kirli icraatları, yıkılışa denk düşen yakın yıllara kadar önemli ölçüde karanlıkta kalmış olsa bile.

NATO elbette ki başından beri bir saldırı ve savaş örgütüdür. Bu kadarı onun dolaysız olarak açık olan konumuna ve rolüne işaret eder. Fakat NATO aynı zamanda dört dörtlük bir iç savaş örgütüdür de. Bu temel özelliği oldukça erken yıllardan beri dünya devrimcileri tarafından biliniyor ve teşhir ediliyordu. Fakat resmi düzeyde bu her zaman inkar ediliyor, bir komünist iftirası sayılıyordu. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşünü izleyen dönemde açığa çıkan gerçekler, bu konuda hiçbir tartışma bırakmadı. Örgütün her ülke bünyesindeki kirli iç savaş aygıtları bir bir açığa çıktı. Türkiye ve elbette ABD dışında, bu gerçek resmi düzeyde kabul de gördü. İtalya’da (ünlü Gladio), Almanya’da, Belçika’da, Hollanda’da, İngiltere’de, Norveç’de, Danimarka’da, Yunanistan’da (ve hatta ittifakın askeri kanadından 1966’da çekilmiş Fransa’da ve tarafsızlığı ile ünlü İsviçre’de bile), bu kanlı ve kirli uluslararası örgütün ulusal uzantıları olduğu açığa çıktı. Çöktükten sonra her ülkede kontr-gerilla örgütleri, Gladio vb. isimler altında bir dizi kirli savaş örgütü, birbiri peşi sıra açığa çıktı. Hükümetler bu örgütlerin varlığı itiraf etmek zorunda kaldılar ve görünüşe göre tasfiye de ettiler. Gerçekte ise bu örgütlerin varlığını halen de sürdürdüğünden kuşku duyulamamalıdır.

Türkiye’de ise NATO uzantısı bu aynı kirli iç savaş örgütü Kontr-gerilla olarak biliniyor. Resmi adıyla ise Özel Harp Dairesi. Öteki ülkelerden farklı olarak, Türkiye’de hükümetler böyle bir örgütün varlığını bugüne kadar itiraf etmediler, Özel Harp Dairesi’nin ise olağan bir askeri oluşum olduğunu ileri sürdüler. Dolayısıyla biçimsel ve aldatıcı bir tasfiye bile sözkonusu olmadı Türkiye’de. Tersine, birçok belirti bu arada bu örgütün daha da pekiştirildiğini ve örneğin Özel Kuvvetler adı altında kısmen resmileştirilip meşrulaştırıldığını gösteriyor.

Fakat yine de bu kanlı ve kirli örgütün tüm ülkelerden önce, ilk kez Türkiye’de deşifre edildiğini vurgulamak gerekir. 1960’lı yıllarda baş gösteren büyük sosyal uyanış ve bu uyanışın bastırılmasına yönelik CIA-NATO odaklı kirli savaş, bu örgütün Türkiye’de 1970’li ilk yıllara denk gelen bir erken tarihte teşhis ve teşhir edilmesini sağladı. Tümüyle CIA-NATO bağlantılı bir askeri faşist darbe olan 12 Mart’ı izleyen yeni kitle hareketinin en dolaysız hedeflerinden biri, Kontr-gerilla’ın açığa çıkarılması ve tasfiyesi idi. Bu mücadelenin baskısı ve o döneme denk gelen Kıbrıs bunalımının özel koşulları altında, dönemin başbakanı olarak Ecevit, böyle bir örgütün varlığını ve denetim dışılığını, yani dolaysız olarak CIA-NATO denetimi altında olduğu gerçeğini, itiraf etmek zorunda kalmıştı. Fakat bu durum bir tasfiyeye yol açmamış, tam tersine, bu CIA-NATO güdümlü örgüt, Türkiye’yi yeni bir askeri faşist darbeye sürüklemişti.

Her bir ülkedeki bu kirli savaş örgütleri, İtalya’daki isimlendirmeyle Gladiolar, hemen tamamen CIA eliyle dolaysız olarak NATO bünyesinde kurulmuş, NATO tarafından yönetilen ve finanse edilen, NATO’nun genel stratejisine hizmet eden örgütler olmuşlar ve tam olarak birer iç savaş örgütü olarak iş görmüşlerdir.

Türkiye ve İtalya, bu konuda özellikle ön plandaki iki önemli NATO ülkesidir. Bu, bu ülkelerde sosyal mücadelenin ve ilerici-devrimci siyasal muhalefetin gücü ve etkisiyle dolaysız olarak bağlantılıdır. Zira bu kirli iç savaş örgütlerinin işlevi, tam da ve tümüyle bu alandadır. Türkiye’nin son elli yılında Kontr-gerillanın oynadığı çok özel rol göz önüne getirilirse, sözkonusu örgütlerin bu özelliği ve işlevi kolayca anlaşılır.

Bu onun, NATO’nun her ülkedeki sınıf mücadelesinde dolaysız olarak taraf olan bir örgüt olduğu, dolayısıyla da aynı zamanda bir iç savaş örgütü olduğu anlamına gelir. NATO’nun zamanında Sovyetler Birliği liderliğindeki bloka karşı bir politik-askeri örgüt olarak oynadığı temel önemde rol ile, her bir NATO ülkesindeki iç savaş örgütü rolünü birlikte düşünmek gerekir. Dahası, ilki potansiyel, oysa bu ikincisi gerçek, fiili bir rol olmuş, olagelmiştir.

NATO, yakın zamanda Yugoslavya ve Afganistan savaşlarını saymazsanız, tarihi boyunca bu anlamda bir devletler arası savaş örgütü olarak herhangi bir fiili icraat yerine getirmiş değildir. Bu açıdan bir emperyalist karşı kuvvet organizasyonu olarak Sovyetler Birliği liderliğindeki Doğu Blok’una karşı elbette temel önemde bir işlevi olmuştur, kışkırtıcı bir tehdit ve şantaj örgütü olarak. Ama fiili savaş olarak asıl rolünü, bir iç savaş örgütü olarak, tek tek ülkeler bünyesinde oynamıştır. Bu kirli rol, her ülkedeki sınıf mücadelesine dolaysız olarak ve sistematik tarzda, ama tümüyle gizli olarak müdahale etmek yoluyla yerine getirilmiştir.

Örneğin NATO’nun İtalya’da oynadığı bu rol çok belirgindir ve aynı ölçüde önemlidir. Yıllarca İtalya’nın siyasal yaşamında önemli bir güç ve hükümet olma potansiyeli taşıyan İtalyan Komünist Partisi’ne karşı sistemli bir kirli savaş yürütmüştür. Bu çerçevede bir kısmı kitle katliamları olarak gerçekleşen sayısız provokasyonlarda ve girişimlerde bulunmuştur. Bunların yetmediği yerde açık tehditlere girişilmiş ve böylece, İtalyan seçmeninin tercihi dolaysız olarak baskı altına alınmıştır, vb.

Türkiye’de on yıl arayla gündeme gelen her iki faşist askeri darbe, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, CIA-NATO ikilisinin Kontr-gerilla eliyle uyguladığı icraatın ürünü olmuşlardır. Son elli yıldır ilerici-devrimci muhalefete karşı yürütülen kirli savaşta, CIA-NATO güdümlü Kontr-gerilla ve onun uzantısı faşist paramiliter örgütler, temel önemde bir rol oynamışlardır.

12 Eylül askeri faşist darbesi kuşkusuz birinci elden bir Amerikan ürünü olmuştu. Fakat ilkin, başından itibaren ve halen, NATO demenin büyük ölçüde ABD demek olduğunu unutmamak gerekir. İkinci olarak, bu organik bağdan öteye, 12 Eylül askeri faşist darbesi aynı zamanda dolaysız olarak NATO’nun da bir ürünüdür.

Mehmet Ali Birand, çok iyi bilindiği gibi sistemin ve Amerika’nın has adamlarından biridir, gazeteciliğini uzun yıllar boyunca Brüksel’deki NATO karargâhı üzerinden yapmıştır. “12 Eylül” konulu ve isimli kitabında, darbenin yapıldığı günün gecesi, 12 Eylül’ün NATO karargahında sevinçle karşılandığını ve kutlamalara konu edildiğini tüm açıklığı ile yazmaktadır.

Ufuk Güldemir yine bir Amerikancıdır, o da Kanat Operasyonu isimli kitabında, Türkiye’deki sosyal hareketliliğin ve bunun ürünü devrimci gelişmelerin NATO karargahında nasıl kaygıyla izlendiğini, içinde bulunduğu coğrafi-stratejik konumdan dolayı, Türkiye için değil devrimci akımların, “ılımlı bir solu”n bile bir lüks sayıldığını anlatıyor. Böylece bunun, toplumsal muhalefeti ve devrimci hareketi ezmek üzere gündeme getirilen 12 Eylül askeri faşist darbesi ile bağını ortaya koyuyor. Bu çerçevede NATO’nun güneydoğu kanadındaki Türkiye operasyonunu ima eden Kanat Operasyonu, 12 Eylül askeri faşist darbesinden başka bir şey değildir.

İran Devrimi’nin ardından doğan kritik boşlukta bu operasyon NATO için özellikle acil ve zaruri hale gelmiştir. Toplumsal muhalefet ezilmiş, Yunanistan ile sorunlar çözülmüş, bu koşullarda Türkiye, İran Devrimi ile doğan boşluk da gözetilerek, emperyalist sistemin hizmetinde, Ortadoğu halklarına ve Sovyetler Birliği’ne karşı daha etkin bir biçimde konumlandırılmıştır. İçteki toplumsal muhalefetin ezilmesi NATO payına bu bölgesel ihtiyaçlar için özellikle önemli olmuştur.

Bütün bunları, NATO’nun bir iç savaş örgütü olarak çok belirgin olan rolüne ve bunun da onun uluslararası stratejisi ve politikalarıyla dolaysız bağına işaret etmek için ortaya koymuş oluyorum.

NATO’nun, devletler arası saldırgan bir askeri ittifak olmaktan öteye, böylesine temel önemde bir rolü olmuştur. Bu askeri ittifakın bir savaş örgütü olarak karşıt kampa karşı oynadığı rol potansiyel, oysa şu veya bu ülkedeki toplumsal muhalefete ve devrimci harekete karşı icraatı fiili olmuştur. İlki karşılıklı bir etkin güç dengesi oluşturmaktan ibaret kalmıştır. Sovyetler Birliği ile kurulan o “soğuk savaş” dengesi bunu anlatmaktadır. Ama bu denge içinde NATO, bir iç savaş örgütü olarak, her zaman aktif ve etkin bir rol oynamıştır. Çeşitli ülkelerin sınıf mücadelelerinde dolaysız ve etkin bir taraf olmuştur. Bu anlamıyla o, kapitalist-emperyalist sistemi Sovyetler Birliği liderliğindeki kamptan çok halklara ve devrimci akımlara karşı savunmuş ve korumuştur.

NATO sözümona bir savunma örgütü olarak kurulmuştu. Fakat biz onun başından itibaren gerçekte bir saldırı ve savaş örgütü olduğunu biliyoruz. Evet, burada bir savunma fonksiyonu da var kuşkusuz, ama bu, dünya ölçüsünde kabaran devrimci dalga karşısında, sistemi emekçilere ve halklara karşı savunma olarak kendini gösteriyor. İkinci Dünya savaşındaki oynadığı belirleyici rolün ardından Sovyetler Birliği dünya ölçüsünde büyük bir prestij kazanmıştı. Halkların verdiği mücadele Doğu Avrupa’da komünistleri öne çıkarmış, iktidarı almalarını kolaylaştırmıştı. Elbette Sovyetler Birliği’nin savaşta elde ettiği başarıya da bağlı olarak. O sıralar dünyada devrim dalgası doruğundaydı. Çin Devrimi en iyi dönemindeydi ve kesin zaferi göğüslemek üzereydi. Vietnam Devrimi ilerliyordu, Kore’de devrim vardı. Genelde büyük bir sosyal-siyasal kaynaşma vardı tüm dünyada ve kapitalist dünya sistemi, kendini gerçek anlamda tehdit altında hissediyordu.

Bu anlamda, yani kapitalist-emperyalist sistemi her yol ve yöntemi kullanarak ayakta tutmaya çalışmak anlamında, evet, NATO bir “savunma” örgütüdür. Yani dünya halklarının ulusal kurtuluş ve özgürlük mücadelelerini boğmak, dünya çapında emekçilerin sosyalizme uğruna verdikleri mücadeleyi dizginlemek ve ezmek, ona karşı kendi sistemlerini ayakta tutmak üzere kurulmuş bir örgüttür. Bu anlamda, ama yalnıca bu anlamda, o bir “savunma örgütü”dür! Bir bütün olarak sistemi ve tek tek ülkelerdeki sermaye diktatörlüklerini savunma örgütü! Nitekim çeşitli ülkelerde hep de bir iç savaş örgütü olarak çalışması zaten bunu gösteriyor.

Zamanında NATO’nun kuruluş gerekçesi yapılan Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku bugün artık yok. 1989 yıkılışından beri durum bu ve o zamandan beri NATO’nun yeni işlevi tartışılmaktadır. Ve gitgide belirginleşen yeni işlevine baktığımızda, bir iç savaş örgütü olarak kendini gösteren yanı giderek daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu, NATO’nun temelde sistemi, Sovyetler Birliği’nin sözde tehdidine karşı değil, fakat gerçekte sistem karşıtı dinamiklere karşı korumak üzere oluşturulduğunun da bir itirafıdır. Sovyetler Birliği tarih olduğu halde NATO’nun tüm varlığıyla ortada durmasının, dahası etkinlik sahasını tüm dünya olarak ilan etmesinin anlamı da budur.

Gelinen yerde, yani bloklardan birinin yıkılıp böylece ünlü “dehşet dengesi”nin geride kalmasından beri, NATO’nun, bir devletler arası savaş örgütü olarak yeni rolü de, daha belirgin biçimde açığa çıkmaktadır. Dün Yugoslavya üzerinden görmüştük bunu. Bugün halen Afganistan üzerinden izliyoruz. Yarın emperyalistler arasındaki ilişkilerin gidişatına bağlı olarak, belki Ortadoğu’daki başka roller üzerinden göreceğiz bunun yeni örneklerini.

Şunu da eklemek gerekir: Yugoslavya’dan farklı olarak, işbirlikçi bir kukla yönetimin bulunduğu Afganistan’daki rolü, emperyalist işgali sürdürmek ve buna karşı direnişi ezmek olarak çıkıyor karşımıza. Yani savaş ve iç savaş örgütü rolleri burada iç içedir. Bu da ilginç bir durum örneğidir ve yarının devrimci gelişmeleri karşısında, NATO’nun üstleneceği temel role açıklık kazandırmaktadır.

Bu açıdan NATO konusu fazlasıyla önemlidir. Bu çerçevede NATO’nun kitleler nezdinde teşhirini, emekçiler arasında NATO’nun konumu, işlevi ve hazırlandığı yeni misyonlar konusunda açık bir devrimci bilinç geliştirmeyi önemsemek, sürekli bir iş edinmek durumundayız. Türkiye’de burjuva gericiliğini zora sokacak her önemli devrimci gelişme, karşısında dolaysız olarak ABD emperyalizmini ve NATO’yu bulacaktır. Bunu hep akılda tutmak gerekir. ABD emperyalizmi ve NATO, her zaman ve bugün halen bu açıdan oynadıkları karanlık ve kirli rolü, günü geldiğinde çok daha dolaysız ve açık olarak oynayacaklardır. Devrim yapmak isteyenler bugünden bunun bilincinde olmalı, buna göre hazırlanmalıdırlar.

Konu bu açılardan bizler için ayrıca temel önemde bir stratejik sorundur. Türkiye’de NATO’ya karşı, ‘60’lı yılların o etkin çıkışlarından kök alan bir mücadele geleneği de var. Bunu yeni koşulları, NATO’nun bugünkü yeni rolünü ve misyonunu da gözeterek, canlandırıp geliştirmemiz gerekir.

Türkiyeli devrimcileri olarak bu açıdan halen zaaf içinde olduğumuz için bunun altını özellikle çiziyorum. NATO, her şeyden önce ABD demek. NATO’nun arkasında en başta ve etkin yönetici güç olarak Amerikan emperyalizmi var. Amerikan emperyalizminin dünya halklarına karşı faaliyetleri ile, politikalarıyla, saldırı ve işgalleri ile o kadar ilgileniyoruz da, NATO’nun buna etkin bir biçimde hizmet ettiğini gözden kaçırabiliyoruz. Oysa NATO esası yönünden bir Amerikan örgütüdür. NATO Irak’a yönelik emperyalist saldırı savaşında da gerçekte aktif ve etkin bir biçimde rol oynadı. Awaks uçaklarından Alman teknisyenlerine kadar... Almanya güya savaşa karşıydı ve savaşın dışındaydı. Ama gerçekte, NATO üzerinden sunulan lojistik destek ile Irak’a müdahalenin dolaysız olarak içindeydi. NATO’yu Amerika’dan ayırmak zaten mümkün değil. Şu veya bu ülkeye ABD müdahalesi olacak da NATO bunun dışında kalacak, bu düşünülecek şey değil.

ABD emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşının ardından artık kapitalist dünya sisteminin patronu olduğu için, bunu doğal bir biçimde, herhangi bir zorlamayla değil, tam tersine, öteki emperyalist müttefikleri de buna ihtiyaç duydukları için aynı zamanda, bu liderliği kolayca üstlendi.

Bu konum aynı biçimde NATO’ya da yansıdı. En büyük kuvvetler ABD’ye ait, teknolojik alt yapı büyük ölçüde ABD’ye ait. Faturasını önemli ölçüde ABD ödüyor. Ve doğal olarak esas sözü de bu durumda her zaman ABD söylüyor. Örgüt esası yönünden onun denetiminde ve hizmetindedir. Karargah Brüksel’dedir, coğrafyası Avrupa olmak zorundadır, çünkü çatışmanın ve muhtemel bir savaşın esas alanı Avrupa’dır. Ama gerçek komuta, yönetim ve denetim her zaman Amerika’nın elindedir.

Özetle tartışmasız bir ABD hegemonyası var NATO’da. Bu kuşkusuz iyi bilinen bir olgudur. Fakat yeterince bilinmeyen ya da gözetilmeyen temel önemde bir sonucu var bunun. NATO aynı zamanda sistem içi çelişkileri kontrol etmenin ve uzlaştırmanın da bir aracıdır. Bu NATO’nun temel önemde bir siyasal işlevi olagelmiştir. Ve bugün, daha doğrusu Doğu Bloku’nun çöküşünden beri, NATO’nun bu işlevi özellikle de ABD emperyalizmi hesabına giderek ayrı bir önem kazandığı için, bunun üzerinde ayrıca durmak, bu çerçevede son Riga Zirvesi’ne de yansıyan bazı sorunları irdelemek durumundayız.

(Devam edecek...)

İLİŞKİLİ HABERLER