NATO vetosunun hedefi kim?- İlhan Uzgel

NATO’daki veto konusu bu kadar yüksek sesle tartışılırken ve tartışılması istenirken, örneğin Erdoğan’ın aynı hafta içinde Katar emiriyle ne konuştuğunu, neyin pazarlığını yaptığını ise hiç öğrenemiyoruz.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 17 Mayıs 2022
  • 10:55

Rusya’nın Ukrayna işgalinin etkileri devam ediyor. Savaşın en önemli sonuçlarından biri Finlandiya ve İsveç gibi ülkelerin NATO üyeliği talebinde bulunmaları. Bu olayın kendisi dünya siyasetinin gidişatı hakkında tek başına bile birçok şey söylüyor. Bundan birkaç yıl önce, “NATO’nun beyin ölümünden” söz edilirken, bugün bu iki ülkenin NATO’ya üye olma aşamasına gelmeleri hayal bile edilemezdi. Bu durum kendi içinde önemli bir tartışma konusuyken, Erdoğan’ın “olumlu bakmıyoruz” açıklaması üyelik konusunun önüne geçti. Erdoğan kendisinden en çok rahatsız olunan şeyi yaptı ve artık Batı’da bir ezbere dönüşmüş olan “her konuyu pazarlık haline getiren lider” imajınında sürpriz yaratmadı.

Bu yazıda Rus işgalinin yol açtığı NATO’ya bu sürpriz yeni üyelik konusu ile Erdoğan’ın bu konudaki tutumunun aslında bazılarını geçmişte de gördüğümüz sıradan bir pazarlık olduğunu, hatta daha çok iç politikaya yönelik bir hamle olduğunu tartışacağım.

Finlandiya, İsveç ve NATO

Finlandiya ve İsveç, Avrupa’da İsviçre ile birlikte tarafsızlık konumunun simgeleri haline gelmiş ülkeler. Finlandiya, 2. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Sovyet işgaline uğradığı ve 1939 kışında çok güçlü bir direniş gösterdiği halde, sonrasında NATO’ya katılmadı. Hatta, 1948 Anlaşmasıyla Sovyetleri rahatsız etmeyen bir tarafsızlık politikası izlemeye başladı ve buradan Finlandiyalılaşma diye bir kavram üretildi. Finlandiya’yı İsveç’ten ayıran en önemli fark ise Rusya ile 1300 km sınırı olması ve geçmişte yaşadığı bu acı deneyimi.

İsveç ise 1814’ten bu yana tarafsızlığını koruyor ve bu, ülke kimliğinin ve siyasal kültürünün bir parçası haline gelmiş durumda. Rusya ile doğrudan bir sınırı yok. Finlandiya neredeyse bir tampon bölge işlevi görüyor. Kuzeyde NATO üyesi Norveç’in ise Rusya ile küçük bir sınırı var.

Soğuk Savaş sona erdikten sonra bu ülkeler savunma harcamaları azaltmışlardı. Ama 2014 Kırım işgali bir kırılma noktası oldu. Bundan sonra örneğin İsveç savunma harcamalarını artırdı, ABD’den Patriot sistemi aldı, askere alma programını genişletti, Finlandiya ise 64 F-35 uçağı sipariş etti.

Her iki ülke de 1994’ten bu yana NATO’nun ortakları ve askeri işbirliğini devam ettiriyordu. Bazen toplantılara katılma, Afganistan gibi NATO misyonlarına asker gönderme ve ortak tatbikatlar düzenleme bu faaliyetler arasındaydı.

Ama Ukrayna işgali, genel olarak Avrupa’nın kimyasını bozarken, bu iki ülke Rusya’dan aşırı tedirgin oldular. Mesela İsveç Baltık Denizi'ndeki Gotland adasını geçmişte silahtan arındırmışken, şimdi tekrar silahlandırdı. İsveç ve diğer Nordik ülkeler Rusya’nın bir yandan buzulların çözüldüğü Arktik’teki askeri hareketliliği, öte yandan hava sahası ihlalleri ve Rus denizaltılarının Baltıklardaki faaliyetlerinden rahatsızlar.

NATO çözüm mü?

NATO üyeliğine destek yıllar boyunca Finlandiya’da yüzde 20’lerde geziyordu. Geçtiğimiz Ocak ayında bile destek yüzde 30 civarındaydı. Ama Ukrayna işgaliyle NATO’ya üyelik desteği yüzde 76’a çıktı. Zaten Finlandiya üyelik başvurusunu daha hızlı yaptı.

İsveç’te ise NATO üyeliği hala tartışma konusu. İktidardaki Sosyal Demokrat Parti geleneksel olarak NATO üyeliğine karşıydı ama o da parti içinde bunu tartışmaya başladı. Ayrıca kamuoyunda NATO üyeliği konusunda tam bir fikir birliği oluşmamış durumda ama yine de üyeliğe destek yüzde 60’lar civarına çıktı. Yeşiller ve diğer sol partiler ise üyeliğe karşı çıkmaya devam ediyorlar.

Bu iki ülke de Baltık cumhuriyetleri ya da Ukrayna gibi eski Sovyet cumhuriyeti değiller. Buna rağmen Rusya’nın olası üyeliğe tepkisi sert oldu ve buna uygun bir karşılık vereceğini açıkladı. Rusya’nın bu koşullarda büyük bir konvansiyonel gücü sınıra kaydıracak durumu yok. Büyük bir olasılıkla İskender gibi bazı orta menzilli füzelerini sınır hattına getirecek ve yine bir ihtimal bunlara nükleer başlık takacak. Bunun yaratacağı gerilim ve tedirginlik de, Finlandiya ve karar verirse İsveç’in ödeyeceği bedel olacak.

NATO üyeliği güvenlik getirir mi sorusu havada duruyor. Aslında bu ülkeler Batı sistemi içinde yer alıyorlar ve İngiltere bir süredir her ikisine de daha fazla güvence vereceğini açıklamıştı. Örneğin, üç Baltık cumhuriyetinde genel hava, NATO üyesi oldukları için Rusya’nın saldırısına maruz kalmadıkları yönünde.

Rusya şimdiye dek bir NATO üyesine saldırmadı, bunu göze alamaz. Ama her bir yeni NATO üyesi, hatta Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyelik ihtimalinin gerilimi artırdığı, işgal ve savaşa yol açtığı da biliniyor.

Sonuçta Rusya’nın Ukrayna hamlesi, olmayacak şeyi oldurdu ve ABD için bulunmayan bir fırsat yarattı. Bu iki ülke de üye olursa Avrupa kıtasında şu an İsviçre, Kosova, Sırbistan ve Bosna-Hersek dışında ülke kalmayacak.

Türkiye ve vetoları

NATO, Türkiye’nin veto yetkisi olan bir örgüt ve Türkiye bunu en çok kullanan ülke. Konu yalnızca AKP hükümetiyle de ilgili değil ama tabii ki yol ve yordam konusunda büyük farklılıklar var.

Bunlardan en bilineni, Kıbrıs müdahalesi sonrasında, Türkiye’yi engellemediği için 1974’te NATO’nun askeri kanadından çıkan Yunanistan’ın bir süre sonra geri dönmek istemesi karşısında Türkiye’nin bunu veto etmesiydi. O dönemin değişen hükümetleri altı yıl boyunca, vetonun kalkması için önce Ege’deki yetki alanları sorununu halletmeyi ön koşul olarak ileri sürmüşlerdi.

Fakat bilindiği gibi, 12 Eylül sonrasında ABD’nin ilk işi, diplomatik mekanizmaları atlayarak General Rogers ile Evren arasındaki görüşmelerle halletmek olmuştu. Rogers, diplomasi mantığına uymayacak bir şekilde Evren’i, Yunanistan adına “asker sözü” verdiğini söyleyerek vetoyu kaldırmaya ikna etti. Sonrasındaysa, Yunanistan haklı olarak biz böyle bir söz vermedik deyip işin içinden çıkıverdi.

Daha az bilinen bir veto süreci ise Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası çerçevesinde yaşanmıştı. AB’nin NATO imkanlarını kullandığı operasyonlarında Türkiye daha fazla söz sahibi olmak istiyor, ayrıca Yunanistan’ın olası AB operasyonlarını Türkiye aleyhine kullanmaması konusunda garanti istiyordu. Bu gerçekleşmediği sürece Türkiye AB’nin Kosova’da ve Makedonya’daki NATO misyonlarını üstlenmesini bir süre veto edecektir.

Üçüncü veto olayı, Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğine atanması sırasında yaşandı. Türkiye o sırada hem Danimarka’dan yayın yapan ROJ Tv’nin kapatılmasını, hem de genel sekreter yardımcılığına bir Türk vatandaşının atanması koşulunu öne sürdü. Büyükelçi Hüseyin Diriöz Genel Sekreter Yardımcısı olurken, üç yıl sonra ROJ Tv kapandı. Türkiye’nin veto gücü istenen sonucu vermişti.

Bu arada Türkiye adı konmamış bir vetoyu da sürdürüyor. O da Güney Kıbrıs’ın NATO’da toplantılara katılması konusunda Türkiye vetosunu sıkça kullanıyor. Tabii bir de Güney Kıbrıs’ın NATO üyeliği konusu var ki Türkiye’nin bunu veto edeceği bilindiğinden konu gündeme getirilemiyor.

İsveç ve Finlandiya vetosunun anlamı

Erdoğan iktidarıyla ilgili olarak bir süredir Batı’da şöyle bir yaygın imaj oluşmuş durumda. Erdoğan her konuyu bir pazarlığa çevirir. Bu kez de öyle oldu ve Erdoğan, Rasmussen olayı sırasındaki söylemi birebir tekrarladı. Fırsat yine Erdoğan’ın ayağına gelmişti, boş geçmek olmazdı.

Tam da NATO’nun Ukrayna savaşı nedeniyle birlik ve dayanışma görüntüsü vermek, bu tür bölünmelerden kaçınmak istediği bir dönemde Erdoğan eline iyi bir koz geçirmiş oldu. Özellikle öne çıkardığı konu İsveç’teki Kürt hareketi unsurları ve bu ülkenin PYD’ye sağladığı yardım ve destek. İsveç’in Türkiye’nin Kürt meselesine sert bir yaklaşımı olduğu ve ülkede Kürt diasporasının güçlü ve örgütlü olduğu biliniyor.

Bu koşullar altında Türkiye istediklerinden bazılarını alabilir.

Bu konu yalnızca İsveç ve Finlandiya ile sınırlı değil. ABD de bir taraftan bu tarihsel fırsatı kaçırmak istemiyor. Hazır Ukrayna savaşı sayesinde kamuoyu desteği yakalanmışken, fazla uzamadan bu üyelik sürecini halletmeyi planlıyor. Muhtemelen ABD çoktan devreye girmiş, bir yanda telkin ve uzlaşma, öte yandan baskıyla sonuç almaya çalıştığını tahmin etmek zor değil.

AKP aklı NATO’daki veto kozunu dış politikadaki her sorunu çözen bir anahtar gibi görüyor. ABD ile ilişkilerde F-35 projesi, Halkbank davası, olmadı F-16 alımı, Gülen’in iadesi, olmadı Avrupa’daki Fetöcülerin teslimi, PYD’ye desteğin kesilmesi. NATO’daki üyelik vetosu, bunların hepsine yetecek kadar güçlü bir manivela olmadığını yakında anlayacaklar.

Hedef içerisi mi?

Bu tür pazarlıklar Erdoğan iktidarı için artık üzerinde çok fazla düşünmeye bile gerek duymadığı bir reflekse dönüşmüş durumda. Yüksek perdeden kamuoyu önünde yürütülen bir tartışma, yandaş medyanın olayı hep bir ağızdan yeni bir NATO “one minute”u olarak sunması, Reis’in “NATO’ya ayar” vermesi, dünya siyasetini sarsan büyük lider manşeti çekmesi türünden propaganda faaliyetine uygun bir gelişme.

NATO toplantılarında dışişleri bakanları ya da diplomatlar arasında yürütülecek bir pazarlığı kamuoyu önünde yapmanın başka bir anlamı yok. NATO’daki veto konusu bu kadar yüksek sesle tartışılırken ve tartışılması istenirken, örneğin Erdoğan’ın aynı hafta içinde Katar emiriyle ne konuştuğunu, neyin pazarlığını yaptığını ise hiç öğrenemiyoruz.

Eğer sorun PYD’ye yardım ise bu konunun başlıca muhatabı tabii ki ABD. Hatta, daha geçenlerde ABD, ana gövdesini PYD’nin oluşturduğu SDG’nin kontrolündeki bölgeyi Suriye’ye yönelik yaptırımdan muaf tuttuğunu ilan etti. Böylece, o bölgeyi Suriye’nin egemenlik alanı dışında gördüğünü göstermiş oldu. Türkiye’den buna da bir tepki gelmedi.

Hikayenin sonunu şimdiden öngörmek zor değil. Bir yandan ABD arka kapıdan ikna etmeye çalışacak, öte yandan İsveç belki birkaç Kürt derneğini kapatacak, PYD’ye yardımı askıya alacak. Türkiye üyeliğe onay verecek. Erdoğan ve medyası NATO’yu nasıl hizaya çektiğini anlatacak, bir dünya lideri olduğunu nasıl gösterdiğinin hikayesini yazacak. Ama her şey gibi bu da çabuk unutulacak.

Kısa Dalga / 17.05.22