Türkiye’de burjuvazinin bir sınıf olarak belirmesi, esas olarak ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında gerçekleşti. Savaş koşullarında vurgunculuk, karaborsa gibi kirli işlerden servet biriktirenler olduğu gibi, 1942 yılı Kasım ayında yürürlüğe giren ‘Varlık Vergisi Kanunu’ da bazı fırsatçılara gayrimüslimlerin, özellikle Rum ve Ermeni asıllı zenginlerin mallarını gasp etme ya da ‘kelepir’ fiyata ele geçirme imkânı sağladı.
Ülkenin ekonomik, sosyal, siyasal yaşamında oynadığı rolü giderek arttıran burjuvazi ile feodal ilişkilerin ağası, tefecisi, şeyhi artık ülkenin dış politikasına da damga vurabilecek konuma ulaşmıştı. Bir tarafta faşizmi ezerek Berlin’de kızıl bayrağı dalgalandıran Sovyetler Birliği, karşısında ise başını ABD’nin çektiği emperyalist kamp vardı. Türkiye’nin egemen sınıfları, ülkenin değil ama kendi çıkarlarına uygun bir tercihle alelacele Batı emperyalizminin safında yerlerini aldılar. Bu süreci Adnan Menderes’in Demokrat Parti’sinden (DP) önce İnönü’nün CHP’si başlatmıştı. Menderes ise, orduyu Kore dağlarında savaşa göndererek Türkiye’nin NATO’ya katılmasını sağladı.
Türkiye’nin egemenleri 70 yıldır NATO’cudur
ABD ile askeri üs yapımını da içeren ilk gizli ikili anlaşmaları 1950’de CHP iktidarı imzalamıştı. Bu anlaşmalardan hareketle iktidar 11 Mayıs 1950’de NATO’ya katılmak için ilk resmi başvuruyu yaptı. Bu talep ilkin ABD tarafından reddedildi. Bu gelişmenin hemen ardından, 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimleri kazanan Demokrat Parti’nin 10 yıl sürecek iktidar dönemi başladı. DP’nin ilk icraatlarından biri Kore’ye saldıran ABD ile suç ortaklarının safına katılmak oldu. Menderes hükümeti Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) Kore savaşına göndererek, ABD’ye sadakatini gösterdi.
Menderes hükümeti Ağustos 1950’de NATO’ya girme talebini yeniledi. Eylül 1951’de Türkiye NATO’ya kabul edildi. 18 Şubat 1952’de, 5886 sayılı yasa ile TBMM, NATO anlaşmasını onayladı ve Türkiye resmen NATO üyesi oldu. Türk sermaye devleti, ordusu, düzen partileri, sağcıları, milliyetçileri, dincileri, mukaddesatçıları 70 yıldır bu emperyalist saldırganlık ve savaş aygıtına hizmet ediyorlar.
Bu hizmetin iki boyutlu olduğunu vurgulamak gerekiyor. Sermaye devleti her zaman ‘NATO’nun Güney Kanadı’ olmakla övünür. Türkiye toprakları 70 yıldan beri NATO’nun (1990 yılına kadar) Sovyetler Birliği’ne, Ortadoğu halklarına, Balkanlara, Kuzey Afrika ülkelerine karşı saldırı üssü olarak kullanılmıştır. Sermaye iktidarı ile düzen partileri bu hizmeti her zaman iftiharla dile getirirler. AKP şefi Tayyip Erdoğan’ın ikide bir Türkiye’nin NATO için taşıdığı öneme vurgu yapması tesadüf değil. Bir ABD imalatı olan AKP’nin sözcüsü Ömer Çelik, 7 Mart Pazartesi günü yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullanması hiç şaşırtıcı olmadı:
“…Türkiye’nin kendi milli egemenliği için, kendi milli güvenliği için aslında ortaya koyduğu güvenlik konseptinin Avrupa’nın da güvenliğini sağladığı, NATO’nun güvenliği için de vazgeçilmez olduğu bir kere daha net bir şekilde görülmüştür. Türkiye’yi denklemden çıkardığınız zaman NATO güvenliği aksak bir güvenlik haline geliyor, büyük bir boşluk oluşuyor…”
Kimi zaman kısa süreli çıkar çatışmaları olsa da 70 yıldır Türk sermaye devletinin durumu budur. NATO’ya hizmetin bir diğer boyutu ise, Türkiye’de gelişen ilerici, devrimci, komünist harekete ve bir bütün olarak toplumsal muhalefete vahşi bir şekilde saldırmaktır. Özel Harp Dairesi adı altında kontrgerilla yapılanmasını ordunun içinde kuran NATO da bu kanlı sürecin dolaysız faili olmuştur.
Halklara karşı ağır savaş suçları işlediği için imajı yerlerde sürünen NATO’yu parlatma çabaları son günlerde yoğunlaştırıldı. Bu parlatma güya Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla gerekçelendiriliyor. Oysa bu yıkıcı savaşın başlamasında NATO da –daha fazla değilse eğer- en az Rusya kadar suçludur. Savaşı uzatmak için giriştiği çabalar ise, suç işlemeye devam ettiğinin kanıtıdır. Ukrayna’ya destek adı altında ABD-AB ile birlikte NATO’nun yaptığı şey, Rusya’yı zayıflatmak için savaşı alabildiğine uzatmak, diğer bir ifadeyle Ukrayna’yı savaş cehenneminin içinde tutmaktır. Düzen cephesi işte bu suç aygıtını parlatmakla iştigal ediyor.
Savaş ve iç savaş örgütü olarak NATO
Savaş makinesi NATO’yu demokrasinin/özgürlüklerin bekçisi diye pazarlayan tiksinti verici bir kampanya var. Batılı emperyalistler militarizmi ve silahlanmayı yoğunlaştırıp savaş kışkırtıcılığı yaparken, “Demokrasimizi korumak için bu bedeli ödemek sorundayız” diye propaganda yapıyorlar. Savaş borazanı medya ve silah tekellerinin sözcülüğünü yapan her meslekten görevli, dünyada bir kutuplaşmanın olduğunu, bunun ise ‘demokratik kamp’ ile ‘totaliter kamp’ arasında yaşandığı zırvasını pazarlıyorlar. Bu yalan kampanyasıyla emekçileri emperyalist hegemonya savaşının bir kutbunun destekçisi konumuna düşürmek istiyorlar. Bu söylemi bazı liberal solcuların da şu veya bu şekilde dillendirdiğine tanık olmaktayız. Kepazelik öyle bir boyuta vardırılıyor ki birçok ülkeyi yakıp yıkan bir savaş aygıtı halklara ‘barışın savunucusu’ diye yutturulmak isteniyor. Türkiye’de yürütülen kampanyayı da bu ‘algı operasyonu’nun bir parçası saymak gerek.
NATO, bir savaş makinası olduğu kadar bir iç savaş aygıtıdır da. Türkiye başta olmak üzere birçok ülkede gladyo/kontrgerilla örgütlenmeleri kuran NATO, ülkelerin içişlerini dizayn ederken ilerici-devrimci güçlere, komünistlere, sendikalara, işçi hareketi liderlerine karşı ‘içeriden’ devşirdiği tetikçileri de kullanarak, tam bir vahşetle saldırmıştır. Askeri faşist darbeler organize etmiş, sayısız provokasyon gerçekleştirmiş, işkencehaler kurmuş, cinayetler işlemiş bir aygıt olarak NATO, tam bir iç savaş aygıtıdır aynı zamanda.
Türkiye’de toplumsal gelişimin dinamiklerini baltalamak için tezgahlanan bütün kanlı/kirli işlerde parmağı olan NATO ırkçılığın ve dinciliğin geliştirilip, siyasal açıdan toplumun bir anlamda sakatlanmasında da uğursuz rolünü oynamıştır. İşte suç dosyaları bu kadar kabarık olan bu savaş aygıtını birileri tam bir pişkinlikle ‘güvence’ diye dünyaya pazarlamaya çalışıyor.
Barış, NATO başta olmak üzere emperyalizme karşı
halkların mücadelesiyle sağlanabilir!
NATO, 4 Nisan 1949’da Washington’da on iki ülkenin (ABD, Belçika, İngiltere, Fransa, Kanada, Danimarka, İtalya, İzlanda, Lüksemburg, Norveç, Portekiz ve Hollanda) katılımıyla kuruldu. Adını savunma paktı diye etiketlediler. ‘Hür dünya’yı komünizmden koruma misyonu atfedilen NATO’nun 1990’da dağıtılması gerekiyordu. Zira artık Sovyetler Birliği yoktu. Oysa tam tersi oldu. Bir ahtapot gibi yayılan savaş aygıtına dahil edilen devletlerin sayısı 30’a ulaştı.
Bu aygıt halen dünya üzerinde halkların ve insanlığın geleceği için en büyük tehdidi oluşturmaktadır. Eski Yugoslavya’da, Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da yaptıkları yetmezmiş gibi, Ukrayna savaşını kışkırtarak da yıkıcı rolünü oynamıştır. Son dönemde ise Doğu Avrupa ve İskandinav ülkelerine asker ve silah yığınağı yaparak, provokasyonlar sürdürüyor. Finlandiya ve İsveç’e çengel atarak Rusya’nın sinir uçlarıyla oynamaya da devam ediyor.
ABD güdümlü NATO’nun tuttuğu yol, hegemonya çatışmasının doğrudan bir emperyalist paylaşım savaşını tetikleme riskini giderek arttırıyor. Böyle bir savaşın ise insanlığın sonunu getirme riski taşıdığını, bu savaşı kışkırtanlar da dile getiriyorlar. Emperyalist kapitalizmin insan soyunun geleceği için oluşturduğu tehdit hiçbir zaman bu kadar büyük olmamıştı. Bu ise NATO başta olmak üzere bütün emperyalist yayılmacılığa karşı mücadelenin önemini de hiçbir zaman olmadığı kadar büyütüyor. Giderek daha belirgin bir hal alan bu tehlikeyi işçilerin, emekçilerin ve ezilen hakların anti-emperyalist birleşik direnişinden başka durdurabilecek bir güç bulunmamaktadır.