NATO’nun Kasım 2006’daki Riga Zirvesi’nin ardından, Aralık 2006’da verilmiş konferansın kayıtlarından oluşan bu metin, ilk kez olarak Nisan 2007’de üç bölüm halinde Kızıl Bayrak’ta (Sayı: 2007/14-16, 13-27 Nisan 2007) yayınlanmıştır…
Sistem içi çelişkileri denetleme ve çıkarları uzlaştırma aracı
Sonradan, Sovyetler Birliği’nin savaşa katılmasının ardından, farklı bir yön de kazanmakla birlikte, İkinci Dünya Savaşı emperyalist kampın kendi içinde yeni bir emperyalist paylaşım savaşı olarak başlamıştı. Savaşın sonunda bütün bir kapitalist-emperyalist dünya kampı, ABD’nin o gün için tartışmasız olan hegemonyası altında birleşti. Savaştan hemen hiç zarar görmeyen ve gücünü büyüterek çıkan tek emperyalist güç ABD idi. Bu da ona tartışmasız bir üstünlük, tüm ötekiler tarafından doğal biçimde kabul edilen yeni emperyalist hegemon güç konumu kazandırmıştı. Bu, emperyalist kampın kendi içinde, bir dönem için belirgin bir uyum anlamına geliyordu.
Fakat bu çok sürmedi. Daha ‘60’lı yılların başında bazı sorunlar, çelişki ve çatışmalar kendini göstermeye başladı. Kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişme yasası işlemiş, savaşın adeta yere serdiği Avrupalı emperyalistler, aradan henüz iki on yıllık bir süre bile geçmemişken kendini toparlamış ve kendi özel çıkarları konusunda ABD ile bazı sorunlar yaşamaya başlamışlardı.
Fransa’nın ‘60’lı yılların başında NATO’nun askeri kanadından çekilmesi bunun bir örneğidir. Bugünkü AB’ye varan oluşumun bir Almanya-Fransa mihveri olarak gelişmesi, Almanya’nın el altından Fransa’nın ABD hakimiyetine muhalefetini desteklemesi, desteklemekten de öteye, dipten dibe teşvik etmesi, yine bunun bir örneğidir.
Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ve Varşova Paktı’nın dağılışından beri ise artık durum belirgin biçimde değişmiş bulunmaktadır. Zira bu, iç çelişki ve çatışmaları dizginleyen, sınırlayan, nispeten kolayca uzlaşmayı zorlayan çok önemli bir engelin ortadan kalkması demekti. O zamandan beri emperyalist batı kampının kendi iç çelişki ve çatışmaları gitgide daha açık bir görünüm kazandı ve doğal olarak bunlar NATO bünyesinde de kendini gösterdi. ‘60’lı yıllarda NATO’nun askeri kanadından çekilen Fransa, ‘89 yıkılışının ardından geri dönmüş olsa bile, süreç gerçekte olanaklı olduğunca ABD hegemonyasından kurtulmak yönünde ilerliyor.
Bu kendini, AB bünyesinde, gitgide NATO’ya bağımlılığı da azaltacak yeni organizasyonların geliştirilmesi olarak gösteriyor. Bir ara büyük gürültülere konu olan Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP), bunun bir ifadesi idi. Almanya ve Fransa önderliğinde, AB’nin uzantısı bir yeni Avrupa ordusu olarak düşünülen bu proje, tam da NATO’nun 50. yılı kutlamalarına vesile olan o aynı Zirvede (Nisan 1999 Washington Zirvesi), çetin pazarlıklara ve çekişmelere neden olmuştu. Burada bir yandan NATO’yu dünya polisi haline getirmenin sorunları tartışılırken, öte yandan Avrupalı emperyalistlerin kendi uluslararası askeri örgütlenmesi olarak AGSP tartışılıyordu.
Bunun çetin pazarlıklara konu olması, projenin gerisindeki gerçek niyet ve hesapların taraflarca açık olmasından kaynaklanıyordu. ABD projeye karşı çıkmıyor, fakat onu NATO’nun bir uzantısı olarak görmek ve böylece denetimi altında tutmak istiyordu. Oysa Fransa ve Almanya için sorun, tam da ABD hegemonyasının askeri-politik biçimi olan NATO’ya bağımlılıktan kurtulmanın bir adımı olarak projeyi geliştirmekti.
ABD’nin NATO’ya alternatif olma niyet ya da potansiyeli taşıyan bu türden adımlara karşı bu hassasiyeti, bize örgütün daha önce sözünü ettiğim temel fonksiyonlarından birini göstermektedir. NATO, ABD emperyalizminin elinde, öteki emperyalistleri denetim altında tutmanın, herşeye rağmen kendini gösteren çelişki ve çatışmaları dizginleyip uzlaştırmanın da temel önemde bir aracıdır. Onun bu özelliği ABD için bugün her zamankinden daha önemlidir. Zira onun bir döneme kadar tartışmasız olan egemenliğine kampın içinden itirazlar gelinen yerde daha açık ve güçlü bir biçimde ortaya konulabilmekte, bu çerçevede, bunları dizginleyebilmenin bir temel aracı olarak NATO’nun önemi de, ABD payına artmaktadır. ABD, kendi dünya imparatorluğu hesapları ve stratejisi çerçevesinde, NATO’yu öteki emperyalistler üzerinde bir denetim aracı, çelişki ve çatışmaları kontrol aracı olarak elde tutmak istemektedir.
Evet, NATO temelde işçi sınıfına, emekçilere ve dünya halklarına karşı bir tehdit aracı, bir şantaj ve saldırı örgütüdür. Ama aynı zamanda, gelinen yerde özellikle ABD emperyalizmi payına, Batılı emperyalistler arasındaki çelişkileri kontrol etmenin, çıkarları mümkün olduğu kadar uzlaştırıp bağdaştırabilmenin de bir aracıdır. Avrupa’da AB genişlemesine, üstelik onu önceleyerek NATO genişlemesinin eşlik etmesinin gerisinde, aynı zamanda bu var.
Amerikalı stratejistlerin, Amerikan hükümetlerine akıl hocalığı yapanların yazdıklarına baktığımızda, buradaki amacı tüm açıklığı ile görebiliyoruz. Bu insanlar, Avrupa Birliği’ni, özellikle de Fransa-Almanya mihverini, denetim altında tutabilmenin önemine özellikle işaret etmektedirler. Bunun bir dizi yol ve yöntemi üzerinde durmakta, NATO’nun bu açıdan oynayabileceği role de özel bir tarzda işaret etmektedirler. Onlar AB’nin genişlemesine elbette doğrudan karşı çıkmıyorlar. Fakat ABD, eğer Avrupa üzerindeki denetimini korumak ve çıkarlarını güvenceye almak istiyorsa, AB genişlemesine paralel olarak, NATO’yu da genişletmeyi bilebilmeli, diye düşünüyorlar. ABD yönetimlerine de bunu öneriyorlar. Nitekim sonuçta yapılan da zaten bu olmaktadır.
1989 çöküşünden beri NATO Avrupa’da AB’ye paralel, fakat ondan daha hızlı bir biçimde, onu önceleyerek genişlemektedir. Ne de olsa bu her bakımından daha kolaydır. Neden daha kolaydır? Zira ne yerine getirilmesi gerici burjuva yönetimlerini zorlayan “kriterler”i var ve ne de yeni üyeliklerin getireceği gereksiz özel bir ekonomik yük. Türkiye ellibeş yıldır bir NATO ülkesi ve bunun emperyalistlere getirdiği herhangi bir yük yok. Tersine, onlar hesabına her açıdan bir olanaktır bu üyelik.
Oysa aynı Türkiye, on yıllardır kendini paraladığı halde, bir türlü AB üyesi bir ülke olamıyor. Zira olması durumunda bu, emperyalist ittifak için bir dizi sorun ve yük demektir. AB’ye bir uyum süreci gerekiyor, yeni aday ülkeler için. Ama NATO için böyle gereksiz can sıkıcı süreçler yok. Dolayısıyla NATO daha çok rahat bir biçimde genişleyebiliyor.
Önden NATO genişliyor, arkadan zamanla AB. Baltık ülkeleri henüz AB’ye üye olmadan önce NATO’ya girmiş durumda idiler. Aynı şey Bulgaristan ve Romanya için de geçerli. Bu ülkeler çoktandır NATO üyesi, ama henüz AB üyesi değil. (Söz konusu iki ülke, bu konferansı izleyen günlerde, Ocak 2007’de, nihayet AB’ye tam üye olarak alındılar -HF)
Ve bu önden genişleme, aynı zamanda, ABD’nin Avrupa Birliği genişlemesini NATO üzerinden kontrol etmesi anlamına da geliyor. Aynı zamanda diyorum, zira bu tek, hatta asıl amaç değil. Asıl amaç elbette ABD’nin Avrupa’ya NATO üzerinden sağlam bir biçimde yerleşmesidir. Bu onun çok yönlü hesap ve çıkarlarının bir gereğidir. ABD, Avrupa’dan öteye, Avrasya üzerinde bir egemenlik kurmak peşindedir. Onun dünya imparatorluğu hesapları bunu gerektirmektedir. Tüm öteki adımların ve araçların yanı sıra, NATO genişlemesi de, bu stratejik hesapların içine oturmaktadır. AB genişlemesini bu yolla kontrol etmek de bunlardan biridir, ama yalnızca biridir.
NATO bünyesine alınmış ülkeler, dolaysız olarak Amerikan emperyalizminin askeri ve siyasal hegemonyası altına da girmiş olmaktadırlar. Böylece ABD, bu ülkeleri, tüm öteki yol ve yöntemlerin yanı sıra, bir de bu yoldan egemenlik ve kontrol altında tutmaktadır. Polonya güya AB üyesidir, ama AB’den çok ABD’nin denetiminde ve hizmetindedir. Bunu tüm öteki eski Doğu Bloku ülkeleri için de söylemek olanaklıdır. Fransa ve Almanya’nın açık muhalefetine rağmen Irak’a karşı oluşan emperyalist koalisyonun Avrupalı bileşimi, bu gerçeği ayrıca tescil etmiş durumdadır.
Öte yandan, Avrupalı emperyalistler, tümüyle ayrı bir baş çekemedikleri sürece, politikalarını ve dolayısıyla çıkarlarını, ABD ile bağdaştırma yolunu tutuyorlar. ABD de bunun farkında, hem de çok iyi biçimde. ABD onların henüz cepheden ve geri dönülmez biçimde kendi karşısına geçemeyeceklerini çok iyi biliyor. Bunu Irak savaşı sırasında, savaşa muhalefet ederek Fransa ve Almanya bir biçimde gösterdi, ayrı bir baş çekmeyi denedi. Emperyalist batı kampında İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ilk kez bu çapta bir çatlak ortaya çıkmıştı. ABD’nin bu çıkışı hazmedemediğini, yeni ve eski Avrupa türünden söylemlerle AB’yi bölmekle tehdit ettiğini, hatta işi özellikle Fransa’yı cezalandırmaktan söz etmeye vardırdığını biliyoruz. Ama ne mutlu onlara ki, tam da Irak direnişi sayesinde, ABD’nin muhtemel şerrinden kendilerini kurtarabildiler. Irak direnişinin yarattığı sonuçların ağır etkisi altında ABD, Almanya ile Fransa’nın dünkü muhalefetini unuttu, önemli olan bundan sonrasını birlikte götürebilmektir deyip onlara uzlaşma elini uzatmak zorunda kaldı. Onlar da savaşın hemen ardından zaten muhalefetten yüzgeri etmiş, ABD’nin Irak’taki emperyalist işgaline BM kararları üzerinden onay vermişlerdi.
Ama bu olay bile, Avrupalı emperyalistlerin halihazırda ABD emperyalizminin karşısına kolayca çıkamadıklarını göstermektedir. Bunu kaldırabilecek bir güç ve hazırlıktan henüz yoksunlar. Bunun için hala zamana ihtiyaçları var. Bu nedenle, ABD’nin bugünkü gücü ve avantajlarını gözeterek, cepheden bir karşı karşıya gelişten olanaklı olduğunca kaçınmaya, işleri daha ihtiyatlı götürmeye, geleceğin kaçınılmaz karşı karşıya gelişlerine mümkün mertebe suyundan giderek hazırlanmaya çalışıyorlar.
Tarihsel nedenlere de bağlı olarak, Fransa bu konuda daha atak ve açık davransa da, bu sinsi ve derinden gidiş Almanya için çok açık bir davranış biçimidir. Irak savaşının hemen öncesinde SPD, Irak savaşına muhalefet ederek seçimi kazandı. Ama Alman emperyalizmini ABD karşısında zamansız olarak belli bir sıkıntıya da sokmuş oldu. Daha o zamandan Hıristiyan Demokratlar bu tutuma açık bir biçimde muhalefet ediyorlardı. Hükümet olduklarından beri de ABD ile ilişkileri mümkün mertebe düzeltmeye çalışıyorlar. Zira ABD ile zamansız bir atışmayı kaldırabilecek durumda olmadıklarını biliyorlar. Bu, bugünkü koşullarda Alman tekellerinin çıkarlarına çok uygun bir yol ve politika değil henüz.
Zamansız olarak buna girişmek istemiyorlar dedim. Ama bu, çelişkilerin tümden yatışması ya da uyutulması anlamına da gelmiyor. Çelişkiler ve bunun ürünü sürtüşmeler, hatta çatışmalar, her şeye rağmen varlığını sürdürüyor. Nitekim bunu son zirve üzerinden bir kez daha görmüş olduk. Kapsamlı Siyasal Yönerge başlığı taşıyan ve otuz küsur maddeden oluşan bir bildirge yayınlandı, bu son zirvenin ardından. ABD’nin NATO’ya vermeye çalıştığı yeni yönün çerçevesi var bu belgede. Önümüzdeki dönemin stratejik yaklaşımları formüle ediliyor. Büyük ölçüde ABD’nin arzularına ve ihtiyaçlarına göre hazırlanmış. Ama Zirve’de bu da Fransa ve Belçika’nın açıktan, Almanya’nın ise daha dolaylı muhalefetiyle karşılaştı. Bazı hararetli pazarlıklara konu oldu. Sonuçta hiç değilse şimdilik belli bir uzlaşmaya bağlandı. Büyük ölçüde ABD’nin hesaplarına, ihtiyaçlarına ve öncelikli tercihlerine göre saptanmış yönerge imzalandı imzalanmasına ama, bunun uygulanmasında tüm ülkelerin tam onayı, yani oybirliği koşulu da, Fransa ve Belçika’nın çok özel muhalefetiyle belgeye eklendi. Sonuçta hem Amerika’nın ortaya koyduğu siyasal çerçeveyi onaylamak zorunda kaldılar, ama hem de uygulanması konusunda veto hakkını da kazanmış oldular. Böylece gelecekte kendi çıkarlarına uygun olarak yapacakları kirli pazarlıklar için önemli bir avantaj elde ettiler.
Bütün bunlar NATO’nun bir yandan ortak çıkarlara hizmet ederken, öte yandan farklılaşan çıkarları denetim altında tutmanın ve karşılıklı tavizlerle uzlaştırmanın bir aracı olduğunu göstermektedir. Söylenenlerden anlaşılmış olmalı; temelde ABD’ye hizmet etse de, örgütün bu işlevinin, ittifak bünyesindeki öteki emperyalistler için de hala bir anlamı ve önemi var.
Dünya jandarmalığı ve sudan bahaneler...
NATO’nun gerçekte aynı zamanda bir iç savaş örgütü olduğu olgusu üzerinde daha önce durdum. Varşova Paktı’nın ayakta olduğu dönem boyunca onun bu rolünün daha belirgin bir biçimde ön plana çıktığını vurguladım. O zamanlar bir soğuk savaş dengesi, bir “nükleer dehşet dengesi” söz konusuydu. Taraflar orduları karşılıklı olarak konumlandırmak, savaş makinalarını teknolojik olarak sürekli besleyip yetkinleştirmek, ama öylece de kalmak zorunda idiler. Oysa ittifak üyesi ülkelerin sosyal mücadelelerine, iç sınıf mücadelelerine müdahale, bu çerçevede Kontrgerilla ya da Gladio türü karanlık örgütler aracılığıyla kirli savaş, sürekli bir uygulamaydı. Bu alanda fiili icraat olarak NATO’nun yapmakta olduğu ve yapacağı çok iş vardı. Onun fiili icraat olarak uluslararası bir iç savaş örgütü işlevini öne çıkaran buydu.
Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Doğu Bloku’nun dağılması sonrasında, NATO’nun uluslararası bir savaş aygıtı olarak da rolünü artık fiiliyata döktüğünü görüyoruz. İlk uygulama Yugoslavya’ya karşı savaş olmuştu ve bu savaş, anlamlı bir tutumla, NATO’nun dünya polisi ilan edildiği Washington Zirvesi’nin hemen öncesinde başlatılmıştı. Yine de Yugoslavya, Avrupa sahasında bir ülke idi. Misyon alan dışı olsa da, coğrafya alan içi idi. Coğrafya olarak da “alan dışı” olan ilk ülke Afganistan oldu.
11 Eylül’ün hemen ardından, NATO ABD’ye siyasal açıdan tam desteğini açıklamış, bu desteğin askeri bir biçim alabileceğini ilan etmiş, bunu da ünlü 5. Maddeye (Herhangi bir ittifak üyesi ülkeye yapılmış saldırı ittifakın tümüne yapılmış kabul edilecek ve buna göre mukabele görecektir, mealindeki maddeye) dayandırmıştı. Buna rağmen Afganistan’a karşı savaş başlangıçta daha çok bir Amerikan müdahalesi olarak başladı, NATO ve emperyalist müttefiklerin askeri desteği ve savaşa katılımı, bu ilk aşamada daha dolaylı biçimlerde gerçekleşti. Fakat 2001 sonbaharında başlayan Afganistan işgalinin resmi sorumluğunun ve komutasının 2003 yılından itibaren artık resmen de NATO’ya geçtiğini biliyoruz. NATO, eski Yugoslavya’nın ardından bu kez Afganistan’da, artık resmen de bir savaş ve işgal gücü olarak işbaşında. Genişlemiş biçimiyle 26 [bugün 30!] üyeli ittifak, Afganistan’da halen bir batağın tam göbeğinde, bu da bir başka gerçek. NATO’nun bir müdahale, savaş ve işgal gücü olarak devrede olmasıdır, burada önemli ve yeni olan.
Kasım 2006’da Riga’da benimsenen yeni antlaşma bu konuda yeni tanımlar getiriyor ve hedefler ortaya koyuyor. NATO’nun benzer bir görevi bundan böyle dünyanın herhangi bir yerinde üstlenebileceğini açık hükme bağlıyor [2011 yılı Mart’ında Libya’ya karşı yürütülen savaş bunun bir örneği oldu- HF]. Dünyanın neresinde olursa olsun herhangi bir kriz bölgesine 30 gün içerisinde müdahale etmeyi olanaklı kılacak ve bunu uzun süreli olarak sürdürebilecek yeni askeri organizasyonlar gündeme getiriliyor.
Böylece NATO, dünyanın dört bir yanındaki kriz ve çatışmalarda taraf olacağını resmen ilan etmiş bulunuyor. Düne kadar, adı üzerinde, Kuzey Atlantik İttifakı idi. Şimdi etkinlik alanını tüm dünya ve işlevini de küresel jandarmalık olarak tanımlıyor. İşin aslına bakarsanız fiilen bu her zaman böyleydi, ama bu şimdi resmen de bir politika olarak tanımlanıyor ve ilan ediliyor. Bütün bunlar önemli gelişmeler.
Nitekim sorun tanımlamalardan öteye buna uygun somut organizasyonlar olarak pratikleştiriliyor da. Riga Zirvesi’nde kararlaştırılan Acil Müdahale Gücü (NRF) bunun bir ifadesidir. 30 bin kişilik, en son teknoloji ürünleriyle donatılmış, seri hareket edebilen, anında kriz bölgesine ulaşabilen bir yeni örgütlenmedir, burada söz konusu olan. Her an müdahaleye hazır bir kuvvet olarak düşünülüyor ve 2007 yılında kurulmuş olacak.
Tahmin edilebileceği gibi “terörizme karşı mücadele”, kriz bölgelerine yapılacak müdahalenin temel gerekçesini oluşturacak. Riga Zirvesi’nde kabul edilen yeni belgede bu önemli bir yer tutuyor. Bu son derece muğlak tanımlama, ihtiyaca göre her yöne çekilebilecek, her özel durumda bir bahane olarak kullanılabilecek, bu yeterince açık. Direniş örgütlerinin faaliyetleri kadar kontrol dışı ya da ABD zorbalığına şu veya bu biçimde muhalif devletlerin tutumu da pekâlâ “terörizm” kapsamında görülebilecek ve dolaysıyla “terörizme karşı mücadele”nin hedefi haline getirilebilecek. Bu yolla ülkelere ve bölgelere her türlü keyfi müdahalenin önü açılıyor. Şu veya bu ülkenin iç siyasal yaşamında dolaysız biçimde taraf olmak meşrulaştırılıyor. Örneğin Almanya’nın “terörizm tehdidi” altında olması bile bu kapsama girebiliyor. Böylece NATO’nun gerektiğinde bu ülkenin iç siyasal yaşamında dolaysız bir taraf ve elbette müdahale gücü olarak ortaya çıkmasının yolu hazırlanmış oluyor. Herhangi bir ülkede rejimi zorlayabilecek bir siyasal mücadeleye ya da sosyal başkaldırıya bu yolla müdahale edilebilecek. Önden Acil Müdahale Gücü ve arkadan NATO’nun savaş aygıtı, kurulu düzeni ayakta tutabilmek için şu veya bu ülkeye yönelik olarak seferber edilebilecek.
Yeni yönergede dile getirilen bir öteki müdahale ve saldırı bahanesi, sözüm ona “nükleer tehdit”in önlenmesidir. Bunun ucunun nereye varacağı da yeterince açık. Bu tanımlamayla birlikte, örneğin İran bir anda tüm NATO ittifakının açık hedefi haline getiriliyor. Ve daha ilk bakışta görülebileceği gibi, bütün bunlar, Amerikan emperyalizminin, onun militarist liderlerinin bugünkü dünya olaylarına bakışının bir yansımasıdır. Onlar, kabul ettirdikleri bu yeni yönergeyle, öteki emperyalist müttefikleri de NATO üzerinden kendi politikalarına tabi kılmak istiyorlar.
Yeni yönergenin bazı Avrupalı emperyalist güçlerde rahatsızlık yaratması bundandır. Bu ülkeler, Amerika’nın maceracı ve sonuçta kendilerine de zarar verebilecek emperyalist hedeflerine ve planlarına, öyle ölçüsüzce alet olmayı çok da istemiyorlar. Bunu çıkarlarına uygun görmüyorlar ya da buna ancak kendi çıkarlarının da tatmin edilmesi koşuluyla destek vermek istiyorlar. Son yönerge kapsamında gündeme gelebilecek kararlarda oy birliği koşulu işte bunun bir aracı ve güvencesi olarak düşünülüyor.
(Devam edecek...)