İşçi sınıfı cumhuriyet hakkında ne düşünüyor

Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun yeni bir yıldönümündeyiz. Bunu vesile ederek Şefik Hüsnü’nün Cumhuriyeti konu alan üç yazısını bir arada yayınlıyoruz.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 29 Ekim 2020
  • 08:00

Tarihsel TKP ve Şefik Hüsnü

Dr. Şefik Hüsnü, neredeyse genel bir kabulle, TKP’nin “kırk yıllık” lideri sayılır. 1919’da Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi ile başlayıp 1959’da sürgünde noktalanan siyasal yaşamı üzerinden, bu “kırk yıllık” tanımı, zaman dilimi olarak bir tam uygunluk gibi görünse de, gerçekte yanıltıcıdır. Dr. Şefik Hüsnü’nün partide genel kabul gören etkin liderliği 1925’teki TKP İkinci Kongresi ile başlar ve 1937’de sona erer. Kuşkusuz o, ideolojik ve moral açıdan partinin lideri olarak görülmeyi ömrünün sonuna kadar sürdürmüştür. Ama artık etkin konumda bir örgüt lideri de değildir.

Fakat öte yandan, tam da aynı 1925-1937 dönemi, TKP’nin politik-örgütsel açıdan en etkin yıllarını işaretlemektedir. Mustafa Suphiler’in 1921 başında katledilmesi sonrası ve Akaretler Kongresi ile sona eren 1925 öncesi, TKP’nin merkezi ve birleşik bir yapıdan yoksun olarak, parçalı biçimde var olduğu bir dönemdir. 1937 sonrasında ise ve 1943’e kadar, TKP merkezi varlığını yitirmiştir ve bir örgüt olarak gerçekte fiilen yoktur. Onu izleyen ve 1951 büyük tevkifatıyla sonuçlanan dönemse, birbirini izleyen darbelerle kesintiye uğratılan başarısız bir yeniden canlanma çabası olmaktan öteye gidememiştir.

Dr. Şefik Hüsnü lideri olduğu partinin en karmaşık, çelişkili ve tartışmalı kişiliklerinden biri olagelmiştir. TKP’nin kendi bünyesinde olduğu kadar Komünist Enternasyonal’de de bu böyledir. 1925’teki “KUTV muhalefeti”nin ya da 1920’lerin sonunda ortaya çıkan ve 1934 yılına kadar süren, daha çok da Nazım Hikmet’in adıyla anılan TKP muhalefetinin baş hedefi aynı kişi, TKP lideri Şefik Hüsnü olmuştur. Komünist Enternasyonal’in V. Kongresi’nde (1924) TKP’ye yönelik ağır ideolojik eleştirilerin (Legal Marksizm, Struvecilik, sınıf işbirliği çizgisi vb.) baş muhatabı, hedef alınan Aydınlık Çevresi’ lideri konumuyla, doğal olarak bizzat Şefik Hüsnü’ydü. Komünist Enternasyonal VII. Kongresi’nin (1935) ardından bu kez kişi olarak ciddi eleştirel değerlendirmelere, hatta Türkiye’ye dönüşünü geciktiren soruşturmalara konu olan da yine oydu.

Ölümünden sonra, dolayısıyla ‘60’lı yıllardan itibaren ve özellikle ‘70’li yıllarda ise en ağır eleştirilerin, en kaba saldırıların, en bayağı karalamaların ve inkarın hedefi olmaktan kurtulamadı. Daha 1924’te ve bizzat Komünist Enternasyonal tarafından en açık biçimde eleştirilen ideolojik-politik yaklaşımları, 1970’lerin küçük-burjuva inkarcılığı tarafından en bayağı biçimde dile dolandı, hakkında en ağır nitelemelere, en kaba ve bayağısından bir inkara konu edildi. (Aynısını, tam da aynı dönemde ve aynı bayağılıkla, bir başka koldan İsmail Bilen ve onun TKP’si yapıyordu!)

TKP’nin 100. Yılı’ndayız ve artık TKP tarihi konusunda yakın geçmişte hayal edemeyeceğimiz kadar çok bilgi ve belgeye sahibiz. Bu, bir bütün olarak TKP tarihi kadar onun “kırk yıllık” lideri Şefik Hüsnü’yü de baştan aşağı yeniden değerlendirebilmek ve yerli yerine oturtabilmek olanağı demektir. Komünistler kendi yönlerinden bunun hakkını en iyi biçimde vermeye çalışacaklardır.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun yeni bir yıldönümündeyiz. Bunu vesile ederek Şefik Hüsnü’nün Cumhuriyeti konu alan üç yazısını bir arada yayınlıyoruz. Bunlardan ilk ikisi Cumhuriyet’in daha ilk yılı dolmadan kaleme alınmıştır (1924 yazı). Bu iki yazı birarada, Kemalizm konusunda hala da sürmekte olan hayaller kadar, kendini daha o zamandan göstermeye başlayan hayal kırıklıklarına da tanıklık etmektedir. Ama bizi burada şimdilik cumhuriyetin bu ilk yılına ilişkin bilgi ve gözlemler ilgilendirmektedir. Okur ve izleyicilerimize de metinleri incelerken sorunun bu yanına odaklanmalarını öneriyoruz.

Üçüncü yazı ise Cumhuriyet’in 10. Yılı dönemine aittir. Bu, TKP’nin Kemalizm konusundaki hayallerinden nihayet kurtulduğu, artık “Kahrolsun Kemalist burjuvazi!” ya da “Kahrolsun Kemalist burjuva diktatörlüğü!” türünden net militan sloganlar kullandığı bir dönemdir. Bu son yazının başlığı bile bu açıdan kendini yeterli açıklıkta anlatmaktadır: “Kemalist Diktatörlüğün Çizmesi Altında”

Yazının daha girişinde, Şefik Hüsnü net bir tanım yapıyor: Kemalist rejim birkaç yıl içinde, Kemalist Halk Partisi tarafından temsil edilen yerli büyük burjuvazi ve büyük toprak ağalarının açık diktatörlüğü haline geldi.” Bu bir bakıma, Kemalist burjuva diktatörlüğünün komünistleri olduğu kadar işçi sınıfını, emekçileri ve başta Kürtler olmak üzere ezilen milliyetleri hedef alan baskı ve terör rejiminin zihinleri aydınlatan kamçısı altında ulaşılmış bir sonuçtur. 1924’lerin ikinci yarısından başlayarak ilk belirtileri ortaya çıkan 1928’lere doğru belirginleşen bu tutumun çok sürmediğini, kabaca 1937’de sona erdiğini de biliyoruz. Ama aynı şekilde, tam da bugün sahip olduğumuz bilgi ve belge bolluğu sayesinde, bu konudaki geriye dönüşün asli sorumlusunun artık hiç de TKP'nin kendisi değil fakat tam da Komünist Enternasyonal ve SBKP yönetimi olduğunu da biliyoruz. Buna ne denli kolay uyum sağladığından bağımsız olarak, bu ona bu kez dıştan dayatılmış bir tutum ve politikadır.

Önümüzdeki haftalar ve ayları içinde tüm bunları enine boyuna inceleme ve tartışma olanağı bulacağımızı umuyoruz. Şimdilik şu kadarını söyleyelim: ‘70’li yılların küçük-burjuva inkarcılığının, aynı dönemin İsmail Bilen TKP’sinin ve halen de bazı Troçkist mezheplerin sandığı ya da iddia ettiği gibi, sol hareketimizin tarihinde Mustafa Suphi TKP’si zaaf ve kusurlardan azade bir “asr-ı saadet” dönemini temsil etmediği gibi, Şefik Hüsnü TKP’si de salt kusur ve zaaf yığınından ibaret bir sapkın dönemin temsilcisi değildir.

Erdem ve kusurlarıyla TKP tarihi çelişkili bir bütündür.

***

 

Ülkemizde işçi sınıfı, Halkçı Devrimi'yle kendisi için elverişli bir ortamın açılacağını ümit ediyordu. Bazıları bu konuda büyük hayaller bile kurmuştu. Türlü sınıfların bir arada kaynaşması ve uzlaşmasıyle gerçekleşeceğinden söz edilen “toplumsal ahenk” efsanesine inananlar çoktu.

Bu ruh durumundan yararlanılarak birçok karışık üyeli örgüt denemelerine girişildi. Bunlara önayak olanlar arasında ittihatçılığı veya millici gruplardan birine bağlı olmakla tanınmış kişiler dikkati çekiyordu. İlgili işçiler büyük bir istekle bu yeni önderlerin arkasından gittiler. Bu girişimler içinde sınıf mücadelesi düşüncesi unutulmuş olmakla birlikte, işçinin hızlı bir tarzda belirli merkezler çevresinde toplanmasına yarayacaklarını düşünerek onlara biz de yardımcı olmuştuk.

İşçideki ümit ve güven, bundan ondört ay önceki İzmir İktisat Kongresi kargaşalığında en yüksek sınırına ulaşmıştı. Ülkenin dört bir yanından gelen yüze yakın işçi delegeler büyük bir şevkle kongre çalışmalarına katılmış, ciddi bir araştırma ürünü olan devrimci ruhta bir rapor hazırlamıştı. Bu raporun belli başlı maddeleri, işçi sözcülerin savunmaları sayesinde kongre genel kuruluna kabul ettirilebilmişti. Bunlar arasında: Gelir, sermaye ve miras üzerinde kademeli vergiler konması, özel tekeller yerine devlet tekellerinin kurulması, dış ticaretin devletleştirilmesi, derebeylik kalıntısı olan mütegallibe ve tefeciye ait arazi ve emlakin alınıp fakir köylüye verilmesi, ulaşım vasıtalarının devletleştirilmesi, büyük kuruluşların devletleştirilmesi vb., ekonomik politikamıza, toplumsal devrimi kolaylaştıracak bir yön vermeye yönelmiş maddeler de vardı. Hele iş saatlerinin sınırlandırılması, asgari yevmiyelerin saptanması, ücretli hafta tatili, gece işinin iki kat ücrette yaptırılması, kadın ve çocuk işçinin korunması, serbestçe sendikalar kurabilmek ve grev ilan edebilmek haklarının korunması, kaza tazminatı, yardım sandıkları, işçi emekliliği, işsizlik sigortaları vb. bizzat işçinin geçim koşullarını düzeltici maddeler alkışlarla onaylanmıştı. Bütün bu maddeleri içine alan bir iş kanunu, işçinin haklarını mahkemelerin himayesi altına verecekti.

İktisat Kongresi kararları ulus tarafından temenni edilmiş kararlardan ibaretti. Hükümet bunlardan uygun gördüklerini gerektiğinde dikkate alacaktı. Fakat çoğu kimseler görüşmelerin verdiği heyecan içinde bu temennilerin hemen gerçekleşeceğini sanmıştı. İşçi delegeler gittikçe artan bir faaliyet hevesiyle kuruluşlarına döndüler. Ve örgütler, işçinin kötü olan durumunu düzeltmeye patronları zorlamak amacıyla gerekli hazırlıklara hemen başladılar.

Kongreyi takip eden geçen yılki bir mayısta hükümetin gösterdiği haşin muamele, işçiyi tatlı rüyasından uyandıran bir soğuk duş etkisi gösterdi. Yapılan veya yapılması tasarlanan bazı gösteriler yüzünden, bir kısım devrimci işçilerin ve işçi sınıfı dostlarının zindanlara atılması, işçinin Halkçı Hükümeti’ne karşı beslediği güven duygularını sarstı. Bundan sonra işçiyi gittikçe derin bir hayal kırıklığına düşüren bir olaylar dizisi bütün ümitleri, bütün iyimserlikleri yok etti. Kuvvetini duyurmaya başlayan işçi sınıfı çiğnenen haklarını tanıtmak için türlü alanlarda harekete geçmek gereğini duymuştu. Patronların, çok haklı işçi isteklerini kabul etmemekte inat ettikleri yerlerde grevler ilan olunması zorunluluğu doğdu. Yoksul kitlelerin bir lokma ekmek için yaptıkları bu mücadelelerde hükümetin aldığı tavır çok dikkat çekicidir. İşçilerimizin sınıflarına yabancı kişi ve partilerden medet ummak konusundaki gafletlerini gideren bu olayları, henüz gözleri açılmamış olanların uyanması için saymayı gerekli görüyoruz:

1-Aydın Demiryolcuları grevinde hükümet, İngiliz kapitalistlerine hak vererek grevcileri çalışmaya zorladı.

2- Rumeli Demiryolcuları grevinde hükümet, yabancı kumpanyanın entrikalarına göz yumarak, zamana bağlı vaatlerle greve son verilmesine aracılık etti.

3- Zonguldak grevinde işçiye yardımcı olan sanayi genel müdürü işten alındı.

4- Bir hükümet kurumu gibi yönetilen Anadolu Şimendiferleri Müdüriyeti bugüne değin işçisine karşı haşin davranmaktan ve işçi kuruluşlarını baskı ve korkutmadan bir an geri durmadı.

5- Serbest sendikalar lehinde bulunan, işçi haklarını koruyucu bir iş kanunu hazırlayan İktisat Bakanı Mahmut Esat Bey istifaya mecbur edildi.

6- Hükümet el altından bizzat kurduğu Amele Birliği'nin, yarın kendisinden başka bir sınıfın elinde güçlü bir silah olacağını sezdi. Ve bundan ürktü. Cemiyetler Kanunu’nu dar bir zihniyetle yorumlayarak, Birlik’i büsbütün ortadan kaldırma tehditi altında şimdilik resmi varlığından mahrum etti.

7- Belli başlı işçi ve devrim partileri taraftarlarının korkunç sebepler uydurarak mahkemelere sevk etli. Bazı fedakar ve azimli önderlerinin haklarında hüküm bile olmaksızın zindanlarda çürümesine göz yumdu.

8- Hükümetin nüfuz ve etkisi altında olmayan bütün işçi kuruluşları kanunsuz olarak engellendi ve feshedildi.

9- En yüksek makamları işgal eden kişilerin vaatlerine rağmen, bir yıldan beri söz konusu olan İş ve Sendika kanunları bugün hala Meclis'e verilmemiştir.

Cumhuriyet yönetiminden beklediklerinin tam aksi olan bu davranışlar, işçi sınıfını manen ve maddeten, işçi hareketleri tarihinde rastlanmayan feci bir duruma itti. Alın teriyle bir lokma ekmek parası kazanan ve açlıkla tokluk arasında ömür tüketen kardeşlerimizin örgütleri, bugüne değin, bu denli perişan bir görünüşte olmamışlardı.

Bu koşulların doğurduğu genel üzüntünün uyuşukluğu içinde, işçilerimiz arasında, her şeye rağmen dürüst muhakeme yürütme özelliğini koruyabilmiş kimselerin bulunmasını görmek tek tesellimizdir. İşçi okurlarımızdan aldığımız mektuplar, uzak ve yakın geçmişin acı deneylerinden en uygun dersleri aldığımızı gösteriyor. Bilinçli ve anlayışlı işçi arkadaşlarımızca artık, işçi sınıfının günü gününe geçim koşullarının düzeltilmesi, genel düzeyinin yükseltilmesi, kapitalizm soygun ve boyunduruğundan temelli kurtuluşun bizzat işçinin kendi birliğinin gücüyle gerçekleşebileceği düşüncesine ulaşılmıştır. Ancak ortak çıkarları olanların birbirine yar olabileceğini ve sınıfına yabancı olanlardan kendisine hayır gelmeyeceğini anlayanların çoğalmasıyla işçi hareketi bu kez doğru ve yeni bir akıma girmekte gecikmeyecektir.

Bize mektup gönderenlerin çoğu bizim Cumhuriyet Hükümeti hakkındaki yayınlarımızı bile eleştiriyorlar. Bu eleştirilerde, iktidar makamını ele almış olan sınıfın devrimimizi işçi ve yoksul sınıflar lehinde, köklü dönüşümlerle derinleştirebileceğini sanmanın fazla iyimserlik olduğu belirtiliyor. Bu eleştiri üstünde durulmaya değer.

Yazar arkadaşlarımızın yürüttüğü muhakeme kısaca şudur: İşçi meselesinin hallini ve toplumsal devrimin gerçekleşmesini yeni hükümet adamlarımızın iyi niyetinden beklemek, bu amaçlardan vaz geçmekle birdir. Bu bir iyi niyet meselesi değildir. Devamlı olarak onlara ulusun çıkarları için yapılması gereken şeyler göstermekle birkaç kişi ikna edilse bile yine maksat elde edilemez. Çünkü bugün iktidarda bulunanlar, işçininkinden ayrı ve onlarınkine zıt belirli çıkarlara sahip bir sınıfın temsilcileridir. Devrim yolunda, daima o çıkarların savunulması zorunluluğuyla kararsızlık göstermeye ve yarı yolda durmaya mahkumdurlar. Teorik olarak kabul ettikleri prensipleri, esasları, pratiğe geçince daima feda etmek zorunda kalacaklardır. Ve daima ortada yanan, hakları ihmal edilen zavallı işçi ve köylüler olacaktır. Sonuç: İşçi için kendi işini kendi görmekten başka kurtuluş yolu yoktur.

Gerçi biz başlangıçta henüz siyasi inançları ve sınıfsal vasıfları şekillenmemiş bazı ülkücü önderlerin Kurtuluş Savaşımızı gereği gibi başardıklarını ve değeri inkar edilemez bir siyasi devrimi başlattıklarını dikkate alarak Cumhuriyet yöneticilerine geniş bir kredi açmıştık. Silah sesleri durduktan sonra elde ettiğimiz siyasi bağımsızlığın devamının, Avrupa ve Amerika kapitalizmine karşı ekonomik bağımsızlığımızın teminine bağlı olduğu, uluslararası ilişkileri izleyen herkes için açık bir gerçekti. Bizim gibi halkı yoksul ve orta hallilerden ibaret olan bir ulusun yabancı kapitalizmin sömürü ve tahakkümünden uzak kalmasının, ancak ulusun büyük çoğunluğunu teşkil eden işçi ve köylü sınıflarından güç alan, kollektif yaşayışa dayanan ekonomik kuruluşlarla mümkün olabileceğini ileri sürüyor ve yazılarımızda bu yönde devrimimizi derinleştirmesini hükümetimizden temenni ediyorduk. Bu suretle mukadderatımıza hakim olanların sınıfsal durumlarına göre bu tarihsel zorunluluğu anlamalarına pek az ihtimal var idi. Biz özellikle uluslararası koşulların baskısı altında, bazı kökten tedbirlere baş vurma zorunluluğunun duyulacağını mümkün görmüştük. Olaylar bunun da olamayacağını gösterdi.

Bugün artık bu yolda, yüzeyde bile olsa, hiç bir girişimde bulunulmayacağı açıkça ortaya çıkmıştır. Halk Fıkrası nın toplumsal temeli bu yola girilmesine engeldir.

Bu temel nedir? Cumhuriyet hükümeti ulusun hangi tabakalarından güç alıyor?

Durum biraz dikkatle incelenecek olursa görülür ki milletvekillerinin çoğunluğu küçük burjuvazi (esnaf, zanaatçı, küçük memur, kaza ve nahiye zenginleri vb.) ailelerine mensuptur. Birçoğu askeri okullardan yetişmedir. Bunların hepsini harekete getiren zemberek, ülkenin iktisadi gelişmesinde önemli bir etken olmak, büyük kapitalist mevkiine yükselmek hırsıdır. Bir kelimeyle bugünkü hakim sınıf kapitalist aleminde tarihi bir rol oynamaya kendisini aday sanan Anadolu'nun aracı zenginlerinden ve onlarla işbirliğinde bulunan aydınlardan oluşmaktadır. Bu sınıf, doğaldır ki işçi hareketlerini hoş görmez.

Mütarekeden beri Halkçılara muhalefet eden ittihatçılar, Meşrutiyet’in ilanı sıralarında aynı durumda ve aynı eğilimde idiler. Bugün ise eski ittihatçılık adına hareket edenler, ülkenin felaketi ve sefaleti pahasına amaçlarına ulaşan, yüksek mali çevreler ve tüccarlar arasında ve bütün büyük işlerde söz sahibi olan kişilerdir. Bu büyük burjuva temsilcilerinin çıkarları, geçici olarak ülkeye hakim olanların çıkarları ile şimdilik zıtmış gibi görünmektedir. İki yan da işçiyi siyasi emellerine alet etmek için kendi yanına çekmeye uğraşmaktadır. Fakat yarın işler gelişmeye başladıkça çıkarların münasip bir tarzda taksimi çareleri bulunacağından, aralarındaki zıtlık kalkacak, her ikisi de birlikte işçiden yüz çevirecektir.

Siyasi akımlarımızın içyüzü böyle olmakla birlikte, türlü aşamaları gözlerimizin önünde gelişen burjuva devriminin henüz sona ermediğini unutmamak gerekir. Ülkemizde derebeylik kalıntısı olan geleneklere, eğilimlere ve kurumlara hala yer yer çok yaygın olarak rastlanmaktadır. Bunlar ekonomik düzeyimizin hızla yükselmesine ve işçi sınıfının serbestçe örgütlenmesine engel oluyorlar. Bu alanda yolumuzun düzeltilmesi işçi sınıfı için hayati bir önem taşır. Geçmişin tutsağı olmaktan bizi kurtarmak ve çağdaş ihtiyaçlarla uyuşmayan yönetim kurumlarını silip süpürme işini Cumhuriyet Partisi yerine getirmiş bulunuyor. Sınıf durumu gereği bu parti bu tür uygulamada tereddüt etmeye, ileri gitmeye zorunlu kalmadıkça köklü tedbirler almamaya yatkındır. Bu tereddütleri gidermek, Cumhuriyet hükümetini ileri atılmaya teşvik etmek ve zorlamak bulunduğumuz dönemde işçi sınıfının ihmal edilemeyecek bir görevidir.

Örneğin son zamanlarda Millet Meclisi Hilafeti kaldırdı. Osmanlı Hanedanı’nı ülkeden kovdu ve dini devlet işlerinden ayırdı. Bunlar devrim açısından güzelliği takdir edilemeyecek denli önemli ve olumlu tedbirlerdir. Fakat ne yazık ki ülkemizde henüz siyaset üzerinde etkili olacak güçte bir işçi ve devrimci parti olmadığı için halkçılar bu girişimlerinde yalnız karşı devrimciler ve tutucularla karşılaştılar. Kararsızlıkları gereği karşılarındakilerin hücumlarından korunmak için taviz verdiler. Bu geniş devrime “Hilafet, millet ve Cumhuriyet mefhumunda mündemiçtir” gibi yarın karşı devrimcilerin kötüye kullanabilecekleri örtülü bir biçim verdiler. Eğer sözlerini duyurabilecek durumda bir devrimci kuruluş olsaydı, muhakkak mücadele eder, kuvvetli basar, bu uzlaşıcılığın önüne geçer, anlamı açık formüller kabul ettirirdi.

Bugün Cumhuriyet Partisi’ne muhalefet edenler, yabancı sermaye ile olan ilgi ve ilişkileri -yani sınıf çıkarlarının- yöneltmesiyle, devrimin yıktığı bütün kuruluşlara, Hilafet ve saltanata ve karşı devrim programının bütün isteklerine taraftar olmak zorunda kalmışlardır. Bu yüzden, geçmişin zulüm ve facialarına tekrar dönmeye karşı olan işçi sınıfı -yarın iki partinin birleşeceğini bilmekle birlikte- tutucuların her türlü saldırısına karşı Cumhuriyet’i savunmaya hazır olduğunu ilan etmelidir.

Buna karşılık çıkarlarını serbestçe savunmayı mümkün kılacak yasalar yapmasını Cumhuriyet’ten beklemek işçinin hakkıdır. Ekonomimiz üzerinde etkili olmayı başarıncaya kadar, daha uzun süre, Halk Fırkası yabancı sermayeye karşı sınırlı bir “himayeci” siyaset takip etme gereği duyacaktır. Bu süre içinde eğer işçi dayanışma içinde bir kitle halinde kendisini göstermeyi başarırsa, resmi makamlar iş hakkını korur gibi görünmek zorunda kalacaktır.

Bu geçici şartlardan yararlanarak, bir an önce Meclis'e mükemmel bir iş kanunu kabul ettirmenin yolunu bulmalıdır. Bu kanun kapitalizmle yönetilen medeni ülkelerde, işçinin elde ettiği bütün hakları, Türk işçilerine de vermelidir. İşçi örgütleri önümüzdeki bir Mayısı fırsat bilip harekete geçmeli, iş kanunu yapılırken, İzmir İktisat Kongresi'nde kabul edilen esaslardan sapılmasına tahammül edilmeyeceğini, yapılacak toplantılar ve alınacak kararlarla ilgili makamlara bildirmelidir. Ancak işçilerin baskısıyladır ki iş kanunu, göz boyamak kabilinden, dayanağı olmayan bir belge olmaktan kurtulacaktır. Önümüzdeki yıl içinde herhalde bir iş kanunu yapılacaktır. Bütün mesele bunun tam olarak iş hakkını koruyacak maddeleri içermesindedir. İktisat Kongresine kabul ettirilen tasarı bunların en can alacak konularla ilgili olanlarını toplamıştır. Bunun üzerinde işlenmesi hususunda şiddetle ısrar etmek gerekir.

O halde Türk işçisinin bu yılki bir mayısta sunacağı dilekler iki maddede özetlenebilir:

1- İşçi lehinde ciddi bir iş kanunu.

2- Cemiyetler Kanunu’na sendikalarla sendika birliklerinin serbestçe kurulabileceğine dair bir maddenin eklenmesi.

Bir mayıs günü ülkenin her yanında işçi arkadaşlar bu basit dileklerini, gür sesiyle hükümete işittirmeli ve istekleri gerçekleşinceye değin, her fırsatta birleşik hareket etmeye ahtetmelidirler.

AYDINLIK, Sayı 21, Mayıs 1924

(Şefik Hüsnü, Yaşamı-Yazıları-Yoldaşları, Sosyalist Yayınları, Ocak 1994, s.145-51)