Doğu Sorunu üzerine tartışma

Soru şudur: 1921 yılı ortalarında hakkında bu denli isabetli değerlendirmeler yapabildiği Kemalist hareket hakkında, aynı Şefik Hüsnü nasıl oluyor da yalnızca bir yıl sonra en akıl almaz hayallere kapılabiliyor, ona en olmadık misyonlar atfedebiliyor? Soruya yanıt ararken muhakkak ki Komünist Enternasyonal’in merkezinde duran Karl Radek’in (ve öteki Bolşevik liderlerin) değerlendirmelerini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bu, tarihsel gerçeğe saygının bir gereğidir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 22 Kasım 2020
  • 16:05
 

Komintern ve TKP

(Karl Radek’in yazılarına sunuş)

 

1920 yazında toplanan Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi, bir dizi temel önemde konunun yanısıra, ulusal sorun ve sömürgeler sorunu üzerine de geniş ve hararetli tartışmalara sahne oldu. İzlenecek çizginin ilkesel esaslarını ve taktik çerçevesini belirlemekle görevlendirilen komisyonun hazırladığı rapora bir sunuş olarak, Lenin kongrenin 26 Temmuz tarihli oturumunda, sıkça atıflara konu olan çok önemli bir konuşma yaptı.

Konuşmasında hazırladıkları tezlerin temel hareket noktalarını özetledi. Bunlardan üçüncüsü, “geri kalmış ülkelerdeki burjuva demokratik hareket”ler sorunuydu. Lenin, komisyonun geri kalmış ülkelerdeki burjuva demokratik hareketler arasında ayrım yapmanın önemi üzerinde özellikle durduğunu ve bundan hareketle, “burjuva demokratik” terimi yerine “devrimci ulusal” terimini kullanmayı tercih ettiğini bildiriyor, sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Bu terim değişikliğinin anlamı şudur ki, biz, sömürge ülkelerin burjuva kurtuluş hareketlerini, ancak bu hareketler gerçekten devrimci oldukları takdirde, bu hareketlerin temsilcilerinin o ülkelerdeki köylülüğü ve sömürülen geniş kitleleri, devrimci bir ruhla örgütlendirmemize engel olmadıkları takdirde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz.”

Yazık ki Komünist Enternasyonal’in bu temel önemde yaklaşımı, kongreyi izleyen yıl içinde, daha aradan altı ay ancak geçmişken, Türkiye’deki (ve İran’daki) olaylar tarafından boşa çıkarıldı. Türkiye’de sürmekte olan Millî Mücadeleye önderlik eden Kemalist hareket, henüz kurulmuş komünist partisinin “köylülüğü ve sömürülen geniş kitleleri, devrimci bir ruhla” eğitip örgütlemesine katlanmak bir yana, daha ilk adımda, önderliğini alçakça ve canice bir komplo ile imha etti.

Fakat İkinci Kongre’de açık biçimde tanımlanmış ve önemi çok özel biçimde vurgulanmış çizgiye rağmen, Sovyet Hükümeti ve Komünist Enternasyonal Kemalistleri desteklemeyi sürdürdü. Tartışmasını daha sonraya bırakıyor ama şu kadarını şimdiden söylüyoruz: Desteklemeyi sürdürmeliydi de... Zira dünya devrimci hareketinin o tarihi durumdaki genel çıkarları bunu gerektirmekteydi. Yanlış olan bu değil fakat yeni deneyimin ışığında yeni bir değerlendirmenin açıkça ortaya konulmamasıydı. Bu durumdaki ülkelerin komünist partilerinin bunun gerektirdiği bir yeni ideolojik, taktik ve örgütsel perspektifle donatılamamasıydı. Böylece bunun, bu türden partilerin şekillenmesini ve gelişimini daha baştan kaçınılmaz biçimde sakatlamasıydı.

Türkiye’deki ve İran’daki trajik deneyimlere rağmen, Doğu Sorunu izleyen yıl içinde toplanan Üçüncü Kongre’de gündeme bile alınmadı. Üstelik Doğu’lu delegelerin tüm protestolarına rağmen. Üçüncü Kongre, üyesi olan bir partinin lider kadrosunun hunharca katledilmesini görmezlikten gelebildi (TKP delegesinin kısa konuşmasındaki atıf dışında konuya tek kelime olsun değinilmedi bile).

Doğu Sorunu ancak 1922 yılı sonunda toplanan Dördüncü Kongre’de yeniden ele alınabildi. Radek’in burada sunmakta olduğumuz konuşması, bu ele alınışın çerçevesini temel çizgileriyle vermektedir. Dosdoğru Türkiye’deki milli mücadeleyi ele aldığı, yanısıra Türkiyeli delegelerin raporlarına ve konuşmalarına özel yanıtlar içerdiği için bu konuşma özellikle önemlidir.

Radek konuşmasına “Doğu’daki hareketlere karşı tavrımız meselesinde 2. Kongre’den bu yana aldığımız yolu gözden geçirmek zorundayız” sözleriyle başlıyor. Ama İkinci Kongre’nin yukarıda Lenin’den aktardığımız yaklaşım ve politikasının akıbeti üzerine tüm konuşması boyunca tek kelime olsun etmiyor. Açık ve yürekli bir özeleştiri, dolayısıyla yeniden değerlendirme yerine, hamaseti tercih ediyor. Türkiyeli komünistlere seslenerek Kemalist hareketi desteklemeye devam edin çağrısı yapıyor ve ekliyor: “Türkiye’nin yeni yeni billurlaşan devrimci unsurlarıyla daha uzun bir süre birlikte yürümek zorunda olduğunuzu da bilin.”

Peki ama daha baştan ve her fırsatta, komünistleri ezmeye ve etkisizleştirmeye çalışan amansız bir burjuva hareketle, üstelik “daha uzun bir süre”, bu “birlikte yürümek” nasıl, ne biçimde ve ne zeminde olanaklı olabilecektir? Radek yüksek perdeli konuşmasında bu türden sıradan soruları yanıtlama yoluna gitmiyor. “Size saldıranlara karşı kendinizi savunun, kılıca kılıç çekin” demekle yetiniyor. Yazık ki bu bir yol gösterme, bir açık ve somut taktik çizgi önerisi değil, fakat yalnızca güzel ve süslü bir söz dizimi, yani edebiyat!..

Komünist Enternasyonal bir “dünya partisi” ve TKP de onun bir “şube”siydi. Şube’nin gerek Kemalizm ve gerekse özellikle Kürt sorunundaki yapısal zaaflarını merkezi parti’den ayrı düşünmek olanağı yoktur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından açılan Komintern ve TKP arşivleri bunu bize tüm açıklığı ile ayrıca göstermektedir.

Karl Radek’in Cemal Paşa’nın öldürülmesine ilişkin makalesini de bu kapsamda yayınlıyoruz ve şu değerlendirmesine özellikle dikkat çekmek istiyoruz: “Türkiye’de savaş bir gün mutlaka sona erecektir. Ama Türkiye, savaşın yıkımını ancak köylülüğün çıkarları ülkenin egemen çıkarına dönüştüğü zaman alt edebilecektir. Bunu, İstanbul saraylarının fareleri anlayamaz. Ama konumunu kaybetmiş Türk subaylarının ve aydınların en iyi unsurları artık anlıyor: Eski Türkiye öldü. Yeni Türkiye ise ya halkın Türkiye’si olur ya da asla gençleşmez.”

Köylülüğün çıkarlarının ülkenin egemen çıkarlarına dönüşmesi, bir köylü-toprak devrimi, dolayısıyla burjuva demokratik devriminin tüm sonuçlarına vardırılması, böylece toplumsal devrimin eşiğine varılması demektir. O günlerde Komünist Enternasyonal’in Zinovyev’den sonraki ikinci önemli yöneticisi olan Radek, “İstanbul saraylarının fareleri” anlamıyor olsa da “konumunu kaybetmiş Türk subaylarının ve aydınların en iyi unsurları” bunu artık anlıyor diyor.

“Konumunu kaybetmiş Türk subaylarının ve aydınların en iyi unsurları”!..  Yani Kemalistler!

İstanbul Komünist Grubu (İKG) lideri Şefik Hüsnü, 1921 Mayıs’ında, Komünist Enternasyonal Üçüncü Kongresi’nin hemen öncesinde ve kongreye sunulmak üzere, bir rapor kaleme aldı. 31 Mayıs tarihli Rapor’un 7. Maddesinde söze şöyle başlanıyor:

“7. Taşıdığı hesaplanamaz sonuçlar ve bunun işçilerin ve köylülerin hayatına yansımaları nedeniyle, İKG, tam da Anadolu’daki milliyetçi hareketin hedefleri ve yöneticilerinin zihniyeti üzerinde yoğunlaşmanın doğu komünizmi açısından yaşamsal bir önemde olduğunu kabul etmektedir. Basındaki, özel olarak da l’Humanite’deki yayınlarımıza rağmen, bu sorun henüz yeterince aydınlığa kavuşturulmamıştır. Nitekim Grup, burada bir kez daha bu konuyu ele almayı ve bu hareketin aşikâr burjuva karakteri üzerinde durmayı görev bilmektedir. Kimi zamanları acılı 18 aylık bir deneyimden sonra, gerek Türkiye’de, gerek Rusya’da ve hatta kıtamızın diğer ülkelerinde, milliyetçi yöneticilerin proletarya diktatörlüğüne ve Sovyet cumhuriyetine karşı iğrenme ve antipati duyduğu konusunda en küçük bir tereddüt taşıyan bir komünist kalmış olamaz.”

Devamında daha da dikkate değer düşünceler var, ama şimdiki amacımız için bu kadarı yeterli. Soru şudur: 1921 yılı ortalarında hakkında bu denli isabetli değerlendirmeler yapabildiği Kemalist hareket hakkında, aynı Şefik Hüsnü nasıl oluyor da yalnızca bir yıl sonra en akıl almaz hayallere kapılabiliyor, ona en olmadık misyonlar atfedebiliyor? Soruya yanıt ararken muhakkak ki Komünist Enternasyonal’in merkezinde duran Karl Radek’in (ve öteki Bolşevik liderlerin) yukarıdaki türden değerlendirmelerini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bu, tarihsel gerçeğe saygının bir gereğidir.

Kızıl Bayrak

 

(Komünist Enternasyonal IV. Kongresi, Kasım-Aralık 1922)

Yoldaşlar, Doğu’daki hareketlere karşı tavrımız meselesinde 2. Kongre’den bu yana aldığımız yolu gözden geçirmek zorundayız. Hatırlarsanız, Komünist Enternasyonalin 2. Kongre’sinde Doğu’daki hareketin büyük devrimci önem taşıdığı ve Komünist Enternasyonalin bu hareketi desteklemek zorunda olduğu tezini ortaya attığımızda bu tavır sadece bu talimattan niçin korkması gerektiğini bilen kapitalist dünyada değil, aynı zamanda İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonal partileri arasında da şaşkınlık yaratmıştı. Bunu görmek için Crispien ve Hilferding’in Halle’de, bizim Hive mollalarına herhangi bir sanayi proletaryasından, bağımsız Alman sosyal demokrasisinin partisi gibi bir partiden bile daha fazla önem verdiğimizi anlatıp durduklarını hatırlamak yeter.

Yoldaşlar, tarih bizim ne kadar haklı, Hive mollalarından Batı Avrupalılara özgü kendini beğenmişlik içinde söz eden bu bayların ise ne kadar haksız olduğunu göstermiştir. Bakû’deki Şark Kurultayı’ndan sonra “Türklerle” ittifak kurduğumuz için bazılarının bize nasıl sövüp saydığını hatırlarsınız. Peki ya pratik, ya tarih ne göstermiştir? Hilferding’in bütün protestolarına karşın Versay Antlaşması varlığını hâlâ sürdürüyor ve Hilferdingler İtilaf Devletleri’ne uşaklık etmek üzere hükümete katılmaya hazırdırlar. Hilferdingler tarihin, elinden yakınmadan başka bir şey gelmeyen zavallı yaratıklarıdır.

Türkiye’deki devrimci hareket ise, desteklemeye söz verdiğimiz Türkiye halk kitlelerinin mücadelesi ise, Sevr Anlaşması’nı yırtıp attı. İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonal’in kapitalizm karşısında tümüyle bir hiç olmasına karşılık Türkiye’nin bu mücadelesi, Batı Avrupa’nın dengesini baştan ayağa sarstı. Ve böylece Doğu’daki bu hareketlerin devrimci hareketler mi olduğu, bunların kapitalizmin gücünü sarsma açısından gerçekten büyük önem mi taşıdığı, yoksa Sovyet Rusya’nın Komünist Enternasyonal’i de kattığı bir dış siyaset oyunu mu oldukları sorusu yanıtlanmış oldu.

Doğu sorununun önemi artık körler için bile böylesine parlak bir biçimde açıklığa kavuştuktan sonra bu baylar, bu kez yeni bir hava tutturdular. Bu kez koroya başlama işaretini veren kişi, 2. Kongremizin başkanlarından biri olan, komünistliği tükenmiş Paul Levi’dir. Artık Doğu halklarının ve Doğu devriminin önemsiz olduğu söylenmiyor. Şimdi söylenen şu: Bak işte, Kemal Paşa’nın zaferi Poincaré’nin bir zaferidir. Ve Sovyet Rusya, Kemal Paşa’yı desteklemekle Poincaré’yi desteklemiş oldu. Ve Paul Levi şöyle diyor: Demek bu hallere de düşecektik!

Levi’nin bu çıkışı, bizzat kendisinin ne hallere düştüğünü, ayrıca uluslararası sosyal demokrasinin de nasıl iyiden iyiye çürüdüğünü, Almanya’nın iç siyaseti hakkında yazmış olduğu bütün makalelerden çok daha iyi bir biçimde ortaya koymaktadır. Sosyal demokrasi, dünyayı etkileyen her büyük tarihî gelişmede çeşitli güçlerin rolü olduğunu, uluslararası emperyalizmin birbiriyle çekişme halindeki çeşitli kliklerinin de Doğu halklarının devrimci mücadelesini sömürdüğünü, kullandığını ama bunun ne bu devrimci mücadelenin niteliğini değiştireceğini, ne de dünya proletaryasının omuzundan Doğu’daki devrimci eğilimleri destekleme yükümlülüğünü kaldıracağını anlamıyor. Zaten tam da bu nedenle, yani kapitalist güçler Doğu halklarını kapitalizmin aleti haline getirmek istedikleri içindir ki uluslararası işçi sınıfı elinden geleni yapmak ve Doğu halklarının dünya kapitalizmine karşı Avrupa ve dünya işçi hareketiyle birleşmesi için onlara yardım etmek zorundadır. İşte İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonalin zavallı bezirgânlarının bir türlü anlayamadıkları da budur.

Bay Levi ve benzerleri bugün, “Evet, Türkiye’nin zaferi Fransa’nın zaferidir” demekle iki hafta erken kehanette bulunmuş oldular.

Çünkü Lozan Konferansı, uyanmakta olan Doğu’nun karşısına dünya kapitalizminin birleşik cephesinin nasıl dikileceğini açıkça gösterecektir. Fransa, Doğu’da, Almanya’nın savaştan önceki rolünü oynamak istiyor. Fransa, İngiltere’nin karşısına oldukça büyük bir Türk bölgesi çıkarmak istiyor; ama bunu, bu Türk bölgesine bağımsızlık vermek için değil, tam tersine bu bölgeyi Fransız yayılmacılığının bir aracı haline getirmek için istiyor. İşte bu yüzden Fransız hükümeti, Türkiye’ye Yunanistan’ı yenmesi için yardım ettikten sonra onu terk edecektir. Fransa, kapitülasyonlar sorununda olsun, Türkiye’nin malî denetim altına sokulması sorununda olsun, İngiliz emperyalizmiyle aynı tutumu alacaktır. O zaman kimin haklı olduğu ortaya çıkacaktır. Bütün bu karmaşıklığa rağmen özünde devrimci bir hareket olduğu için Doğu’daki hareketin desteklenmesi gerektiğini savunan devrimci güçler, Komünist Enternasyonal, Sovyet Rusya mı haklıdır; yoksa korkudan şaşırıp önünü arkasını göremeyenler mi?

Yoldaşlar, şimdi burada hem Türkiye delegelerinin hem de Türkiyeli yoldaşların raporlarında yer alan ikinci soruna değinmek istiyorum. Bizim tezimiz şuydu: Sömürülen Doğu, uluslararası sermayeye karşı kendini savunmalıdır ve savunacaktır. İşte sömürülen Doğu’yu desteklememizin nedeni de budur. Gel gelelim Doğu halklarının başında, bırakın komünistleri, büyük bir çoğunlukla burjuva devrimcileri bile bulunmuyor. Bugün hâlâ Doğu halklarının başında bulunanlar, can çekişmekte olan feodal kliklerin bu ülkelerdeki subay tabakasını ve bürokrasiyi oluşturan temsilcileridir. Demek ki, Doğu halklarını desteklememizle birlikte, ortaya bu yönetici unsurlarla ilişkimizin ne olacağı sorunu da çıkmaktadır. Bu sorun, Türkiye’deki komünistlerin kovuşturulmasıyla ve Çin’de Vu Peyfu’nun grevcilere karşı geçtiğimiz haftalarda yürüttüğü mücadeleyle pratikte ortaya çıktı bile. Biz komünistler bu sorunlarla ilgili tutumumuzu her türlü diplomasiden uzak, berrak bir biçimde açıklayabiliriz. Uyanan Doğu’yu destekleyeceğimiz konusunda söz verdiğimiz zaman Doğu’da meydana gelecek sınıf mücadelelerini bir an için bile olsun unutmadık. Marx, 1847 yılında “Komünist Manifesto”da Alman işçilerini devrimci tavır aldığı sürece burjuvaziyi desteklemeye çağırmakla kalmamış, Polonya’daki devrimci unsurları da Polonyalı büyük toprak sahipleriyle soyluluğun köylü sorununda devrimci bir tutum takınan kesimini desteklemeye çağırmıştı. Bu ne demektir? Marx, burjuvazinin burjuvazi, Polonyalı soylunun da Polonya soylusu kalacağını çok iyi biliyordu. Genç işçi hareketinin kendine yabancı ve düşman olan bu sınıflara karşı bir sınıf mücadelesi vermek zorunda kalacağını da çok iyi biliyordu. Ama Marx, o tarihî anda, bu sınıfların işçi sınıfı tarafından desteklenmesinin, hem de var olan sınıf çelişmelerine rağmen desteklenmesinin, doğrudan doğruya bu sınıf mücadelesinin çıkarları açısından, onun gelecekteki gelişmesinin çıkarları açısından yararlı olacağını kavramıştı. Yoldaşlar, Türkiye’de komünistlerin kovuşturulması daha yeni yeni gelişmeye başlayan sınıf mücadelesinin parçasıdır. Bu sınıf mücadelesi sadece işçi sınıfı, genç burjuvazi ve bürokrasi arasında değil, aynı zamanda egemen kesimlerin kendi içinde de gelişmektedir.

Komünistlerin kovuşturulmasından öncelikle İçişleri Bakanı Rauf Bey [Orbay] ile Refet [Bele] Paşa’nın sorumlu oldukları bir sır değildir. Her ikisi de İtilaf Devletleriyle uzlaşmadan yanadırlar, Padişah’a ise karşıdırlar. Padişah’ın devrilmesinin Türkiye’de bir mücadeleye yol açtığı da bir sır değildir ve sorun şimdi şudur: Hâkim sınıflar içindeki devrimci unsurlar gericilere boyun eğecek mi eğmeyecek mi? Boyun eğerlerse Kemal Paşa’nın rolü bitmiş demektir; o zaman Türkiye üzerinde yeni bir bezirgânlık başlayacak ve Türkiye halkı bahşiş karşılığında satılacaktır. Boyun eğmezlerse, o zaman yobazların saldırısına, gerici paşaların saldırısına, yoz unsurların saldırısına kitle direnişiyle karşı koymayı denemek zorunda kalacaklardır. Hangi tarafın kazanacağını bilmiyoruz. Ama Türkiyeli komünistlere şu öğüdü verdiğimiz için bir an bile pişman değiliz: Parti olarak örgütlendikten sonra ilk göreviniz Türkiye’deki millî kurtuluş hareketini desteklemek olmalıdır. Burada söz konusu olan Türkiye halkının geleceğidir, Türkiye halkı, yolundaki engelleri ortadan kaldıracak mı, yoksa dünya sermayesinin kölesi mi olacak sorusudur. Paşalar Türkiye halkını satarlarsa, kapitülasyonların, malî denetimin vb. tüm yükü Türkiye köylüsüne yüklenirse, Türkiye köylüsü kendi çıkarları için mücadele etmiş olanların komünistler ve genç işçi sınıfı olduğunu anlayacak, Komünist Partisi etrafında toplanacaktır. Ve kovuşturulduktan şu anda dahi biz Türk komünistlerine şöyle sesleniyoruz: Bu ana bakarak yakın geleceği unutmayın! Türkiye’nin büyük uluslararası devrimci önem taşıyan bağımsızlığını savunma görevi henüz sona ermiş değildir. Size saldıranlara karşı kendinizi savunun, kılıca kılıç çekin, ama tarihsel olarak henüz kurtuluş mücadelesine sıra gelmediğini, Türkiye’nin yeni yeni billurlaşan devrimci unsurlarıyla daha uzun bir süre birlikte yürümek zorunda olduğunuzu da bilin.

Gelelim Çin’deki duruma! Olayların nasıl geliştiğini hatırlayın yoldaşlar! Vu Peyfu, Çan Zolin’e karşı mücadeleye giriştiğinde arkasında Yangse hattıyla cephanelikleri vardı, ama Japonlar tarafından satın alınmış insanların elindeki Kuzey demiryollarına hâkim değildi. Bunun üzerine Vu Peyfu ne yaptı? Vu Peyfu, Çin’deki genç komünist partisinden yardım istedi, parti de ona devrimci mücadele veren birlikleri için, mücadele boyunca demiryollarını tutan komiserler yolladı. Çin’de Japon emperyalizmine karşı mücadele eden bir kimse, Çin’in devrimci gelişmesi için mücadele ediyor demektir. Komünistler bu gerçeği kavrayarak işçi sınıfı içinde bağımsızlık duygularını güçlendirdiler. Daha sonra işçiler, taleplerini Vu Peyfu’ya bildirdiler ve bunların bir bölümünü de kabul ettirdiler. Bu destek sayesinde devrimci burjuva güçlerin tarihî görevlerini yerine getirmeleriyle birlikte yoldaşlarımız Kuzey Çin’in işçi kitleleri arasında tutunmayı başardı. İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonaller bize ikide bir “Ahmaklar, görmüyor musunuz, Enver Paşalar, Vu Peyfular size tekrar tekrar ihanet ediyor!” dediklerinde, biz onlara şu cevabı veririz: İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonalin saygıdeğer bayları, küçük burjuvazi var olduğu sürece -ki siz de onlardansınız- sermaye ve işçi sınıfı arasında yalpalayıp duracaktır. Kendine sosyalist diyen sizler de işçi sınıfına binlerce kez ihanet ettiniz, ama biz buna rağmen her ihanetinizden sonra yeniden size geliyor, sizi, o var gücünüzle karşı çıktığınız birleşik cepheye kazanmaya çalışıyoruz. Tarihin cilvesine bakın ki siz bu cepheye katılmak zorunda kalacaksınız. İsteseniz de istemeseniz de, bize ihanet etseniz de, bir kez daha bizimle birlikte yürüyecek ve davamıza hizmet edeceksiniz.

Almanya’daki olayları hatırlayın! Lüttwitze’yi iktidara getiren Alman sosyal demokrasisi, Kapp darbesi sırasında komünist işçilerle omuz omuza mücadele etmek zorunda kalmadı mı? Gerçi daha sonra onlara yeniden ihanet etti, ama zorunlu olarak bizimle birlikte yürüttüğü bu mücadele, yine de işçi sınıfına bir hizmetti; çünkü bir Kapp hükümetinin şimdikinden daha kötü bir hükümet olacağı açıktır. Doğu’da ise ihanetler ve yalpalamalar çok daha fazla olanaklıdır. Çünkü buralarda hükümetlerin başını çeken, küçük burjuvazi bile değil, can çekişmekte olan feodal bir kesimdir. Bu kesim kendini binlerce kez malî sermayenin şu ya da bu kesimine satmaya çalışacak, binlerce kez ülkenin devrimci çıkarlarına ihanet etme yolları arayacaktır. Ama tarihin garip cilvesi: O da mücadeleye mecburdur. Mücadele etmek zorundadır; çünkü emperyalizmle sonsuza kadar uzlaşması olası değildir. Tabii paşalar, kendilerine iyi bir hayat sağlamak için uzlaşabilirler, ama yarın bu uzlaşmanın bedelini ödemek için Anadolu köylüsünü soyup soğana çevirdiklerinde tarihin Türk köylüsünü boşuna 12 yıl savaştırmadığını göreceklerdir. Bugünün köylüsü artık savaştan önceki köylü değildir! Sosyal devrimcilerin Sovyet Rusya’dan hiç de dostça söz etmeyen yayın organlarından biri, İstanbul kaynaklı bir haber bastı. Haberde Kemal Paşa’nın zaferlerinin etkisi anlatılıyor ve şöyle deniyor: On binlerce, yüz binlerce insanın bir araya geldiği sokaklarda iki haykırış yankılanıyordu: “Yaşasın Kemal Paşa! Yaşasın Sovyet Rusya!” Kitleler, kendilerine Fransızların da yardım ettiğini pekâlâ biliyordu, ama Fransa için hiçbir ses yükselmedi; çünkü kitleler, Fransa’nın diplomatik nedenlerle kâh Türkiye’den yana, kâh Türkiye’ye karşı bir siyaset izlediğini, oysa Sovyet Rusya’nın Çarlık ile Türkiye arasında yüz yıldır süren mücadeleye rağmen, emperyalist Çarlık siyasetini terk ederek Türkiye halkıyla kardeşçe bir ilişki kurmak istediğini içgüdüleriyle kavramışlardı. İşte bu gerçek, Türkiye halkının bilincinde derinlemesine yer etmiştir ve onu zafer yoluna götürecektir.

İşte bu nedenle sadece Sovyet Rusya açısından değil, Komünist Enternasyonal açısından da şöyle diyoruz: Bizi korkutmaya kalkmayın! Biz kartlarımızı şu ya da bu kliğin geçici siyasetine değil, Batı Avrupa’nın işçi sınıfını dünya sermayesine karşı Doğu’nun uyanan kitleleriyle birleştiren büyük tarihsel akıma oynuyoruz!

Yoldaşlar! Şimdi de raporlar hakkında birkaç söz söylemek ve Doğu’daki partilerimizin durumu ve çalışmalarıyla ilgili olarak burada anlatılanların üzerinde durmak istiyorum.

Sözlerime başlarken her zaman olduğu gibi şunu vurgulayacağım: Yoldaşlar, dünyayı tozpembe görmeyin, güçlerinizi abartmayın. Çinli yoldaşımız kalkıp “Tüm Çin’de sağlam kökler saldık” dediğinde ona şu yanıtı vermek zorundayım: Saygıdeğer yoldaş! İnsanın bir işe başlarken kendini o işi yürütecek kadar güçlü hissetmesi iyi bir şeydir. Ama olguları olduğu gibi görmek zorundayız. Çin partimiz, Çin’in iki bölgesinde birbirinden nispeten bağımsız biçimde gelişmektedir. Kanton’da ve Şanghay’da çalışan yoldaşlarımız işçi kitleleriyle birleşmede yaya kaldılar. Bir yıl boyunca onlarla boğuşmak zorunda kaldık; çünkü pek çoğunun düşüncesi şuydu: İyi bir komünist, nasıl olur da grev gibi basit olaylara karışabilir. Oradaki yoldaşlarımızın pek çoğu odalarına kapanarak, tıpkı bir zamanlar Konfüçyüs’ü inceledikleri gibi, şimdi de Marx’ı ve Engels’i incelediler. Daha birkaç ay öncesine kadar durum buydu. Güney Çin’de Sun Yat-sen’in düşmesiyle zaten bir darbe yemiş olan devrim davası, nasıl olur da birden bire etkili bir güç olarak karşımıza çıkabilir? Partinizin esasen zayıf olduğu ve sadece demiryolu işçilerine dayandığı kuzeyde, nasıl olur da büyük bir güç olabilirsiniz? Thalheimer yoldaş, Lenin’in şu sözlerini aktarmıştı: “Zaferden önce zaferle övünmeyin.” Bu, çok iyi bir sözdür ve eski Çin bilgelerinin sözleri gibi öğrenilmeye ve kavranılmaya değer.

Çinli yoldaşların önündeki ilk görev, Çin hareketinin olanaklarını tartmaktır. Yoldaşlar, bugün Çin’de gündemde olan ne sosyalizmin ilanıdır ne de Sovyet Cumhuriyetlerinin... Bunu anlamalısınız. Ne yazık ki, Çin’de bugün millî birlik ve millî cumhuriyet sorunu bile henüz tarihsel olarak gündeme gelmiş değildir. Çin’de yaşananlar bize 18. yüzyıl Avrupası’nı, Almanyası’m hatırlatıyor. Bu çağda kapitalizm henüz o kadar zayıftı ki tek bir birleşik millî merkez oluşturamamıştı. “Dutsunlar, askerî valiler” dediğinizde, “Sun Yat-sen buraya, Vu Peyfu oraya” diye bağırdığınızda, bu ne anlama gelir? Bunun anlamı kapitalizmin birden fazla merkez etrafında gelişmeye başladığıdır. 300 milyon nüfuslu bir halk; demiryolları yok; bu durumda başka ne beklenebilirdi ki? Ve sizin genç komünist inancınızın tüm ateşiyle savunmanız gereken geniş ufkumuza rağmen, bugünkü görevimiz, işçi sınıfı içinde oluşmakta olan somut güçleri şu iki amaç etrafında birleştirmek olmalıdır: 1. Genç işçi sınıfını örgütlemek, 2. Avrupa ve Asya emperyalizmine karşı mücadeleyi örgütlemek için burjuvazi içindeki nesnel devrimci unsurlarla bu sınıf arasında akıllıca bir ilişki kurmak. Bu görevleri kavramaya daha yeni yeni başlıyoruz. Ve bu nedenle, yoldaşlar, güçlenebilmemiz için orada somut bir eylem programı yaratmamız gerektiğini unutmamalıyız. Ve nasıl Komünist Enternasyonal Batı’nın komünist partilerine: “Kitlelere!” diye sesleniyorsa size de söyleyeceğimiz ilk şey budur: “Konfüçyüs’e yaraşır ilim yuvalarınızdan dışarı, kitlelerin içine!” Sadece işçi kitlelerinin içine değil, aynı zamanda bütün bu olaylarla sarsılan köylü kitlelerinin de içine!

Japonya ve Hindistan’a geçiyorum. Her iki ülkede de güçlerin konumu birbirine benzemektedir. Hem Japonya’da hem de Hindistan’da artık güçlü bir işçi sınıfı vardır; her iki ülkeyi de büyük bir toplumsal bunalım kasıp kavurmaktadır, burjuvazinin ve toprak aristokrasisinin çeşitli kesimleri birbirleriyle iktidar mücadelesi içindedir ve her iki ülkede de henüz bir komünist kitle hareketi olmamıştır. Bunlar olgulardır. Katamaya yoldaşın derlediği Japonya’da durum konulu bildirileri, Komünist Enternasyonal dergisinin son sayısında çıktı. Bu bildirilere bir göz atalım. Çok ilginçler. Çeşitli işçi grupları tarafından legal olarak yayınlanan bu bildirilerinde Tolstoyculuktan sendikalizme, komünizmden en basit sosyal reformculuğa kadar her çeşit renk ve konu bulabilirsiniz. Sadece, bu cümbüşte en cılız sesin komünizmin sesi olduğunu da belirtmek zorundayım.

Niçin? Bugüne değin Japon işçilerinin ruh hali konusunda hiçbir şey bilmiyorduk. Japon işçileri bugün, İngiliz Chartistlerinkine benzer bir dönemden geçmektedirler. Ayrıca onların önündeki somut görevlerle kendi aramızda bir köprü kurmayı da beceremedik. Bu görev, işçi sınıfını Japonya’da önce demokrasiyi kurmak için sınıf mücadelesine girecek bir güç olarak örgütleme görevidir. Bence Japonya’daki gelişme İngiltere’dekinin basit bir tekrarı olmayacaktır.

Aradan tam yüz yıl geçmiştir ve Japonya’daki gelişmenin çok daha hızlı olacağı açıktır. Tüm tarih daha yoğunlaşmış olarak yaşanacak, bunun sonucunda da, bugün Japonya’da gündemde bulunan bu burjuva devriminde bile Sovyetler, iktidar organları olarak değil de işçi sınıfını birleştiren organlar olarak ortaya çıkacaktır. Ama şimdi bize sendikalar kurmak ve işçi sınıfının önündeki görevleri somutlayacak aklı başında bir program hazırlamak düşüyor. Bugün önde gelen görev, işçi sınıfını örgütlü bir kitle olarak mücadeleye sevk etmektir.

Hindistan’da bir düşünce merkezimiz var. Doğrusu Roy yoldaşın geçen yıl başardığı işin çok büyük bir iş olduğunu burada belirtmek zorundayım. Roy yoldaş, Hindistan’ın sorunlarını Marksist açıdan incelemiş ve düşüncelerini birinci sınıf bir yapıt olan kitabında dile getirmiştir; ayrıca şimdi gazetesinde de yazıyor. Doğu’nun hiçbir komünist partisinde bağımsız zihinsel çalışmalar yapılmadı, dolayısıyla Komünist Enternasyonal bu çalışmayı var gücüyle desteklemelidir. Ama Hindistan’daki büyük sendika hareketinin yanında, grevlerin bu parlayışının yanında biz devede kulak kalıyoruz. İngiliz işgali altında onların bize tanımak zorunda kaldığı haklardan yaralanmasını bilemedik. Roy yoldaşın kabul edilmesi, orada legal olanakların varlığını göstermektedir. Pratik bir işçi partisi olarak ilk adımları atmayı bile beceremedik. Ve bütün bunların anlamı “bir arpa boyu yol gitmişiz”dir. Eğer burada yoldaşlar kendi çalışmalarına kimsenin ilgi göstermediğinden yakınırlarsa onlara şunu söylemek isterim: Bir partiyi ilginç kılan eylemleridir. Kongre’de yirmi kez İran’daki işçilerin çokluğundan söz edilirse bunları öğrenmek için kongrelere gerek olmadığını, herhangi bir coğrafya kitabından da öğrenilebileceğini söylemek isterim.

Yoldaşlar, bu Kongrede Doğu şubemizin ve sizlerin çalışmalarınıza pratik bir nitelik kazandırabileceğimizi ve bundan sonraki kongrede artık örgütsel başarılarımızdan söz edebileceğimizi umuyorum.

Bu gerçekleşirse Enternasyonal sorununun büyük önemini sadece hissetmiş olmanın ötesinde, bu sorunun taşıdığı büyük öneme yakışır bir çalışma yapmanın da bilincini kazanacaktır.

Yoldaşlar, bugünkü dünya durumu, 2. Kongre sırasındakinden farklıdır. 2. Kongre’de Doğu’daki çizgimiz, derhal büyük devrimci ayaklanmalar yönündeydi. Gerçi bu açık seçik söylenmiyordu, ama Doğulu delegelerin hepsinde böyle bir duygu uyanmıştı. Bugünkü dünya durumu, devrimin şimdi dünyanın her yerinde bir güç toplama dönemine girmesi olgusu, Doğu ülkelerindeki durumu da etkilemiştir. Dolayısıyla, gelecekte Doğu ülkelerinde devrimci bir rol oynamak istiyorsak bugün çalışmalarımızı esas olarak örgütsel ve siyasal faaliyet üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Kuşkusuz, Doğu’daki devrimler patlak vermek için, bu ülkelerdeki yoldaşlarımızın her birinin “devrim” sözcüğünün Komünist Enternasyonal’in tezlerini okuyup ezberlemek değil de, kitle içinde devrimci pratik çalışma yapmak anlamına geldiğini kavramasını beklemeyecektir. Ve işte bugün zayıf ve örgütsüz durumda bulunduğumuz Türkiye’de olduğu gibi Doğu’da büyük olaylar gelişirse bu bizim dışımızda bir gelişme olur ve biz bu olayları devrimci açıdan etkileyemeyiz. Bu nedenle bu Kongre’nin Doğu sorunundaki sloganı şu olmalıdır: Doğu’nun çileli kitlelerine gidin, onları eğitin, Doğu’da Komünist Enternasyonalin sağlam üslerini yaratın, önümüzdeki mücadele için geniş kitleleri kavrayacak pratik çalışma yapın. Bundan sonra, işçileri etrafımızda topladıktan sonra, köylülere ve zanaatkârlara gitmeli, gelecekteki halk partisinin önderleri olmalısınız.

(Komintern Belgelerinde Türkiye, Kaynak Yayınları, s. 185-92)
[Kari Radek (Moskova), “Orientfrage. Protest gegen den Terror in Südafrika”, 20. Oturum, 23 Kasım 1922, Protokoll der Kommunistischen Internationale, 4. Weltkongress, Verlag der Kommunistischen Internationale, Hamburg, 1923, s.627-634.]