Türkiye işçi sınıfı
Türkiye’nin 11 milyonluk nüfusunun yaklaşık olarak 250 bini işçidir. Aşağı yukarı 400 bin aile olarak tahmin edilen tarım işçileri (gündelikçiler) bunun dışındadır. Gerçek anlamda sanayi işçilerinin sayısı, demiryolu işçilerini saymazsak, 60 bin kadardır. Sonuç olarak, ülkedeki her bin kişiye yirmi üç şehir işçisi ve otuz yedi tarım gündelikçisi düşmektedir ki, bu da işçilerin yaklaşık olarak yüzde 6’sıdır. Bu oran, Balkan ülkelerindeki ya da diğer tarım ülkelerindeki orandan düşük değildir.
Bazı büyük şehirler, binlerce işçinin yaşadığı gerçek sanayi merkezleridir. Örneğin İstanbul’da 70 binin üstünde, İzmir’de ise 40 binin üstünde işçi vardır.
Tarım işçileri bugün her türlü örgütlenmeden, hatta en ilkel bir örgütlenmeden bile yoksundur. Ama Türkiye işçi sınıfının bunun dışında kalan bölümü, oldukça uzun bir zamandan beri sendikal örgütlenme yoluna girmiş bulunuyor. İşçi örgütlerinin çoğu 20 yılı aşkın bir süredir varlıklarını sürdürmekte, zanaatkar derneklerinin kuruluşu ise daha da gerilere gitmektedir.
Zanaatkar derneklerinde örgütlenmiş işçilerin sayısı, 62 bin olarak tahmin edilmektedir. Böylece işçilerin yüzde 24’ü sendikalarda örgütlenmiş bulunuyor. Sendika örgütlerini dört gruba ayırmak mümkündür: Hem işçilerin hem de işverenlerin üye olabildiği zanaatkar dernekleri (26), reformcu olarak nitelenebilecek olan ve ufak tefek mesleki çıkarlardan başka bir şey savunmayan bağımsız sendikalar (18), ayrıca Profintern’e (Kızıl Sendikalar Enternasyonali) yakınlık duyan 19 sendika ve 16 devrimci sendika, yani toplam olarak 79 işçi örgütü vardır. Devrimci sendikaların kurulması, büyük ölçüde 1919 yılından sonra komünistlerin eliyle olmuştur. Reformcu sendikalarla Profintern’e yakınlık duyan sendikaların çoğu 1908’den bu yana mevcuttur.
Bütün bunlardan, Türkiye işçi sınıfının canlı bir örgütlenme süreci içinde bulunduğu ve farklılaşmanın daha şimdiden oldukça ilerlemiş olduğu sonucu çıkıyor.
İşçi sınıfı hareketinin kendiliğindenliği
Bazı yoldaşlar, Türkiye işçi sınıfı hareketini komünistlerin yarattığını söylüyorlar. Bu yoldaşlara göre, komünistlerin sağladığı itici güç olmasaydı, çoğunluğu cahil ve gelişmemiş olan işçiler, terörün etkisiyle tamamen pasifliğe sürüklenirlerdi vb.
Böylece, komünist faaliyetin önemini daha iyi vurgulayabilmek amacıyla, Türk işçi sınıfının kendiliğinden hareketi inkar edilmektedir. Bu da, Türkiye işçi sınıfı hareketinin yapay olarak politikacılar tarafından yaratılmış olduğunu söylemekten ve onun tarihini tamamen tahrif etmekten başka bir anlam taşımaz. Ne var ki, gerçekler bu iddiayı yalanlıyor.
Türkiye işçi sınıfının kültür düzeyinin düşük olduğu fakat buna karşılık sınıf içgüdüsünün çok gelişmiş olduğu su götürmez. Türkiye proletaryası, özel gelişme koşulları nedeniyle, belki sistemli bir mücadeleye girmemiştir ama, amansızca sömürülmesine karşı daima isyan etmiştir. Kapitalizmin gelişmesini adım adım izleyerek sayıca güçlenen ve deyim yerindeyse, burjuvazisiyle birlikte gelişen kapitalist ülkelerin proletaryası, zamanla büyük bir tecrübe kazanma olanağı buldu. Oysa Türkiye’de yerli burjuvazi, önceleri yabancı sermayenin dümen suyunda, daha sonraları da kendi hesabına, başından beri en ince sömürü yöntemlerini uygulamıştır.
Çok geçmeden işçiler bu üretim sisteminin kurbanı olduklarını hissettiler ve kendi sefaletlerinden çıkar sağlayanlara karşı yüreklerinde derin bir nefret uyandı. Daha 1918 yılında, zorba Abdülhamit’in devrilmesinden hemen sonra*, işçilerin tamamen örgütsüz olmalarına rağmen başlattıkları birçok güçlü eylemin bir bölümü greve dönüşmüştür. Siyasi örgütü (İttihat ve Terakki) iktidarı ilk kez eline geçirmiş olan burjuvazinin üstünde bu eylemlerin etkisi o kadar büyük olmuştur ki, burjuvazi derhal iki yasa çıkarmıştır. Bu yasalardan biri, sendika örgütlerini yasaklamakta, diğeri ise grevleri son derece karışık usullere bağlamaktaydı.
Ancak bütün bunlar işçi sınıfı içindeki huzursuzluğu yatıştıramadı. Kendiliğinden işçi hareketi, politikacıların, gazetecilerin ve her türden maceracının dikkatini üzerine çekmişti. 1908-1912 yılları arasında “sosyalist”, “sosyal-demokrat” vb. gibi adlar taşıyan pek çok işçi partisi kuruldu, ancak bunlardan hiçbiri işçi kitlelerini kendi etrafında toplamayı başaramadı. Bu partiler, dar siyasi çevrelerde sıkışıp kaldılar ve hiçbir iz bırakmaksızın yok olup gittiler. 1909 yılında bir işçi gazetesi yayınlanmaya başladı ve az çok başarılı oldu. Bu, Türkçe olarak yayınlanan ilk işçi gazetesiydi ve niteliğini yansıtan “İştirak” adını taşıyordu.
Ordular terhis edildikten, yani 1909 yılından sonra da buna benzer bir durum görüyoruz. Bu kez de işçiler esas olarak siyasi örgütlere, örneğin şu üç partiye akın ettiler: 1) İngiliz işgal ordusuyla yakın bağları olan Sosyalist Fırka, 2) Üyeleri hemen hemen tamamen Rum işçilerden oluşan Beynelmilel Amele İttihadı, 3) Devrimci Marksist bir parti olan Türkiye İşçi ve Çiftçi Fırkası. Binlerce ve on binlerce işçi bu örgütlere katıldı. O güne kadar kitle örgütlerinin bilinmediği Türkiye için bu, son derece olağanüstü bir durumdu.
1919-1922 yılları arasındaki sarsıcı siyasi olayların seyri içinde bu örgütlerin hepsi yok olup gitmiştir. Yerlerine yenileri kurulmuş (örneğin, Anadolu’daki Halk İştirakiyyun Fırkası), fakat bunlar da Kemalizmin ilerlemesi karşısında geri çekilmek zorunda kalmışlardır.
Sadece, İşçi ve Çiftçi Fırkası’nın, kendilerini komünist grup olarak kavrayan ve siyasi bakımdan en iyi eğitilmiş ve en kararlı unsurları, faaliyetlerini daha da uzun bir dönem boyunca sürdürebildiler. İşte, Komünist Enternasyonal’in Türkiye Şubesi, komünist ideolojiyi Marksist-Leninist basının yardımıyla işçi sınıfının derinliklerine götüren bu grubun içinden çıkmıştır.
Türkiye işçi hareketinin böyle kısaca incelenmesi bile, zaten kendiliğinden var olan bir işçi hareketinin, ona objektif hedefler gösteren komünizm tarafından belli bir çizgiye yönlendirildiğini yeterince kanıtlamaktadır.
Türkiye işçi sınıfı hareketi son on yılda üç kere ani bir şekilde yükselmiş ve hemen ardından geri çekilmiştir. Birinci yükseliş, Türkiye’de istibdadın yıkılmasının hemen ardından, ikinci yükseliş, 1919’da, Mondros Mütarekesi sırasında, üçüncüsü ise, terör rejiminin başlatılmasından önceki dönemde, yani 1924-1925 yılları arasında olmuştur.
Bu yükselişlerin her biri, gerçek proleter tabakaların eski çürüyen kuşaklar ve henüz yeni yeni proleterleşen tabakalar üzerindeki zaferinin bir sonucuydu.
Bugün, yeni bir yükselişin hazırlığı içinde olan işçi sınıfının elini kolunu bağlayan, bu karışık yapı ve dağınıklıktır.
Her harekete pasif direnişleriyle karşı çıkan unsurlar nelerdir? Bunlar, her şeyden önce küçük burjuvaziden ve yoksul köylülükten kaynaklanan unsurlardır. Bunlar, 1923 yılından bu yana ardı arkası kesilmeyen siyasi ve toplumsal dönüşümler sonucunda sürekli olarak proleterleşmekte ve ücretli işçilerin saflarına itilmektedirler. Bu olaylarla dolu dönem boyunca orta tabakalar tam anlamıyla mahva sürüklendiler.
Bir yandan küçük bir tabaka, nispeten kısa bir süre içinde genç kapitalist burjuvazi haline gelerek, bugün ülkenin su götürmez hakim sınıfını oluştururken, öte yandan da, orta tabakaların geniş kitleleri artan sefalet sonucunda, kendi doğal ortamlarından itilmiş ve geçimlerini sağlayabilmek için emeklerini satmaktan başka çareleri kalmamıştır.
Ama Türkiye’de, eski rejim altında yetişmiş ve yükselmek için ülkeyi bir araç olarak kullanan maceracıların kurbanı olmuş ve bu geçmiş mücadelelerin acı anılarıyla yaşayan eski bir işçi kuşağı da vardır. Bu işçiler son derece karamsardır. Bunlar, durumlarının köklü bir şekilde düzeltilebileceğine, hele tamamen kurtulabileceklerine hiç inanmadıklarından, tamamen pasifizme kapılmakta ve durumlarına boyun eğmektedirler.
Proleter hayat şartlarında doğup büyüyen, nispeten genç işçi kuşağı ise, işçi sınıfının en bilinçli ve en savaşçı öncüsüdür. Eğer işçi sınıfı içinde erimemiş olan ve yozlaştırıcı etkiler yayan unsurlar tarafından başarısızlığa sürüklenmezlerse, bütün hareketlerin başarısının anahtarı bunların elindedir. Fakat ne yazık ki, bu genç işçilerin saflarında, önderliği ele alabilecek yetenekte yeterli sayıda kadro yetişmemiş olduğu için, bunlar önderliği gönüllü olarak diğer toplumsal tabakalardan gelen önderlere terk etmektedirler. Ama artık, birkaç kötü tecrübeden sonra, komünistleri doğal önderleri olarak görmeye başlıyorlar.
16 Kasım 1926
İmza: B. Ferdi
Komünist Enternasyonal Dergisi
(1926, Sayı: 9, s.412-415)
(Komünist Enternasyonal Belgelerinde Türkiye Dizisi-3,
Şefik Hüsnü, Komintern Onganlarındaki Yazı ve Konuşmalar,
Aydınlık Yayınları, Ağustos 1977, s. 94-99)
* Daha sonra anlatılanlardan anlaşıldığı üzere metinde geçen “l918” tarihi yanlış yazılmış olmalı. Ayrıca Abdülhamit de, bilindiği gibi 31 Mart Olayının ertesinde, 27 Nisan 1909’da devrilmişti. - Ç.N.