Saray rejiminin yönetimi altında yaşamın bütün alanlarını kapsayan akıl almaz bir yıkım ve çürüme tablosu hüküm sürüyor. Emekçilerin yaşamını çekilmez hale getiren her türden sorun ve kötülük çığ gibi büyüyor. Doğa tahribatı ve çevresel yıkım derinleşiyor. Yaşam kaynakları ve yaşam alanları gasp edilip talana ve yağmaya açılıyor. Doğa yok ediliyor ve bunun sonuçları ağırlaşıyor. Bütün bir yıkım, iflas ve çürüme tablosu iktidar tarafından arsızca başarı öyküsü olarak sunuluyor. Her alanda batağa saplanmış olmasına rağmen Türkiye’nin “uçuşta olduğu”na ilişkin pişkinlikler sergileyenlerin içler acısı durumu, ülkeyi saran yangınlar vesilesiyle de görülmüş oldu.
28 Temmuz’da başlayıp hızla yayılan ve Türkiye tarihinin en büyük orman yangınları olan “felaket”, henüz kontrol altına alınmış değil. Binlerce hektarlık orman, içindeki canlılarla birlikte küle döndü. Kendilerini dehşetli bir felaketin içinde bulan, ölen, evleri-malları ve yaşam alanları yok olan halkın feryatları karşısına, rejim büyük bir hoyratlık ve sorumsuzlukla çıktı. AKP’nin Gündoğmuş Belediye Başkanı Mehmet Özeren, “TOKİ vatandaşlara evler yapacak. ... Vatandaşlar keşke bizim de evimiz yansaydı diyecekler.” açıklamasını yapacak kadar insanlıktan çıkarken, Orman Bakanı Pakdemirli, “Belediyelerin sorumluluğundadır diye yanmasına izin verdik, karışmadık” diyecek kadar alçalabildi. Erdoğan ise halkın tepesine “rahatlama çayı” atacak kadar pervasızlaşıp halkla alay edebildi.
İnsana, hayvana, bitkiye, doğaya, özetle bütün bir canlı yaşama karşı duyulan kin ve düşmanlık ancak böyle dışa vurulabilirdi. Bir suç örgütüne dönüşen devlet, yangın vesilesiyle de ağır suçlar işlemeye devam etmektedir. Kendi çıkarlarını her şeyin üstünde tutan mevcut iktidar, yangınların başladığı aynı gün, “Turizmi Teşvik Kanunu ile bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”u yürürlüğe sokabildi. Yükselen alevler içinde neredeyse düşündükleri tek şey, rant, yağma, TOKİ, inşaat şirketleri ve turizm tekelleri oldu. Yangınların sorumluluğunu da üzerinden atan iktidar, felaketi adeta izledi. Korkunç bir felaket karşısında bile, akıl almaz yalan ve tahrifatları, yüzsüzlükleri, sorumsuzlukları, halkla alay edişleri, ırkçı hezeyanları isyan ettirici boyutlar kazandı.
Büyük bir maddi ve insani yıkıma neden olan yangınları bile, “vatandaşlarımız cömerttir” pişkinliğiyle halkın cebine göz dikmenin fırsatına çevirdiler. Üstüne üstlük, yangın karşısında emekçilerin gösterdiği dayanışma duygusu ve alevlere karşı can pahasına verdikleri mücadeleyi bile hedef alıp yasakladılar. Bu yasağı da “yurtdışından ve tek merkezden organize edilen sözde yardım kampanyası ideolojik saiklerle, devletimizi aciz göstermek, devlet-millet birlikteliğimizi zayıflatmak amacıyla başlatılmıştır” biçiminde bir utanmazlıkla gerekçelendirebildiler. Dolayısıyla tüm bunlar ve daha nice rezaletler bir arada düşünüldüğünde, yükselen alevler arasında Erdoğan ve iktidarının da itibarı küle dönüştü. Devlet kurumlarına ve asalak yöneticilere olan güven önemli ölçüde yıkıldı.
AKP-MHP iktidarı başka yangınları da büyütmek istiyor
Türkiye tarihinde benzeri görülmemiş bir çeteleşme, mafyalaşma, ahlaksızlaşma, yalan, talan, yağma ve ölçüsüz bir zorbalık tablosuyla yüz yüzeyiz. Türkiye devleti ve düzeni tüm kurum ve kuruluşlarıyla bir pislik çukuru içinde boğuluyor. Bu, sayısız örnek ve yapılan ifşaalar üzerinden ortalığa da saçılıyor. Öte tarafta AKP-MHP iktidarının, toplumun karşı karşıya kaldığı sorunları çözebilme, işçi ve emekçilerin en temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılama, onlara iş ve aş sağlama kapasitesine sahip olmadığı da emekçiler nezdinde yeterince açıktır. Zor aygıtları dışındaki kurumları da emekçiler söz konusu olunca neredeyse tamamen işlevsizleşmiştir.
Bunlar ve daha nice faktör kitlelerin geniş kesimlerinin öfkesini büyütmekte, mücadele isteklerini bilemekte ve sosyal patlama dinamiklerini güçlendirmektedir. Rejimin bunun karşısında yaptığı tek şey, baskı ve şiddet aygıtlarını daha hızlı ve daha şiddetli çalıştırmak, din bezirganlığına, milliyetçi şoven histeriye daha fazla sarılmaktır. Nitekim yangınların ortasında yaptığı da bu oldu. “Ormanları PKK ve Kürtler yakıyor” türünden Göbelci yalan propagandalarla günlerce ırkçılık kustular.
Sayısız bileşkenin etkisiyle ve orman yangınları vesilesiyle emekçilerin “Saray rejimi”ne karşı yeni bir boyut kazanarak daha da büyüyen öfkesini ve kabaran isyan duygusunu, milliyetçi-şoven duygularla yoğurarak, Kürt halkına karşı saldırganlığa dönüştürmeye çalıştılar. Bu yolla da öfkenin hedefi olmaktan kurtulmak istediler. Bunun için de hedef gösterilen Kürtlere karşı saldırılar dizisine giriştiler, adeta sürek avına çıkarak Kürtlere linç uyguladılar. Sokağa salınan “AKP gençliği” adlı çeteler bellerinde silahlarla kimlik kontrolüne çıktılar. İşçi ve emekçileri birbirine düşürmek ve onlar arasında düşmanlığı derinleştirmek için yırtındılar.
Tek çıkış, işçi sınıfı eksenine bağlanmış devrimci kitle hareketidir!
Biriken öfkenin kendini dışa vurabileceği bir sürecin içinden geçiyoruz. Üst üste yaşanan krizler ve bunların biriktirdikleri, tiksindirici ve isyan ettirici rezaletlerin zincirleme ifşaatı, yaşanan büyük eşitsizlikler, haksızlıklar, adaletsizlikler, emekçilerin içinde bulundukları perişanlık ve ağır bir yoksulluk vb. gibi olgular patlaması kaçınılmaz olan toplumsal dinamikleri güçlendiriyor. AKP-MHP faşist bloku, uyguladığı çıplak terör ve zorbalıkla kitlelerin büyüyen mücadele arzusunu boğmak ve sosyal bir patlamayı engellemek istiyor. Ama er ya da geç bununla yüzleşeceklerdir. Ve bu, toplumun ezilen-sömürülen kitleleri arasında giderek büyüyen bir umut ve iyimserlik haline gelmektedir.
Dolayısıyla bir taraftan sosyal patlama beklentisi, öte taraftan da iktidarın “ülkeyi yönetme yeteneği”ni yitirdiği, Erdoğan-AKP iktidarının hızla çözüldüğü ve “beklenmedik bir anda çökebileceği” beklentisi ve düşüncesi ortak bir eğilim olarak öne çıkıyor. Cumhuriyet gazetesinden Sertaç Eş’e konuşan Deniz Baykal ise işin daha ciddi boyutuna işaret ederek, feryat ediyor: “Yüz yıl önce bütün dünyayı karşımıza alarak kurduk bu devleti. Devletimizi kaybettik. Onu yeniden inşa etmemiz lazım.” Sermaye düzen adına kaygısını dile getiren bu gerici, değil “Erdoğan-AKP iktidarı”nı, yüzyıl önce kurulan devletin-cumhuriyetin yüzyıl sonra kaybedildiğini ilan ediyor. Burjuva cumhuriyetin yaşadığı evrim sonucu vardığı bugünkü çürümüş akıbetine ağıtlar yakıyor.
Sermaye sınıfı adına iktidar dümeninde bulunana AKP-MHP blokunun temelini sömürü, talan, yağma ve hırsızlığın, kan, ırkçılık, yalan ve ahlaksızlığın oluşturduğu artık geniş kitlelerce biliniyor. İktidarın sınırlarına dayandığı da doğrudur. Ama pislikle ve kanla özdeşleşen saray rejimini üreten bir düzen var ve bu, Türkiye’nin kapitalist düzenidir. Bu düzen değişmedikçe, sadece AKP-MHP iktidarların değişmesi gerektiğiyle yetinmek, dikkatleri ve mücadeleyi bu sınırlara hapsetmek, büyük bir yanılgı olacaktır. Bugün için Türkiye’de “saray rejimi”nden kurtulmak, toplumun ezilen bütün kesimlerinin ortak talebi ve yakıcı güncel hedefidir. Ama güncel planda mücadelenin hedefi AKP-MHP iktidarı olsa bile, bu mücadele sermaye iktidarını devirme stratejik hedefi içine oturtulmak zorundadır.
Öte taraftan bugünün Türkiye’sinde somutta AKP-MHP iktidarıyla başarılı bir hesaplaşmayı başarabilecek, gerici-faşist cendereyi parçalayabilecek yegâne güç Türkiye işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının merkezinde olduğu devrimci-militan bir sınıf ve kitle hareketi örgütlemek, günün en temel yakıcı ihtiyacıdır. O halde yapılması gereken şey de, öfkesi ve huzursuzluğu her geçen gün büyüyen, “artık yeter” diyecek duruma gelmiş bulunan emekçi kitlelerin çıkış arayışına yanıt olmayı başarabilmektir. Bunun çok zor olduğu ne kadar doğruysa bunun dışında bir yolun olmadığı da o kadar doğrudur. Dolayısıyla, devrimci bir işçi sınıf hareketi yaratma bakışıyla, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçileri kazanarak onları sosyal mücadeleye çekmek için soluk soluğa bir politik-pratik seferberlik, devrimcilerin görevidir. AKP-MHP iktidarıyla ve onun dümeninde bulunduğu sermaye sınıfıyla hesaplaşmanın bunun dışında bir başka yolu olmadığı gibi sihirli bir formül de yoktur.