Sermayenin kokuşmuş saray rejimi ve sonrası

İşçi sınıfının, emekçilerin ve tüm ezilenlerin, ancak dikta rejimlerle ayakta kalabilen kapitalizmden kurtulma mücadelesine odaklanmaları gerekiyor. Diğer her şey bir yana, kapitalizmin derinleştirdiği iklim krizi bile, artık bunu zorunlu kılıyor.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 18 Ağustos 2021
  • 18:15

Kapitalistlerin vurucu gücü AKP-MHP rejiminin içinde çırpındığı bataklık sanılandan da derinleşmiş görünüyor. Zira Sedat Peker’in ifşaatları, “büyük reis”le çevresindekilerin tam bir çirkef batağında yüzdüklerini gözler önüne seriyor. İfşaatlar/itiraflar buzdağının görünen kısmıyla sınırlı olsa da, düzen hukuku az çok işleseydi rejimi defalarca devirmeye yeterdi. Büyük olasılıkla şeflerin de çoğu Silivri’nin sakinleri arasına katılmış olurdu.

Sermayenin rejiminin herhangi bir toplumsal meşruiyeti kalmamıştır. Nitekim AKP’ye oy verenlerin önemli bir kesimi de artık savunamıyor. Şiddet araçları dışında etkili bir aracı kalmasa da ayakta durabilmesi, toplumsal muhalefetin zayıf olmasından kaynaklanıyor. Meşruiyet krizine rağmen rejimin ayakta kalabilmesinin bir diğer nedeni ise, düzen muhalefetinin etkisinin sınırlı olmasıdır. AKP’ye muhalefet ederken de düzeni koruma kaygısıyla hareket eden muhalefet, sarayın pervasızlığı karşısında pasif kalıyor.

Toplumsal muhalefetin zayıflığı rejimi kısmen rahatlatsa da, AKP-MHP koalisyonunun iler tutar tarafı kalmamıştır. Zira artan işsizlik, derinleşen yoksulluk ve sefalet, doğanın talanı, orman yangınları, seller, Covid-19 pandemisi, devam eden göçmen akınları, ırkçı cinayetlerin yaygınlaşması gibi sorunların her biri artık kriz boyutuna varmıştır. Hal böyleyken dinci-faşist rejimin salt fütursuz baskı ve zorbalıkla uzun süre ayakta kalması olası görünmüyor.

***

Milyonların yaşamını zehir eden, geleceğe dair umutlarını karartan rejime karşı biriken tepkinin şu veya bu şekilde dışa vurmasının kaçınılmaz olduğu bir atmosfer oluşuyor. Bu öngörüden hareketle muhalefetin farklı kulvarlarında duran güçler, “çoklu kriz” ortamının biriktirdiği toplumsal enerjiyi kendi politik mecralarında akıtma çabası içindeler.

AKP-MHP rejimi sonrasına hazırlık bağlamında yapılan tartışmalara farklı çevreler katılıyor. Doğal ki, her siyasal güç bulunduğu zemin ve düzenle kurduğu ilişkiler bağlamında “çıkış yolları” öneriyor. Kokuşmuş düzenin sınırları içinde önerilen çözümler ya da çıkış yolları, daha çok AKP-MHP karşıtlığına sıkıştırılan sınırlarda kalıyor. Bazı çevreler ise, gelenin gideni aratacağı öngörüsünde bulunuyor. Kimileri “bu rejim seçimle gitmez” tezini savunurken, kimileri ise, “sakin olun, ilk seçimde gidecekler” diyor. Kimi çatışma ihtimali ve daha koyu bir diktatörlük öngörüyor kimi ise demokrasi vaat ediyor. Umutla/umutsuzluk, iyimserlikle/korku, demokratikleşme ile diktatörlük arasında gidip gelen bir söylem ve ruh hali yansıyor tartışmalardan.

***

Analizler, tartışmalar, yaratılan beklentiler, büyütülen korkular vb. konusunda AKP ya da Tayyip Erdoğan sonrasına dair öngörülerde belirgin iki nokta var: İlki, politik bakışın düzen sınırlarını aşamaması, diğeri ise harekete geçen kitlelerin devrimci dinamizminin genelde denklem dışı bırakılmasıdır. Bu sınırların ötesine geçemeyen değerlendirme ya da öngörüler, “çoklu kriz” olgusundan esas olarak AKP-MHP rejimini sorumlu tutuyor. Nitekim bazı istisnalar dışında tepki “AKP karşıtlığı” sınırlarına daraltılıyor.

Oysa AKP’yi başa getiren sermaye sınıfı ve emperyalistlerdir. Nitekim geldiği günden beri hem kapitalistlere hem emperyalistlere hizmet etti, halen de ediyor. Dinci-faşistlerin yağmadan/talandan aldıkları payı büyütmek ve rejimlerinin ömrünü uzatmak için yaptıkları bazı işler sermaye sınıfının bir kesimini rahatsız eden bir boyuta ulaştı. Ancak buna rağmen halen sermaye örgütlerinden kayda değer bir tepki görülmedi. Zaten rejimin başı sıfatıyla Tayyip Erdoğan hem “yerli” hem “yabancı” sermayenin temsilcilerine ülkeyi nasıl bir sömürü cehennemine çevirdiğini anlatarak yatırım yapmaya çağırıyor. Yani mafyatik rejim her koşulda sermaye sınıfının çıkarlarını savundu. Emperyalistlere hizmette de kusur etmedi. Rejimin Afganistan bataklığına atlama hevesinin, Joe Biden-Tayyip Erdoğan görüşmesinde yapılan pazarlıkla bağlantılı olması, ABD emperyalizmine hizmetteki sadakati gösteriyor.

Saraydan beslenen ya da nemalanan kesimler ile onların etkilediği yozlaşmış bir kesim dışında toplumun çoğunluğunun dinci-faşist rejimden nefret ettiği bir gerçek. Sınıf bilinci yetersiz olan kitlelerin öfkesi, doğal olarak AKP’ye, yanısıra MHP’ye yöneliyor. Bu hem meşru hem anlaşılır bir durumdur. Zira sermayenin vurucu gücü olarak on yıllardır toplumu kuşatan dinci-faşist zihniyet, son yıllarda somutlaştığı AKP-MHP koalisyonu eliyle toplumu her alanda “felaketler” ile karşı karşıya getirmiş bulunmaktadır. Doğal ki, toplumun geniş kesimleri bu rejimden bıkıp usanmış, tiksinti duymaktadır. Ancak çürümüş bu rejimin ardında sermaye sınıfı olduğu gerçeği göz ardı edilirse, “dikta rejimin biri gider gibi gelir” döngüsü işlemeye devam edecektir.

Tek adama dayalı despotluk sadece AKP-MHP koalisyonun ürünü olsaydı, rejimin yıkılmasıyla özlenen demokrasi de gelmiş olurdu. Oysa pratikte dikta rejimin kurulması AKP ile suç ortaklarının işi olsa da, bu rejimin temel dayanağı sermaye sınıfıdır. Bunlar, sarayın etrafındaki “beşli çete”den ibaret de değildir. Bu koalisyon TÜSİAD-MÜSİAD kodamanları dahil kapitalist sınıfların geniş desteği ile kurulmuştu. Bir rejimin sınıfsal dayanağı göz ardı edilerek demokratikleştirildiği ne görülmüş ne duyulmuş şeydir. Diktatörlüğe yöneliş, sermayenin sınıf çıkarlarının korunması için gündeme getirilmiştir. Rejimin mafyatik bir niteliğe bürünmesi de bu gerici sınıfsal temelin dolaysız ürünüdür. Çirkefin yuvası AKP-MHP rejimi olsa da işçi sınıfıyla emekçilerin karşısında ekonomik, siyasi, sosyal, ahlaki, insani vb. her açıdan kokuşmuş bir sermaye düzeni vardır.

Saray rejiminin yıkılması kitlelerde geçici bir rahatlama yaratacaktır. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “Millet İttifakı lideri” sıfatıyla şimdiden büyük vaatlerde bulunuyor. Kürt sorunu dahil, giderek derinleşen krizlere çözüm üreteceğini iddia ediyor. “Üçüncü yol” diye tanımlanan reformist alternatif öneren çevreler de düzenin demokratikleşmesini bir çıkış yolu olarak emekçi kitlelere sunuyor. Vaatler kulağa hoş gelebilir, oysa sermaye düzeninin krizleri ile dinci-faşist rejimin yarattığı tahribatın boyutu temelsiz hayallerle oyalanmaya elvermeyecek boyuttadır.

***

Kapitalizm küresel çapta insan soyunun geleceği için ciddi bir tehdit oluşturuyor. BM’nin yayınladığı son iklim raporu bile bunu teyit ediyor. Türkiye kapitalizmi ise, yarattığı krizleri aşmak bir yana daha da derinleştiren bir süreç içindedir. Bu düzenin emekçilere sunabileceği bir şey yoktur. Ne boş vaatler ne temelden yoksun “demokratikleşme” hayalleri emekçilerin derdine derman olabilir. Elbette dinci-faşist rejim yıkılmalı ve halka karşı işlediği suçların hesabı sorulmalıdır. Yine de bu kadarının temel sorunların çözümüyle bir ilgisi olmayacaktır.

Rejimin yıkılması kısa süreli bir rahatlama yaratsa bile, özünde pek değişen bir şey olmayacak. Emekçiler lehine değişim/gelişim olabilmesi ancak işçi sınıfı önderliğinde gelişecek kitlesel fiili-meşru mücadelenin basıncıyla mümkündür. Artık toplumdaki mücadele dinamiklerini de kucaklayan devrimci bir sınıf hareketi geliştirilmeden güncel mücadelenin demokratik/sosyal talepleri bile kazanılmaz.

Aşılamayan krizlerin derinleşmesiyle birlikte, emekçilerin geleceği için alarm zilleri çalıyor. Artık birtakım küçük yüzeysel değişimlerle yetinmek, geleceği kaybetmek anlamına gelebilir. İşçi sınıfının, emekçilerin ve tüm ezilenlerin, ancak dikta rejimlerle ayakta kalabilen kapitalizmden kurtulma mücadelesine odaklanmaları gerekiyor. Diğer her şey bir yana, kapitalizmin derinleştirdiği iklim krizi bile, artık bunu zorunlu kılıyor.