Savaş çığırtkanlığına karşı
işçilerin birliği, halkların kardeşliği!
AKP şefi Erdoğan’ın 19 Şubat’taki Meclis grubu toplantısında savurduğu “İdlib harekatı artık an meselesidir” tehdidi, şimdilik düşük yoğunluklu seyreden çatışmaları başlattı. Aynı günün akşam saatlerinde Türk ordusunun, Halep ve İdlib kırsallarında bulunan Suriye ordusu mevzilerine roket atışları gerçekleştirdiği açıklandı. Eş zamanlı olarak cihatçı grupların da Lazkiye kırsalını vurmaya başladığı ve Rus hava üssü Hmeymim’in insansız hava uçakları (İHA) ile hedef alındığı basına yansıdı. Günün bir diğer haberi ise Türkiye’nin, İdlib’e yönelik bir harekat gerçekleştireceğini bildirerek, NATO’dan şehir üzerinde önleme uçuşu yapmasını talep ettiği şeklindeydi.
Belirsizliklerin hüküm sürdüğü Suriye’de, kısa vadede gelişmelerin nereye varacağını kestirmek mümkün değil. Fakat AKP-Erdoğan yönetimi altındaki Türk sermaye devletinin, içinde debelendiği İdlib batağına tümden saplanacağı hesapsız bir saldırganlıkla hareket ettiğinden kimsenin şüphesi yok.
AKP-Erdoğan iktidarı yaklaşık bir aydır yoğun bir İdlib mesaisi yapıyor. Daha doğrusu oluşmasında birinci dereceden sorumlu olduğu bir bataklıkta debelenip duruyor. Suriye rejim ordusunun Rusya’nın hava desteğiyle İdlib’e operasyon başlattığı 24 Ocak’tan itibaren, AKP-Erdoğan yönetimindeki Türk sermaye devletinin etekleri tutuşmaya başlamıştı. 1 Şubat’ta Türk devleti koruması altındaki cihatçıların saldırısıyla 4 Rus askerinin, 3 Şubat’ta ise Suriye ordusunun bombardımanıyla bir sivil personel ve 7 Türk askerinin ölmesi ipleri iyice gerdi. AKP şefinin ve çeşitli temsilcilerinin ne yapacaklarını bilmez halde oraya buraya yönelmeleri, içeride yükseltilen hamaset ve Rusya’yla diplomasi trafiği Türk devletinin derdine çare olamadı. Suriye ordusu İdlib operasyonuyla Türkiye’nin cihatçılara kalkan olan gözlem noktalarının büyük bölümünü boşa çıkaran ilerlemeler kaydetti. Halep’i Şam’a bağlayan stratejik M5 karayolunu kontrol altına almakla kalmadı, son olarak Halep kırsalında da denetim sağladı.
Bu arada AKP-Erdoğan iktidarı bir yandan hamiliğini yaptığı cihatçılar arasında birliği sağlamaya çalışırken, bir yandan da İdlib’e yoğun bir silah, araç ve asker sevkiyatına girişti. Basına yansıdığı kadarıyla son bir ayda İdlib bölgesine içinde tank, top-obüs vb.nin de olduğu 2 binden fazla askeri araç ve 7 bin civarında asker yığınağı yapıldı. Asker ve mühimmat sevkiyatı aralıklı olarak hala da devam ediyor.
Rus emperyalistleriyle bir ay boyunca sürdürdüğü görüşme ve temaslardan, karşılıklı açıklama ve çağrılardan bir sonuç elde edemeyen AKP-Erdoğan iktidarı yönünü ABD’ye ve Trump’a çevirmiş görünüyor. Başta ABD olmak üzere batılı emperyalistler için AKP şefinin İdlib açmazı, Türkiye’yi Suriye’de kullanmaya devam etmenin ve Rus emperyalizmiyle ilişkilerini germenin fırsatı olarak değerlendiriliyor. O yüzdendir ki özellikle Trump ve konuyla ilgili ABD’li yetkililer Erdoğan’ın sırtını sıvazlama, Türkiye’ye desteklerini açıklama yarışına girdiler. Rusya’dan umduğunu bir nebze dahi bulamayan, Esad rejiminin operasyon kararlılığında herhangi bir zayıflama yaratamayan AKP-Erdoğan iktidarı, muhtemeldir ki batılı efendilerinin desteğinden aldığı güvenle savaş davullarını daha yüksek perdeden çalmaya başladı. Öyle ki, Kremlin Sözcüsü Dimitry Peskov’un “Türkiye’nin İdlib’deki Suriye hükümet güçlerine karşı askeri operasyonu en kötü senaryo olur” şeklindeki uyarısına rağmen, resmen ilan etmese de kendi silahlı güçlerini doğrudan çatışmalara sürdü.
Anlaşılan o ki gerici-faşist iktidar, içeride saplandığı açmazların ve dış politikanın neredeyse her alanında yaşadığı iflasların beslediği şuursuzlukla hareket etmeye devam edecektir. Türkiye kapitalizminin dayattığı sınırlı hareket kabiliyetine, keza eski suç ortaklarından Abdullah Gül’ün deyimiyle “ılımlı İslam projesi”nin iflas ettiğine bakmaksızın hala bölgesel aktör histerisiyle davranmasının başka bir mantığı bulunmuyor. Bölgedeki ve dünyadaki karmaşık ilişki ve dengelerin yarattığı koşullarda Kürt bölgelerine yönelik Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı gibi saldırı ve işgal hamlelerinin kısmi başarısı, İdlib harekatına dair yanılsama yaratıyor olabilir. Nedir ki İdlib’de karşısına alacağı güç emperyalistlerin kolayından sattığı Kürt halkı değil, Rus emperyalizmi ve İran gibi güçlerin kesin desteğine sahip Esad rejimidir.
Şüphesiz, AKP-Erdoğan yönetimindeki Türk sermaye devletinin savaş sonrası Suriye pastasından pay kapmak, Kürt halkının kazanımlarını daha fazla darbelemek, mümkünse tümüyle ortadan kaldırmak gibi uzun erimli hesapları var. Fakat başta Rusya ve ABD olmak üzere emperyalistlerin üşüşmüş oldukları Suriye’de bu hesapların bir karşılığının olup olmadığı tümüyle tartışmalıdır. Hele de bu hesaplar, gelinen yerde emperyalistler nezdinde dahi işlevini büyük oranda yitirmiş, o yüzden de resmiyette terörist olarak tanımlanan HTŞ (ki görünürde inkar edilse de El Kaide çizgisini devam ettiren, IŞİD artıklarını saflarında toplayan Heyet Tahrir El Şam’ın, İdlib’in yüzde 90’ını kontrol ettiği belirtiliyor) gibi cihatçı gruplara dayalı yapılıyorsa…
Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı, Suriye’deki olayların başlangıcından beri bu dinci-gerici çetelerin bir numaralı destekçisi olageldi. IŞİD’in palazlanıp vahşet saçmasında, özellikle Kürt halkına karşı saldırılarında tartışmasız bir sorumluluk taşıyor. Batılı emperyalistlerin tetiklediği ve 9’uncu yılını doldurmakta olan Suriye iç savaşında en kirli ve karanlık işleri AKP-Erdoğan yönetimindeki Türk sermaye devleti yerine getirdi, getirmeye devam ediyor. 2017 Mayıs’ındaki Astana görüşmeleri ve 17 Eylül 2018’deki Soçi Mutabakatı’ndan beri de İdlib’e sıkışıp kalan cihatçı güruhların baş hamiliğini üstlenmiş bulunuyor.
Gerici-faşist iktidar ve diktatör konumundaki AKP şefi tüm bunları, artık batağa gömülmüş yeni-Osmanlıcı hayalleriyle veya çöpe atılmış “Büyük Ortadoğu Projesi”nin “eş başkanı” ve “ılımlı İslam modeli” olma hevesiyle değil, kendi “beka”sı uğruna yapıyor. AKP şefinin hamasetinin ve yalanlarının bağımlısı olanlar, kendilerinden geçercesine onun arkasında saf tutarlarken, tüm dünya halkları nezdinde onunla birlikte ne kadar kirlendiklerini, ne denli büyük savaş ve insanlık suçlarına ortak olduklarını unutuyorlar. Buna Suriye halklarını savaş mağduru haline getirip, mülteciliğin sefaletine sürüklemek; yetmiyormuş gibi Suriye’deki savaşın sona ermesini engelleyerek, onları bu sefalete uzun süreli olarak mahkum ve mecbur etmek de dahildir.
Tayyip Erdoğan diktatörlüğü altında veya başka bir biçimde, kısacası ne pahasına olursa olsun sermaye düzeninin ve iktidarının ayakta kalmasında çıkarı olan sınıflar payına bu kirlenme ve suç ortaklığının yadırganacak bir tarafı yok. Fakat işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, ekonomik krizin ağır yükü altında bunaldıkları halde AKP-Erdoğan iktidarının yalanlarıyla ve halklara düşmanlık siyasetiyle zehirlenmeyi tercih eden kesimleri, en başta kendilerine ve çocuklarının geleceğine ihanet ediyorlar. Zira bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da AKP-Erdoğan iktidarının “bekası” için tırmandırdığı savaş çığırtkanlığının, giriştiği her yeni savaşın faturası ve ağır bedelleri tüm işçi ve emekçilere ödettirilecektir.
Türkiye işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin önünde iki seçenek var. Ya sermayenin despot diktatörüne ve diktatörlüğüne boyun eğip faturalar ödemeye ve mazlum halklara karşı işlenen suçlara ortak olmaya devam edeceklerdir. Ya da Suriye ve bölgedeki varlıkları tümüyle gayrı meşru olan tüm emperyalistler ve işbirlikçilerinin bölgeden kovulmasını sağlamak üzere, Türkiye’de gerici-faşist iktidarı alaşağı etme mücadelesini yükselteceklerdir. Tüm bölgede işçilerin birliği ve halkların kardeşliğinin yolu ikinci seçenekten geçmektedir.