Kapitalist sistemin çözülemeyen ve gittikçe derinleşen krizleri, emperyalistler arası çatışmaları her geçen gün daha şiddetlendiriyor. Sistemi saran ve kısa süreler içerisinde tekrarlayan krizler, var olan çatışmalara yeni ivmeler kazandırıyor. Kriz, aynı zamanda kapitalizmin insanlığı sürüklediği korkunç felaketlerin de açığa çıkmasına vesile oluyor. 21. yüzyılın henüz ilk çeyreğinde ortaya çıkan 2008 finans krizi, onun kapitalist dünyada yarattığı tahribat henüz aşılmadan, sistem, 2016 yılında tekrar başlayıp, korona salgınıyla doruk noktasına ulaşan çok kapsamlı bir kriz tekrar ile yüz yüze kalmış bulunmaktadır.
Sermaye devletleri tarafından tekelleri kurtarmak için alınan küresel borçlar eşi benzeri görülmemiş seviyelere yükseldi. Üyeleri arasında 400’den fazla bankanın ve mali kuruluşun bulunduğu Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), bunu bir “borç tsunamisi saldırısı” olarak niteliyor. IIF’nin küresel borç̧ izleme raporunda, küresel borçların yıl sonuna kadar yeni bir rekor kırarak, 277 trilyon dolara ulaşacağı belirtildi. Bu meblağ̆, dünya gayrisafi hasılasının yüzde 365’ine denk geliyor. ABD’de toplam borç̧ geçen yılın sonunda 71 trilyon dolar iken, bu yıl 80 trilyon dolara ulaşma yolunda ilerliyor. Euro bölgesindeki borçlar ise bu yılın ilk dokuz ayında 1,5 trilyon dolar daha arttı.
Ardı ardına yaşanan bu krizlerin ortaya çıkardığı sarsıntılar ve kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının bir sonucu olarak güç kaybeden dünün egemen güçleri ile ekonomik olarak hızla büyüyen ve kapitalist sistemin var olan hiyarşisi içinde dengeleri sarsmaya başlayan yeni emperyalist güçler arasında kıyasıya bir çatışmaya tanıklık etmekteyiz. Bir tarafta NATO içerisinde güçlerini birleştirmiş olan, başını ABD ve Avrupa Birliği’nin çektiği batı bloğu, öte tarafta ise, gelişmesi durdurulamayan Çin, Rusya, Hindistan vb. ülkelerin oluşturduğu yeni blok.
İngiltere merkezli Ekonomi ve İş Dünyası Araştırmaları Merkezi (CEBR), Çin’in 2028 yılında ABD’yi geçerek dünyanın en büyük ekonomisi olacağı öngörüsünde bulunuyor. CEBR’nin yıllık raporunda, Çin’in koronavirüs salgını nedeniyle yaşanan ekonomik krizi ABD’ye oranla daha hızlı ve güçlü bir şekilde atlatacağı belirtiliyor. Ayrıca, Japonya’nın bir süre daha dünyanın en büyük üçüncü ekonomik gücü olmaya devam edeceği öngörüsünde bulunan CEBR, 2030’ların başında Hindistan’ın Japonya’yı geçeceğini, Almanya’nın da dördüncülükten beşinciliğe gerileyeceğini öne sürüyor. Tüm bu öngörülerin ortaya çıkaracağı gelişmelerin bir sonucu olarak, günümüzde adına ekonomik savaş, yaptırımlar, askeri kuşatma ve provokasyonlar denilen bir egemenlik savaşı bütün hızıyla sürmektedir.
ABD, AB ve NATO saldırganlığı büyüyor
NATO’nun İngiltere’deki zirvesinin sonuç̧ bildirgesinde Çin’den hem mücadele edilmesi gereken bir sorun hem de bir fırsat olarak söz ediliyor. Londra’da yapılan NATO zirvesinin sonuç̧ bildirgesinde Çin ilk defa “ittifak için olası bir tehlike” olarak nitelendirildi. Söz konusu metinde “Çin’in artan etkisinin ve izlediği uluslararası politikanın, hem baş edilmesi gereken bir durum hem de bir fırsat anlamına geldiğinin farkındayız” ifadelerine yer veriliyor.
Ancak NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Çin’i en azından şimdilik yeni rakip ve hatta bir düşman olarak nitelendirmek istemiyor. Londra’da yaptığı açıklamada, “NATO’nun Güney Çin Denizi’ne taarruz etmesinden söz etmiyoruz. Ancak Çin’in bize doğru yaklaştığını dikkate almamız lazım” diyen Stoltenberg, Çin’in klasik anlamda askeri silahlanma ile şu an için bir ilgisi olmayan, Antarktika, Afrika ve Avrupa’daki faaliyetlerine vurgu yapıyor. ABD Savunma Bakanı Mark Esper ise Pekin’in NATO için stratejik bir hedef olarak kabul edilmesi gerektiğini kaydederken, uyarmayı da ihmal etmiyor: “Bazı şeylerin istediğimiz gibi gelişmemesi durumuna hazırlıklı olmalıyız.”
Çin ekonomik gücünün yan ısıra, silahlanmaya ve ordusuna çok büyük bütçeler ayıran bir ülke. Ülke yönetimi ordu envanterindeki silah sistemlerini ve deniz gücünü modernleştiriyor. NATO da buna karşılık, stratejik ve kıtalar arası nükleer silahlar açısından üstünlüğünü koruyabilmek adına bazı adımlar atmak istiyor. NATO’nun deniz gücü, özellikle de ABD Pasifik donanmasının, en az Çin donanması seviyesinde olması amaçlanıyor. Çin, yıllık 160 milyar dolarlık savunma bütçesi ile, ABD’den sonra dünyanın askeri harcamalara en fazla kaynak ayıran ikinci ülkesi. Çin silahlarının önemli bir kısmını NATO’nun rakibi Rusya’dan ediniyor. Çin firmaları da buna karşılık Rusya’ya acil ihtiyacı olan makinelerle doğalgaz ve petrol sanayisi için gerekli olan alt yapı sistemlerini satıyor.
ABD hedefinde yer alan Çin ile Rusya arasındaki çok yönlü iş birliği Washington’dan gelen tehditlere rağmen büyümeye devam ediyor. İki ülke, ilki 2019’da düzenledikleri stratejik hava devriyesini ABD’nin üslerinin bulunduğu Asya Pasifik bölgesinde tekrarlayarak Washington yönetimine net bir mesaj gönderdi. Rus Savunma Bakanlığından yapılan açıklamada, devriyenin “Rusya ile Çin’in kapsamlı ortaklığını derinleştirmeyi, iki ülke orduları arasındaki iş birliğini artırmayı, ortak eylem kapasitesini genişletmeyi ve stratejik istikrarı güçlendirmeyi amaçladığı” kaydedildi. Uzmanlar Çin ve Rusya arasında derinleşen askeri iş birliğinin Beyaz Saray’a çıkmak için gün sayan Joe Biden yönetimi altında devam etmesini bekliyor. Zira, ABD’nin seçilmiş̧ başkanı Joe Biden katıldığı bir televizyon programında askeri yetkililerin aksine Çin’i “stratejik rakip”, Rusya’yı ise “en büyük tehdit” olarak betimlemişti.
Çin, Rusya ile kurduğu askeri iş birliğinin yan ısıra, iş birliğine girdiği 16 Doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkesine ucuz krediler veriyor ve onların alt yapı sistemlerini kuruyor. Bu ülkeler arasında Avrupa Birliği ve NATO üyesi devletler de var. Çin’in bu adımları sonucunda NATO’ya üye 29 ülke, ekonomik çıkarlarını ilgilendiren bazı ihtilaflı alanlarda sadece Çin’e karşı değil, birbirleri ile de mücadele ediyorlar. Örneğin ABD Başkanı Donald Trump’ın fitilini yaktığı ticaret savaşları ateşi NATO’nun kapısında kalmıyor. Amerikan gümrük vergilerine takılan tek ülke Çin değil, aynı zamanda Almanya, Fransa ve diğerleri de vergilere takılıyorlar.
Trump yönetimi savaşçı bir dış̧ politika izlerken, yeni bir provokasyon olasılığı oldukça yüksek. Washington, Basra Körfezi’nden Güney Çin Denizi’ne ve Karayipler’e kadar tehditkâr askeri operasyonlar düzenliyor. Bu kapsamda İran’ın yanı sıra Venezuela’ya da bir dizi yeni yaptırım uyguluyor. Her ikisi de bir savaş̧ durumuna denk “azami baskı” denilen yaptırım rejimlerinin hedefi olan İran ile Venezuela arasındaki ilişkiler, ABD’nin tehditlerinin özellikle hedefi haline gelmiş̧ durumda.
ABD seçimlerinin ardından başkanlığı devralacak olan Joe Biden, Avrupa ile ilişkilerde tekrar iki kıtanın emperyalist çıkarlarına uygun düşecek yeni bir başlangıcın sinyallerini veriyor. Bu yeni başlangıç için gün sayan Avrupalı emperyalistler, güç dengelerinde yaşanması olası gelişmeler karşısında ABD ile AB arasında saldırgan şer ittifakı için yoğun bir çaba içerisine gireceklerini ilan ediyorlar. Bu bağlamda özellikle ABD ve AB’nin Rusya’ya karşı provokatif açıklamaları eşliğinde ardı arkası esilmeyen yaptırımları gündeme geliyor.
Önümüzdeki günlerde “baskıcı rejimlere yaptırım, terörle mücadele, insan haklarına saygı” yalanları eşliğinde oluşturulan bu şer ittifakının emperyalist yayılmacı politikalarının dünya halklarına karşı bir savaş ilanı olduğuna tanıklık edeceğiz. Lenin’in de işaret ettiği üzere, bu gelişme bir yerde kaçınılmazdır da:
“Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar. Ve dünyayı mevcut ‘sermayeleri’, ‘güçleri’ oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda daha başka bir paylaşım şekli söz konusu olamaz. Şu da var ki, ekonomik ve siyasi gelişmeye göre, güçler de değişmektedir. Olayların ardındaki gerçeği kavrayabilmek için güçler arasındaki ilişkilerin değişmesiyle hangi sorunların çözülmüş olduğunu bilmek gerekir. Bu değişiklerin salt ekonomik mi, yoksa ekonomik olmayan (örneğin askeri) bir nitelik mi taşıdığı sorunu, kapitalizmin şu içinde bulunduğumuz çağına ilişkin hiç bir temel kanıyı değiştirmeyecek ikincil bir sorundur... Kapitalizmin bugünkü aşaması bize gösteriyor ki kapitalist guruplar arasında, dünyanın iktisadi yönden paylaşılması esasına dayanan bazı ilişkiler doğmakta, buna paralel ve bağlı olarak da siyasi guruplar, devletler arasında, dünyanın toprak bakımından paylaşılması sömürge savaşı ‘iktisadi önem taşıyan topraklar için mücadele’ esasına dayanan bir takım ilişkiler kurulmaktadır.” (Lenin, Emperyalizm, s. 88-89)