‘90’ların tek kutuplu ara dönemi geride kalırken, Uzak Asya’da ekonomik ve askeri olarak yükselen Çin, Batı kapitalist blokunun karşısına açıktan değilse de dolaylı ama kararlı bir şekilde dikilerek, dünya pazarlarından payına düşeni istemeye başladı. Altyapı yatırımları, daha uygun koşullarda kredi, özelleştirilen liman, havalananları ve telekomünikasyon gibi stratejik alanlara yatırımlar yaparak, paylaşılmış dünya pazarlarına giriş yaptı. Çin ve Rusya’nın kapitalist-emperyalist sisteme eklemlenmeleri, pazarın genişlemesini sağlayarak siteme nasıl bir nefes aldırdıysa, tersinden dünya pazarlarına giriş yapmaları ise sistem içi çelişkileri, kriz potansiyelini artırıcı bir faktör oldu. AB’nin ticaret ortaklığında birinci sıraya sıçrayan Çin, Myanmar’da olduğu gibi gerektiğinde askeri darbeleri destekleyip, teşvik ederek “hakkını” arayacağını gösterdi.
Çin’i başlıca rakip olarak ilan eden ABD emperyalizmi Obama dönemiyle birlikte gözlerini asıl olarak Asya’ya çevirdi. Trump, Obama’dan devraldığı politikaları kendi tarzında ve çok daha saldırganca, gerektiğinde uluslararası kural ve ilişkileri (uluslararası kurumlardan çekilmek de dahil) çiğneyerek, İran’da yaptığı gibi terörist yöntemler de dahil her yolu kullanarak sürdürdü. ABD’ye sarsılan küresel hegemonyasını yeniden kazandırmak için diplomasinin yerine “açık sözlülüğü” ikame ederek “ortaklarını ve müttefiklerini” ya ABD’den ya da Çin’den yana tercih yapmaya zorladı. Rusya, İran ve Çin’e yönelik uyguladığı yaptırımlara ve ambargoya uymayanları cezalandırdı. NATO’yu demode bir kurum olarak tanımlayıp, Brexit üzerinden AB’yi parçalamayı denedi. Ortaklarını alenen aşağılayarak onlardan ABD’nin savaş arabasına bağlanmalarını ve tam itaatlerini istedi. “(Arkanı) ben kurtardım, iktidarınızı Amerikan askerlerine borçlusunuz” şantajıyla, Suudi veliahdını yaptıkları korumacılığın karşılığını ödemeye zorladı. Almanya Başbakanı Angela Merkel’e “Angela ödemelisin” diyerek, Almanya’dan NATO’nun savaş giderleri için daha çok pay ayırmasını istedi. Macron’a “ABD askerleri olmasaydı şimdi Almanca konuşuyor olurdunuz” diyerek aşağılayan Tump, Erdoğan gibilerini ise “Aptal olma, biliyorsun yaptım yine yaparım, ekonomini çökertirim” aşağılamalarıyla hizaya çekti. ABD emperyalizminin askeri güçlerini Çin’e karşı önleyici savaşa uygun olarak yeniden konumlandırdı.
Uluslararası kurumlardan çekilen ABD, Hint-Pasifik’te Çin’e karşı ABD, Avustralya, Hindistan ve Japonya arasında Quad adıyla bilinen Dörtlü Güvenlik Diyalogu’nu tahkim etti. Ortadoğu’da Körfez devletlerini İsrail odaklı savaş mihrakında bir araya getirerek CENTCOM şemsiyesi altında topladı. Almanya’dan çektiği askerleri Polonya ve Baltık ülkelerine transfer edip, Gürcistan’ı NATO’ya alma planlarıyla Rusya’yı kuşatma stratejisini takviye etti. Obama döneminde, 2014’de Ukrayna’da gerçekleştirilen “Maidan” darbesine desteğini sürdürdü. Rusya ve Çin’in “Latin Amerika’ya dönüş”ünün önünü kesmek için Bolivya’da askeri, Brezilya’da sivil darbeden Venezuela’nın istila denemesine kadar uzanan saldırgan araçların hepsini bir arada kullanmaktan geri kalmadı. Rusya doğalgazını Almanya ve Avrupa’ya taşıyacak olan Kuzey Akım-2 projesinin iptal edilmesi için Almanya’ya yaptırımlar uyguladı.
“Kuşkuculuk” ve “yıkıcı dinamikler” geride mi kaldı?
Trump’ın “ortaklarına ve müttefiklerine” karşı takındığı oldukça kaba ve saldırgan tavırları, ABD emperyalizmi ile Almanya-Fransa gibi büyük emperyalist devletler arasındaki ilişkileri yıpratarak, güvensizlik ve kuşku tohumlarının büyümesine yol açtı. Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier, 2020 yılında toplanan 56. Münih Güvenlik Konferansı’nın açılışında yaptığı konuşmada, Batı emperyalist kampının içerisinde bulunduğu “kuşkuculuk” ve “yıkıcı dinamikler” olgusunu, “Klasik güvenlik ikilemine geri dönüyoruz. Bunun sonucu, daha fazla kuşku, daha fazla silahlanma, daha az güvenlik olacaktır” diyerek dile getirdi.
Trump’ın kaybettiği 2 Kasım seçimlerinden sonra yönetimi Biden’a devredip etmeyeceği, devredecekse hangi koşullarda devredeceğine dair belirsizlikler uzunca bir süre varlığını korudu. 6 Ocak kaosunun gelecekte küresel kapitalist sistemde hangi kırılmalara yol açacağı ve sonuçlarının ne olacağından bağımsız olarak, başkanlık devrinin nispeten ‘sorunsuz’ gerçekleşmesi, kapitalist sistemin merkezlerindeki gerilimli bekleyişleri sonlandırdı. “Amerika geri döndü” çığlıkları zemberekten boşalmışçasına ortalığı kapladı. Amerika’nın “geri dönüşü”nü büyük bir coşkuyla karşılayan AB’nin egemenleri, Avrupa’da daha şimdiden Polonya, Macaristan vb. gibi ülkelerdeki faşist tandanslı hükümetleri, Fransa’da ikinci parti olarak yükselişini sürdüren faşist Ulusal Cephe’yi (Le Pen), Almanya’da finans kapitalin verdiği çok yönlü destekle büyütülen AfD gibi partilerin varlığını görmezden gelerek, ABD’nin 6 Ocak’ının AB’de değişik biçimler altında mayalandığı gerçeğini gözlerden uzak tutmayı tercih ettiler. İşçi, gençlik, kadın ve çevre hareketlerinin pandemiye rağmen ivme kazanıyor olmasını da…
Zengin azınlık nasıl kurtarılacak?
Büyük güvenlik önlemleri altında ABD başkanlık devir teslim töreninin halka kapalı, sıkıyönetim koşulları altında olan bir başkentte yapılmış olması da mümkün olan en kısa zamanda unutulmalı ve unutturulmalıydı. Ancak unuttukları “ufak bir ayrıntı” var. Küresel kapitalist sistemin içerisinde bulunduğu çok yönlü bunalım yerli yerinde duruyor ve derinleşmeye devam ediyor. Bir suikasta kurban giden ABD’nin 35. Başkanı John F. Kennedy’nin 20 Ocak 1961’deki yemin töreninde dile getirdiği uyarının çok daha revaçta olduğu zamanlardan geçiyoruz: “Özgür bir toplum yoksul olan çoğunluğa yardım edemezse, zengin olan azınlığı kurtaramaz”
“Zengin olan azınlığı kurtarmak”, dolayısıyla çoğunluğu susturmak için “yoksul olan çoğunluğa yardım” etmenin gerektirdiği kaynaklar, silahlanma ve askeri harcamalardan feragat etmeyi gerektiriyor. Nedir ki, istisnasız bütün ülkelerin yıllık bütçelerindeki payı her yıl büyüyerek artan silahlanma ve savaş bütçelerine hiçbir devlet dokunmak istemiyor. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün (IISS), 2019 yılında son on yılın en yüksek askeri harcamalarının yapıldığına işaret edilen raporunda, askeri harcamalarda en yüksek artışın yüzde 6 ile ABD ve Çin’de kaydedildiği belirtiliyor.
Çelişki ve çatışma kontrol altına alınamıyor
Tek şeritli ve tek yönlü bir otobanda yol almayan emperyalist-kapitalist sistemin egemenleri karşı taraftan, arkadan, sağdan veya soldan hızla gelenlerle kaza yapmadan bu badireyi nasıl atlatacaklar? Emperyalist büyük güçler arasındaki çelişki, çatışma ve gerilimlerin bastırılıp kontrol altına alınıp alınmayacağı sorunu bütün yakıcılığıyla güncelliğini koruyor. Hint-Pasifik’teki savaş odağı Quad’ın ortaklarından olan Avustralya’nın eski başbakanı Kevin Rudd’un, sertleşen ABD-Çin rekabetine dikkat çekerek “savaşın yakın olduğu”nu söylemesi ve bunun gerçekten gerekip gerekmediğini sorması, naifliği bir yana, gerçek anlamını burada buluyor.
“Geri dönen” ABD’nin kurtarıcı başkanı Biden, “diplomasiye öncelik” vereceği vaadine “insan hakları ve demokratik değerler”i önemseyeceğini de ekleyerek avlanma alanını genişletti. Birinci vaadiyle büyük emperyalist devletlerle bunalım içerisinde olan ilişkilerini düzeltmek istediği mesajını vermeyi hedeflerken, ikinci vaadi ile Batılı emperyalist devletlerinin sarsılan ideolojik-ahlaki hegemonyasını yeniden tesis etmenin en kullanışlı araçları olan liberalleri ve sosyal reformistleri avlayarak, Batı emperyalist blokuna bir “değerler manzumesi” sağlamayı umuyor.
İlişkileri onarma ve güven telkin etme platformu: Münih Güvenlik Konferansı
Başkanlık koltuğuna oturduktan sonra Pentagon’u ziyaret eden Biden, “Çin Görev Gücü” altında yeni bir birim kurduklarını ve bu birimde Çin’in askeri adımlarını yakından izleyeceklerini duyurdu. Biden’ın Dışişleri Bakanı Blinken ise Çin Dışişleri Bakanıyla yaptığı ilk telefon görüşmesinde, “Hint-Pasifik bölgesinde güvenliği tehdit ettiği” ve “uluslararası sisteme zarar veren eylemleri”nden dolayı Çin’i sorumlu tutacakları tehdidini savurdu.
Dış politikasını “en önemli küresel rakibimiz Çin” tanımlaması üzerine kuran Biden yönetiminin, çıkarları farklılaşan Batılı emperyalist devletleri Çin ve Rusya korkuluğuyla korkutup, aynı hedefler etrafında birleştirmesinin hiç de kolay olmadığı görünüyor. Batı emperyalist bloku kimi mecburiyetlerinden dolayı Çin ve Rusya’ya karşı yan yana gelseler de SSCB döneminde olduğu gibi ortak bir düşmandan yoksun olmaları, onların bu birliğini istikrarsızlaştırıyor.
ABD Başkanı Joe Biden, bu yıl video konferans üzerinden yapılan Münih Güvenlik Konferansı’nı, Avrupa ve NATO müttefiklerine ABD’nin tekrar güvenilir bir ortak olduğu mesajını vermenin platformu olarak kullandı. Bir önceki konferansta “sade bir vatandaş” olarak boy gösteren ve o zaman söylediği “Amerika geri dönecek” sözüne atıf yapan Biden, “Ben sözünün eri bir adamım. Amerika geri döndü. Bugün kısa bir süre önce başladığım görevde, ABD’nin Başkanı olarak konuşuyorum ve tüm dünyaya çok açık bir mesaj gönderiyorum. Amerika geri döndü. Transatlantik ittifak geri döndü. Ve geriye bakmayacağız” diyerek, müttefiklerini ve ortaklarını ABD şemsiyesi altında toplanmaya ve ileriye bakmaya çağırdı. Başkanlık döneminin Avrupa’daki ilk konuşmasında Biden, “Şüpheleri silmeme izin verin. ABD Avrupa Birliği’ndeki ortaklarımızla ve başkentleri ile yakın temasta çalışacaktır” sözleriyle, ortaklarının, Trump tarafından hırpalanıp örselenerek ayaklar altına alınan “gururlarını” okşadı. Transatlantik ittifakın ABD için tekrar öncelik olduğunu söyleyen Biden, NATO ortaklarından “Birine saldırı hepimize saldırıdır” ifadelerini kullanarak, NATO’ya bağlılıklarının “sarsılmaz” olduğunu vurguladı. Avrupalı ortaklarını, uzun dönemde Çin ile stratejik rekabete hazır olmaya çağırdı.
Geçen yıl yapılan Münih Konferansı kulislerinde ve burjuva medyada “ABD bir NATO müttefikini korumak için gerektiğinde silah gücüne başvurur mu? Avrupa Birliği ülkeleri savunma alanında daha yakın iş birliğine gitmeli mi?” gibi kuşku ve güvensizlik ortamında tamamlanan konferanstan sonra, bu yıl yapılan konferansta Biden’ın, NATO ortaklarından “Birine saldırı hepimize saldırıdır” ifadelerini kullanması emperyalist blokta belli bir rahatlama sağlasa da çelişki ve sorunları ötelemekten başka bir işe yaramadı.
Taraflar, geçen yılki konferansın “yıkıcı dinamikler” vurgusunun yerini bu yıl görünürde belli bir iyimserliğin almasını, netameli sorunlara değinmekten özellikle kaçınmalarına borçlular. Berlin, Çin ile ekonomik işbirliğinde ısrar etmeye devam ettiği için, güçlerini birleştirme arzusunun yanı sıra ilk gerilimler de ortaya çıkıyor. Alman emperyalizminin Kuzey Akımı-2 yaptırımlarının kaldırılması, Fransa ve Almanya’nın İran ve Rusya ambargosuna karşı olan itirazları gibi farklılaşan çıkarlar da ortak hareket etmenin alanlarını daraltıyor.
Kapitalist tekeller Çin pazarından ayrılmayı düşünmüyorlar
Münih Konferansı’nı önceleyen haftalarda Çin’de yatırımı olan ve pandemiye rağmen cirosunu ve kârlarını artıran Alman kapitalist tekelleriyle yapılan anket çalışmasının sonuçları açıklandı. Anket sonuçlarına göre Çin’de yatırımı olan Alman şirketlerinin neredeyse tamamı (%96) Çin pazarından ayrılmayı düşünmüyor. Yapılan araştırmaya göre, koronaya rağmen geçen yıl Alman şirketlerinin yüzde 39’u Çin’deki cirolarında artış sağlarken, yüzde 42’si de kârlarını artırmayı başardı. Buna ek olarak, ankete katılan şirketlerin yaklaşık dörtte biri, cirolarını kabaca 2020’de bir önceki yılın seviyesinde tutmayı başardıklarını söylüyorlar. (Deutsche Unternehmen blicken optimistisch nach Fernost ,www.wiwo.de) Çin ile Avrupa Birliği arasında yapılan ticaretin hacmi ABD-AB ticaretini ilk defa 2020 yılında geride bıraktı ve böylece Çin, AB’nin en büyük ticaret ortağı haline geldi.
Yeni şeyler söyleme ve kurmanın zamanı
Dünya kapitalizmi 2008 mali çöküşünün şiddetlendirdiği ekonomik ve toplumsal krizi atlatamadan, pandemi sınavıyla yüz yüze kaldı. Kapitalist sisteme ağır bir darbe indiren pandemi süreci, sistem krizinde içkin olan ideolojik, kültürel ve ahlaki çürümenin görünür hale gelmesini sağlayan önemli bir faktör oldu.
Son bir yılda, Covid-19 salgınına karşı mücadele yerine sürü bağışıklığıyla insanları kaderleriyle baş başa bırakan kapitalist sistem ve onun “özgürlük diyarı” Amerika’nın ihtişamı bir çırpıda yerle bir oldu. Salgından dolayı dünya genelinde 2,5 milyondan, ABD’de 500 binden ve Avrupa’da 800 binden fazla insan yaşamını yitirdi. “Covid-19 aşılarının yüzde 75’ini sadece 10 ülke kullanırken 130’dan fazla ülkeye tek bir doz aşı bile gitmedi” diyen BM Genel Sekreteri Guterres, sermayenin çıkarları uğruna insanların yaşam haklarının hiçe sayılmasını, salgının beraberinde getirdiği “ahlaki bir rezalet” olarak tanımladı.
İnsanlık dramının yaşandığı ve bu daramın kapitalist özel mülkiyet hırsından kaynaklandığı açığa çıkmışken, Biden ne kadar çırpınsa da derinleşen toplumsal, ulusal, bölgesel ve cinsler arasındaki eşitsizlikten dolayı temelleri sarsılan toplumları, çözüm yolları arayan insanlar tarafından “petrol hakkı” olarak telaffuz edilen “insan hakları” gibi çekiciliğini yitirmiş bir “ülkü” etrafında birleştirmesi oldukça zordur. Dünyadaki yüzde birlik asalak-mutlu azınlık içerisinde yer alan Bill Gates’in, “Önümüzdeki 30 yıl içerisinde yapmayı planladığımız geçişlerden hiçbiri uygulanmadı. Her yıl atmosfere 51 milyon ton sera gazı salınıyor. Ulaşmamız gereken miktar ise sıfır” itirafı, salgın, yoksulluk, eğitim, sağlık ve temiz su hakkı gibi temel hakların yanı sıra iklim değişikliği gibi temel sorunların çözümünde de kapitalist sistemin başarısızlığını tescilliyor. Şimdi yeni şeyler söyleme ve yeni bir dünya hayal etme zamanıdır:
“Her gün bir yerden göçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait…
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…”
(Mevlâna Celâleddin)