Kasım 1918’de patlak veren, 1919-1920 yılları boyunca karmaşık bir süreç olarak ilerleyen ve ancak 1923 yılı sonbaharında tümüyle yenilgiye uğratılabilen Alman Devrimi’nin 100. yılındayız. Kiel’de denizcilerin ayaklanmasıyla başlayan, hemen ardından tüm Almanya’ya yayılan ve çok geçmeden işçi sınıfı eksenli bir harekete dönüşen Alman Devrimi, deneyimleri ve dersleri bakımında paha biçilmez önemdedir. Denebilir ki bu açıdan Ekim Devrimi’yle kıyaslanabilir değerdedir.
Kızıl Bayrak, Karl Liebknecht’in burada yayınladığımız yazısından başlayarak önümüzdeki haftalar boyunca Alman Devrimi’ne ilişkin çeşitli türden yazılara ve değerlendirmelere genişçe yer verecektir. Bu vesileyle okurlarımızı bu çok öğretici devrimi çok yakından ve her yönüyle incelemeye çağırıyoruz. Kızıl Bayrak kendi değerlendirmeleri, kaynak yönlendirmeleri ve iktibas metinlerden oluşacak yayınıyla, bunu olanaklı olduğunca kolaylaştırmaya çalışacaktır.
Orijinal başlığı “Spartaküs Birliği ne istiyor?” olan bu metin (Liebknecht’in 23 Aralık 1918’de Berlin’de yaptığı konuşma), Alman Devrimi’nin ilk haftalardaki görünümü, sınırları, sorunları, çelişkileri, geleceğe dönük potansiyelleri ve nihayet Spartakistler’in devrimin seyrine ve geleceğine bakışı bakımından amaca fazlasıyla uygun bir başlangıç metnidir. (“Devrim buradadır, gerçekleşmelidir!” olarak seçtiğimiz başlık, metinden alınmış bir ifadedir.)
***
Şu an için bize her şeyden önce gereken şey, siyasetimizin hedeflerine ilişkin açık bir düşünceye sahip olmamızdır. Devrimin ilerleyişini çok açık bir biçimde anlamaya, gelecekteki görevimizin ne olduğunu görmek için bugüne kadar olanları kavramaya ihtiyacımız var.
Şimdiye kadar Alman devrimi savaşa son vermek ve savaşın sonuçlarının üstesinden gelmeyi amaçlayan bir girişimdi yalnızca. İşte bunun içindir ki, yaptığı ilk hareket düşman güçlerle mütareke yapmak ve eski düzenin liderlerini devirmekti. Bütün devrimcilerin şimdiki görevi bu kazanımları güçlendirmek ve genişletmektir.
Bugünkü hükümetin rakip güçlerle görüşme konusu mütarekenin bu güçler tarafından Almanya’yı boğazlamak için kullanıldığını görüyoruz. Ama bu proletaryanın amaçlarına ters düşmektedir, çünkü böyle bir davranış değerli ve kalıcı bir barış idealiyle uyuşamaz.
Dünya proletaryası gibi Alman proletaryasının amacı da, şiddete dayalı geçici bir barış değil, hukuka dayalı kalıcı bir barıştır. Kendi doğasına uygun olarak İtilaf ülkelerinin emperyalist hükümetleriyle geçici bir barış imzalamaya çabalamaktan başka bir şey yapmayan bugünkü hükümetin barışı değildir bu; bugünkü hükümet sermayenin temellerine dokunmayı istememektedir.
Kapitalizm kendini sürdürdükçe, -bütün sosyalistler bunu pek iyi bilirler- savaşlar da kaçınılmaz olacaktır. Dünya savaşının nedenleri nelerdir? Kapitalizmin egemenliği proletaryanın sömürülmesi anlamına gelir, kapitalizmin dünya pazarına gittikçe artan biçimde yayılması demektir. Değişik ulusal grupların kapitalist güçleri burada şiddetle karşı karşıya gelirler ve bu iktisadî çatışma da tartışılmaz biçimde siyasal ve askerî güçlerin karşılaşmasına, savaşa sürükler. Halklar arasına kalıcı bir barış getirmesi gereken Milletler Cemiyeti düşüncesiyle bizi yatıştırmak istiyorlar şimdi de. Sosyalistler olarak, böyle bir kuruluşun değişik ülkelerin yönetici sınıfları arasındaki bir ittifaktan, kapitalist kimliğini gizlemeyen, proletaryaya karşı yöneltilmiş olan ve kalıcı bir barışı sağlayacağı yolunda güvence veremeyen bir ittifaktan başka bir şey olmadığını çok iyi biliyoruz.
Kapitalist düzenin temelindeki rekabet biz sosyalistler için kardeş katliamı demektir; bizler tersine, insanların uluslararası topluluğunu istiyoruz. Yalnız proletarya kalıcı ve değerli bir barışa istek duyar; İtilaf emperyalizmi bu barışı hiçbir zaman veremeyecektir Alman proletaryasına; Alman proletaryası bu barışı Fransa’daki, İtalya’daki ve Amerika’daki kardeşlerinden edinecektir. Dünya savaşına kalıcı ve değerli bir barışla son vermek, ancak uluslararası proletaryanın eylemiyle mümkündür. Temel sosyalist öğretimizin bize öğrettiği şey budur işte.
Şimdi, bu müthiş katliamdan sonra, tek bir dökümle elde edilen bir eser yaratmak söz konusudur gerçekte. Bütün insanlık dünya savaşının ateşten potası içine atılmıştır. Döve döve yeni bir dünya yaratmak için proletarya çekici almıştır eline.
Proletarya yalnızca savaştan ve savaşın yıkımlarından değil, ama savaşın gerçek nedeni olan, kapitalist düzenin kendisinden de acı çekmektedir. Kapitalist düzeni kaldırmak, proletaryanın biricik kurtuluş yoludur, kendisine karanlık kaderinden kaçma imkânını veren biricik yoldur.
Bu amaca nasıl ulaşılabilir? Bu soruya cevap vermek için, yalnızca proletaryanın, kendi eylemi sayesinde, kölelikten kurtulabileceğini açıkça anlamak gerekir. Bize şöyle deniliyor: Millet Meclisi özgürlüğe götüren yoldur, ne var ki Millet Meclisi sosyalizmin her zaman zorunlu kıldığı demokrasi değildir, biçimsel bir siyasal demokrasidir yalnızca. Oy pusulası kapitalist düzeni kaldırmaya ve devirmeye imkân veren kaldıraç değildir kesinlikle. Çok sayıda ülkenin, örneğin Fransa’nın, Amerika’nın, İsviçre’nin, uzun zamandan beri bu biçimsel demokrasiye sahip olduğunu biliyoruz. Ama bu demokrasilerde de, sermaye hüküm sürmektedir.
Millet Meclisi seçimlerinde sermayenin etkisinin, iktisadî üstünlüğünün kendini en yüksek derecede duyurması olağandır. Sermayenin üstünlüğünün etkisi ve baskısı altında, nüfusun büyük kitleleri kendi gerçek çıkarlarıyla çelişki içine girecekler ve oylarını kendi rakiplerine vereceklerdir. Bu neden dolayısıyla bile, Millet Meclisi hiçbir zaman sosyalist iradenin bir zaferi olmayacaktır. Biçimsel parlamenter demokrasinin sosyalizmin gerçekleşmesine özgü koşulları yarattığına inanmak yanlıştır. Tam tersine gerçek bir demokrasinin varoluşunun temel koşulu gerçekleşmiş olan sosyalizmdir. Devrimci Alman proletaryası eski Reichstag’ın Millet Meclisi gibi yeni bir biçimde yeniden doğuşundan hiçbir şey umut edemez, çünkü bu da Königsplatz’daki eski “gevezelikler mağazası”yla aynı özelliğe sahip olacaktır.
Savaştan önce ve savaş sırasında da, orada Alman halkının kaderini gene aynı derecede kaçınılmazcasına belirlemeye çalışan bütün o eski efendileri yeniden bulacağız hiç kuşkusuz. Ve bu Millet Meclisi’nde burjuva partilerin çoğunluğa sahip olacakları da gene aynı derecede muhtemeldir. Ama durum böyle olmasa bile, eğer Millet Meclisi, sosyalist bir çoğunluğa sahip olarak, Alman ekonomisinin toplumsallaştırılması kararını alsa bile, böyle bir parlamenter karar basit bir kâğıt paçavrası olarak kalacak ve kapitalistlerin amansızca tepkisiyle karşılaşacaktır. Sosyalizm, parlamentoda ve parlamentonun yöntemleriyle gerçekleştirilemez; burada belirleyici olan etken, proletaryanın devrimci mücadelesidir; proletarya, yalnızca bu mücadele sayesinde, kendi isteklerine uygun bir toplumu kurabilir duruma geçecektir.
Kapitalist toplum az çok üstü örtülü şiddetin egemenliğinden başka bir şey değildir. Şimdi de, proletaryanın gerçekleştirdiği ve yasa dışı bir eylem, bir tür tarihsel yanlış anlama olarak kabul edilen devrimi aşağılamaya ve yok etmeye, önceki “düzen”in yasallığına geri dönmeye yöneliyor. Ama eğer savaş sırasında proletarya en ağır fedakârlıklara katlandıysa bu boşuna olmamıştır: Bizler, devrimin öncüleri, bir kenara itilmemize izin vermeyeceğiz. Sosyalizmin hükümdarlığını kuruncaya kadar görevimizin başında kalacağız.
9 Kasım günü proletaryanın ele geçirdiği siyasal iktidar daha şimdiden kısmen elinden koparılıp alındı, ve her şeyden önce de, yönetimin en yüksek mevkilerine kendisinin güvenini kazanmış kişileri getirme iktidarı elinden alındı. Egemenliğine karşı ayaklandığımız militarizm de hâlâ hayattadır. Proletaryayı sahip olduğu mevzilerden kovmaya sürükleyen nedenlerin neler olduklarını pek iyi biliyoruz. Devrimin başlangıcında, asker konseylerinin durumu her zaman açıkça anlamadıklarını biliyoruz. Bu konseylerin saflarına çok sayıda kurnaz, hesapçı, ucuz devrimci, eski düzenin yıkılmasından sonra, kendi hayatlarını kurtarmak için yeni düzenle birleşen kalleşler sızmıştı. Pek çok durumda, asker konseyleri böyle kişileri önemli mevkilere getirdi, böylece tilkiyi kümese muhafız koymuş oldu. Öte yandan, bugünkü hükümet eski genel kurmayı yeniden kurdu ve böylelikle de iktidarı subayların eline verdi.
Eğer şimdi Almanya’nın her yanında karışıklık hüküm sürüyorsa, bunun suçu, egemen sınıfların iktidarını kaldırmaya çalışan devrime değil, ama bu egemen sınıfların kendilerine ve onların tutuşturdukları savaş ateşine yüklenmelidir. “Düzen ve huzur hüküm sürmelidir” diye bağırıyor bize burjuvazi, ve düzen ile huzurun yeniden sağlanması için, proletaryanın uzlaşması gerektiğini! İktidarını, devrim maskesi altında, şimdi karşı-devrimi hazırlayanların ellerine vermesi gerektiğini düşünüyor. Kuşku yok ki, devrimci bir hareket cilâlanmış bir yer döşemesi üstünde süremez, yeni bir toplum için, kalıcı bir barış için verilen mücadelede kıymıklar ve yongalar da vardır.
Seferberliğe son verilmesi amacıyla ordu yüksek komutanlığını generallere geri vererek hükümet seferberliğe son verilmesini daha da güçleştirdi. Askerlerin özgür disiplinine bırakılmış olsaydı, kesinlikle çok daha düzenli biçimde gerçekleştirilmiş olurdu. Buna karşılık, halkın hükümetinin yetkisiyle silahlanmış olan generaller bütün yolları kullanarak askerler arasında hükümete karşı nefret uyandırmaya çalıştılar. Kendi yetkilerini kullanarak, asker konseylerini kaldırdılar, daha devrimin ilk günlerinden başlayarak kızıl bayrağı yasakladılar ve bu bayrağı kamuya açık yapılardan kaldırdılar. Bütün bunlar, burjuvazinin “düzen”ini sürdürmek için, gerektiğinde kan içinde de, devrimi boğan hükümetin hesabına yazılmalıdır.
Ve bir de terörü, iç savaşı, kan dökülmesini bizim istediğimiz ileri sürülüyor, rakiplerimizin düzeni yeniden kurulsun diye devrimci görevlerimizden vazgeçmemiz öğütleniyor! Kan dökülmesini isteyenler bizler değiliz. Ama şu kesin ki, buna imkân bulduğunda, gericilik devrimi kan içinde boğmak için bir an bile duraksamayacaktır. Henüz kısa bir süre önce yüklendiği alçaklık ve zalimlik suçunu hatırlayalım. Ukrayna’da bir cellat gibi çalıştı; Finlandiya’da binlerce işçiyi öldürdü. Alman emperyalizminin ellerindeki kan damlaları işte bunlardır; bugün ise Alman emperyalizminin sözcüleri yalan söyleyen basın organlarında, biz sosyalistleri, terör ve iç savaş istemekle suçluyorlar.
Hayır! Toplumun ve ekonominin dönüşümünün, düzen içinde gerçekleşmesini istiyoruz yalnızca. Ve eğer karışıklık ve iç savaş olursa, bunun suçu yalnızca egemenliklerini ve çıkarlarını her zaman silâh yoluyla güçlendiren ve genişletenlere ve bugün de proletaryayı boyunduruk altına almak isteyenlere yüklenecektir.
O halde proletaryayı şiddete ve kan dökülmesine değil, ama dünyanın yeniden kurulmasını eline geçirmesi için canlı devrimci eyleme çağırıyoruz. Proleter ve asker kitlelerini, işçi ve asker konseylerinin oluşturulması için ateşli biçimde çalışmaya çağırıyoruz. Devrimin ezilen sınıfların çıkarına uygun olarak sürüp gelişmesini ancak bu şekilde sağlama alabiliriz. Devrimci proletarya, burjuva öğeleri bütün siyasal ve toplumsal mevzilerden uzaklaştırmak için bir an bile duraksamamalıdır; bütün iktidarı kendi ellerine almalıdır. Kuşkusuz, iktisadî hayatın toplumsallaşmasını başarmak için, burjuva aydınların, uzmanların, mühendislerin işbirliğine ihtiyacımız olacak, ama bunlar proletaryanın denetimi altında çalışacaklar.
Devrimin bütün bu acil görevlerinden hiçbirine bugünkü hükümet daha henüz girişmedi. Buna karşılık, devrimi durdurmak için her şeyi yaptı. Ve şimdi de, kendisinin de işe katılmasıyla kırlarda, yani proletaryanın, özellikle de kır proletaryasının her zaman için en amansız ve en gerici rakibi olan nüfusun bu kitlesi içinde köylü konseylerinin oluşturulduğunu öğreniyoruz. Devrimciler bütün bu dolaplara canlı biçimde karşı çıkmalıdırlar. İktidarlarını kullanmalı ve kararlılıkla sosyalizm yoluna sapmalıdırlar.
Bu yöndeki ilk adım, bütün silâh sanayisini ve silâh depolarını proletaryanın denetimine vermek olacaktır. Daha sonra, büyük sınaî ve tarımsal işletmeler topluluğa devredilecektir. Almanya’da bu ekonomi dalında görülen merkezîleşme derecesi göz önüne alındığında, üretimin bu sosyalist dönüşümü oldukça hızlı biçimde gerçekleştirilebilecektir. Bunun dışında, orta sınıfın da ve her şeyden önce de bu sınıfın da, ilgili olduğu çok gelişmiş bir kooperatif sistemine sahibiz. Bu da, sosyalizmin etkili biçimde gerçekleşmesi için elverişli bir etkendir.
Bu toplumsallaşmanın uzun süreli bir süreç olduğunu çok iyi biliyoruz; bu görevde, özellikle de halkımızın bugün içinde bulunduğu tehlikeli durumda, karşılaştığımız güçlükleri hiçbir şekilde kendimizden gizlemiyoruz. Bir devrim için ve sosyalizmin gerçekleşmesi için elverişli anı insanların kendi isteklerine göre seçebileceklerine ciddî olarak kim inanabilir? Tarihin ilerleyişi bu değil gerçekten! Şunu söylemek değil söz konusu olan: Sosyalist devrim, bugün ve yarın için uygun değildir bize, ama daha ertesi gün, buna daha iyi hazırlanmış olduğumuzda, yeniden ekmeğe ve hammaddelere sahip olduğumuzda, kapitalist üretim tarzımız yeniden tam yol ilerlemeye başladığında, işte o zaman sosyalizmin gerçekleşmesini tartışmaya hazır olacağız. Hayır, tarihsel devrimin doğasına ilişkin kesinlikle yanlış ve gülünç bir anlayıştır bu.
Ne bir devrim için uygun olan anı seçebilir ne de bu devrimi bize uygun gelen bir tarihe erteleyebiliriz. Çünkü devrimler temelde, patlak verip ilerlemeleri ayrı ayrı bireylere bağlı olmayan ve bu bireyleri aşıp, müthiş kasırgalar gibi boşalan büyük ilksel bunalımlardan başka bir şey değildirler! Daha o zaman Marx bize, toplumsal devrimin kapitalizmin bir bunalımı sırasında ortaya çıkacağını öğretti. İşte, bu savaş bir bunalımdır tam da ve işte bunun içindir ki, sosyalizmin saati çalmıştır.
Devrimin arifesinde, Cuma’yı Cumartesi’ye bağlayan o ünlü gece sırasında (8 Kasım’ı 9 Kasım’a bağlayan gece), sosyal demokrat partilerin önderleri, devrimin yaklaşmakta olduğundan kuşku duymuyorlardı. Asker ve işçi kitlelerinin içindeki devrimci kaynaşmanın bu denli ilerlemiş olduğuna inanmak istemiyorlardı... Ama büyük savaşın başlamış olduğunu öğrendiklerinde, hepsi koşuştular: Yoksa, hareketin kendilerini aşması tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardı.
Belirleyici an geldi. Bunu zamansız bulup, tam da şimdi ortaya çıkmış olmasından yakınanlar budala ve aptaldırlar. Her şey bizim kararlılığımıza, devrimci irademize bağlıdır. Bu kadar uzun zaman boyunca, hazırlandığımız büyük görev, şimdi bizi kendisini yerine getirmeye zorluyor. Devrim buradadır, gerçekleşmelidir! Kendi kendimize kim diye değil, ama yalnızca nasıl diye sormalıyız. Sorun ortaya konulmuştur ve içinde bulunduğumuz durum güç olduğu için de, bundan devrimi yapma anının daha henüz gelmediği sonucunu çıkarmamalıyız.
Şimdiki anın güçlüklerini hiçbir şekilde bilmezlikten gelmediğimizi tekrarlarım. Her şeyden önce, Alman halkının daha hâlâ hiçbir deneye, hiçbir devrimci geleneğe sahip olmadığının bilincindeyiz. Ne var ki öte yandan da toplumsallaşma görevi her türlü koşul tarafından, Alman proletaryası için başlıca anlamda kolaylaştırılmıştır. Programımıza karşı olanlar, işsizlikle, hammadde ve besin maddeleri kıtlığıyla mücadele ettiğimiz bugünkü kadar tehdit edici bir durumda, ekonominin toplumsallaştırılmasına girişmenin imkânsız olduğunu söyleyerek bize karşı çıkıyorlar. Ama kapitalist sınıf hükümeti, tam da savaş sırasında, dolayısıyla en azından aynı ölçüde tehlikeli bir durumda, üretimi ve tüketimi baştan aşağı dönüştüren son derece cesur iktisadî tedbirler almadı mı? Ve bütün bu tedbirler, militaristlerin ve egemen sınıfların çıkarına, kendi varlıklarını sürdürmelerini mümkün kılmak için, savaş amaçlarına hizmet etmek için alınmışlardı.
Savaş ekonomisinin tedbirleri Alman halkının kendi kendine uyguladığı disiplin sayesinde alınabildiler ancak: O dönemde, uygulanan bu özdisiplin soykırımın hizmetindeydi ve halkın çıkarlarına ters düşüyordu. Halkın çıkarlarına hizmet etmesi gereken bugün, eskiden hiçbir zaman olmadığı kadar derin dönüşümleri gerçekleştirebilecektir. Sosyalizmin hizmetinde olarak, toplumsallaşmayı yaratacaktır. Bu iktisadî tedbirleri savaş sosyalizmi olarak niteleyenler sosyal yurtseverlerdi ve askerî diktatörlüğün gayretkeş hizmetkârı Scheidemann da bu tedbirleri coşku içinde yasakladı. Öyleyse, bu savaş sosyalizmini ne olursa olsun, sosyalizm alameti altında gerçek toplumsallaşmanın gerçekleşmesi için yolu hazırlayacak olan, iktisadî hayatımızdaki bir dönüşüm olarak kabul etmeliyiz.
Bu toplumsallaşma kaçınılmazdır: Günümüzde bu kadar yakınılan düzensizliği aşmamız gerektiği için gerçekleşmelidir tam da. Ama bu düzensizlik dünkü yöneticiler, kapitalizmin iktisadî ve siyasal güçleri dümen başında oldukları sürece aşılamaz: Bu karışıklığı onlar yarattılar.
Müdahale etmek ve cesur ve hızlı bir biçimde hareket etmek hükümetin ödevi olurdu. Ama toplumsallaştırmayı bir adım bile ileri götürmedi. Erzak sorununu çözümlemek için ne yaptı? Halka şöyle diyor: “Çok uslu olman ve düzgün biçimde hareket etmen gerekiyor, işte o zaman Wilson sana besin maddesi gönderecek.” Bütün burjuvazi, bize, günbegün bunu söylüyor; bundan daha henüz birkaç ay önce, Birleşik Devletler başkanına çamur atmak için yeterince hakaret edici söz bulamayanlar, şimdi onun için coşkuya kapılıyor ve kendisinden besin maddesi elde etmek için, hayranlıkla ayaklarına kapanıyorlar. Evet, kuşkusuz, Wilson ve dostları bizlere yardım edecekler belki, ama İtilaf kapitalizminin çıkarlarına denk düştüğü ölçüde yardım edecekler yalnızca. Şimdi, proleter devrimin bütün gizli ya da açık düşmanları Wilson’ı Alman halkının bir dostu gibi övmek için acele ediyorlar; oysa, Foch’un zorla kabul ettirdiği zalimce mütareke koşullarını onaylayan ve halkın yoksulluğunu sonsuza varıncaya kadar arttıran da işte bu hümanistlik yalanına, bizler, devrimci sosyalistler, bir an için bile inanmıyoruz. Burjuvazi ile sosyal yurtseverlerin şimdi yaymakta oldukları bu yalan, gerçekte, neye hizmet ediyor? Proletaryayı, devrim yoluyla kazandığı iktidarı terk etmeye ikna etmeye.
Tuzağa düşmeyeceğiz, sosyalist siyasetimizi Alman proletaryasının granit temeline, uluslararası sosyalizmin granit temeline dayandırıyoruz. Toplumsal devrimi başlatmış olan bizlerin, İtilaf sermayesinin iyilikseverliğine çağrıda bulunmamız, proletaryanın ne saygınlığına, ne de devrimci görevine uygun düşer: Fransalı, İngiltereli ve Amerikalı proleterlerin savaşçılığına ve devrimci dayanıklılığa güveniyoruz. Her türlü sosyalist ruhtan yoksun olan, ödlekler ile inançsızlar savaştan galip ayrılan ülkelerde sosyalist bir devrimin patlak vermesini beklediğimiz için deli olduğumuzu söylüyorlar. Gerçekte durum ne? Elbette, şu anda, sanki söylenen bir slogan peşinden, İtilaf ülkelerinde devrimin patlak vereceğini beklemek budalalık olacaktır. Umudumuz ve amacımız olan dünya devrimi, art arda, birkaç gün ya da birkaç hafta içinde, patlak vermek için, son derece engin bir tarihsel süreçtir. Rus sosyalistleri Alman devrimini Rus devriminin zorunlu sonucu olarak öngördüler. Ama bu devrimin patlak vermesinden bir yıl sonra bile, bizde her şey sakindi, tâ ki en sonunda saat çalıncaya kadar.
İtilaf ülkeleri halkları arasında belirli bir zafer sarhoşluğunun şu anda hüküm sürmesi anlaşılır bir şeydir. Alman militarizminin ezilmesinin, Fransa’nın ve Belçika’nın kurtuluşunun neden olduğu sevinç o kadar büyük ki, şu an için, bizim eski düşmanlarımızın işçi sınıfından devrimci bir yankı beklememeliyiz. Bunun dışında, İtilaf ülkelerinde hâlâ geçerli olan sansür, devrimci proletaryayla birleşmeye çağrıda bulunacak olan herkesi kabaca susmaya zorlayacaktır. Aynı şekilde, sosyal yurtseverlerin canice ihanet siyasetlerinin sonucunun savaş sırasında proletaryanın uluslararası bağlarını koparmak olduğunu da unutmamak gerekir.
Gerçekten, Fransız, İngiliz, İtalyan ve Amerikalı sosyalistlerden hangi devrimi beklemekteyiz? Bu devrimin amacı ve kimliği ne olmalıdır? 9 Kasım devrimi, ilk aşamasında, demokratik bir cumhuriyetin kurulmasını kendine görev edindi, burjuva bir programa sahipti; gelişmesinin bugünkü aşaması içinde, gerçekte de bundan daha ileri gitmediğini çok iyi biliyoruz. Ne var ki İtilaf ülkeleri proletaryasından hiçbir şekilde böyle bir devrim beklemiyoruz, çünkü Fransa, İngiltere, Amerika ve İtalya 9 Kasım’da bizim uğrunda çarpıştığımız bu demokratik özgürlüklerden uzun zamandan beri, on yıllardan ve hattâ yüz yıllardan beri yararlanıyorlar. Bu ülkeler cumhuriyetçi bir anayasaya sahiptirler, bu kadar övülen Millet Meclisi işte bize tam da böyle bir anayasa vermelidir, çünkü İngiltere’de, İtalya’da krallık artık basit bir dekordan, basit bir görünüşten başka bir şey değildir. O halde İtilaf ülkelerinin proletaryasından toplumsal devrimden başka hiçbir devrimi bekleyemeyiz; ama, eğer bu bekleyişimiz doğrulanmışsa bile, öteki ülkelerin proletaryasından, kendi kendimize yapmadığımız sürece, toplumsal devrimi yapmasını isteyebilir miyiz? Bu yönde ilk adımı biz atmalıyız. Alman proletaryası iyi örneği ne kadar hızlı ve cesur biçimde gösterirse, devrimimiz de sosyalizme doğru o kadar hızlı ve cesurca ilerleyecek ve İtilaf ülkelerinin proletaryası da o kadar hızlı biçimde izleyecektir bizi.
Ama bu büyük sosyalizm tasarısının başarıya ulaşması için, proletaryanın siyasal iktidarı elinde tutması zorunludur. Şimdi artık tereddüt edecek hiçbir şey yok, ya biri ya öteki: Ya burjuva kapitalizm kendini sürdürür ve uyguladığı sömürü ve ücret köleliğiyle ve sürekli biçimde hükmünü sürdürdüğü savaş tehlikesiyle birlikte insanlığı mutlu etmeye devam eder; ya da proletarya, kendisini her türlü sınıf egemenliğini kesin olarak ortadan kaldırmaya doğru iten kendi tarihsel görevinin ve sınıf çıkarının bilincine varır.
Şimdi, sosyal yurtseverler ve burjuvalar, halka, devrimin tehlikelerinin korkunç bir tablosunu sunarak, toplumsal koşulların dönüşümüne eşlik edecek altüst olmaları, yıkımı ve yoksulluğu en karanlık renklerle betimleyerek, halkı kendi tarihsel görevinden vazgeçirmeye çalışıyorlar. Ne var ki, sunulan bu karanlık tablo boşunadır! Bu koşulların kendileri, kapitalizmin kendisinin yıktığı iktisadî hayatı yeniden kurmadaki güçsüzlüğü, halkı tartışma götürmez biçimde toplumsal devrim yoluna doğru iten şey bunlardır işte. Şu son günlerdeki büyük grev hareketlerini göz önüne alırsak, devrim sırasında bile, patronlar ile ücretliler arasındaki çatışmanın hâlâ canlı olduğunu görürüz. Proleter sınıf mücadelesi, burjuvazi eski egemenliğinin yıkıntıları üstünde kendini sürdürdükçe sürecektir ve ancak toplumsal devrim zafere ulaştığında duracaktır.
Spartaküs Birliği’nin istediği budur işte. Şimdi, Spartaküs’ün adamlarına tasarlanabilen tüm yollarla saldırılıyor. Burjuvazinin ve sosyal yurtseverlerin basını, Vorwarts’ten Kreuzzeitung’a varıncaya kadar, en utanmaz yalanlarla, en rezil çarpıtmalarla ve en aşağılık iftiralarla doludur. Bizi neyle suçlamıyorlar ki? Terör ilân etmekle, korkunç bir iç savaş başlatmayı istemekle, silahlı ayaklanmaya hazırlanmakla; kısacası, dünyada var olan en tehlikeli ve bilinçten yoksun kanlı köpekler olmakla; çürütülmesi kolay yalanlar. Dünya savaşının başlangıcında çevremde, savaşa ve savaş sarhoşluğuna karşı mücadele etmeye kendilerini adamış, küçücük bir avuç cesur devrimciyi topladığımda, bize her yandan saldırıldı, peşimize düşüldü ve zindana atıldık. Ve o zamanlar hiç kimsenin söylemeye cesaret edemediği ve çok az kişinin de kabul edebildiği şeyleri, yani Almanya’nın ve askerî ve siyasî yöneticilerinin savaştan sorumlu olduklarını, açıkça ve yüksek sesle söylediğimde, bana aşağılık bir vatan haini olduğum, İtilafın paralı ajanı olduğum, Almanya’nın mahvını isteyen bir vatansız olduğum suçlaması yapıldı. Sesimizi kesmek ve şovenizm ile militarizmin korosuna katılmak bizim için çok daha uygun olurdu. Ama kendimizi attığımız tehlikeden çekinmeden, gerçeği söylemeyi tercih ettik. Şimdi, bozgundan ve devrimin ilk günlerinden sonra, halkın gözleri açıldı, öyle ki prensleri, pan-germenistleri, emperyalistleri ve sosyal yurtseverleri tarafından felâkete itilmiş olduğunu anlıyor. Ve Alman halkına kendisini gerçek özgürlüğe ve kalıcı bir barışa götürebilecek tek yolu göstermek için sesimizi yeniden yükselttiğimiz şimdi de, zamanında bize ve gerçeğe saldırmış olan kişiler eski yalan ve iftira kampanyalarına başlıyorlar yeniden. Ama istedikleri kadar hırlayabilir ve salyalarını akıtabilirler, havlayan köpekler gibi peşimizden koşabilirler, bizler şaşmadan doğru yolumuzda, devrim ve sosyalizm yolunda ilerlemeye devam edeceğiz ve kendi kendimize de şöyle diyeceğiz: “Çok düşman mı var, şeref de çok öyleyse!” Çünkü Alman proletaryasını zafer ve başarı vaat ederek, “sonuna kadar dayanması”nı isteyerek ve sermaye ile emek arasında utanç verici kutsal birliği imzalayarak 1914’te aldatan caniler ve hainler, proletaryanın devrimci mücadelesini boğmaya girişenler ve her grevi yetkililerin ve sendikal aygıtlarının yardımıyla yasa dışı grev diyerek ezen kişiler, şimdi 1918’de, ulusal anlaşmadan söz ediyorlar yeniden ve devletimizin yeniden oluşturulması amacıyla bütün partilerin dayanışmasını ilân ediyorlar.
Millet Meclisi, burjuvazi ile proletaryanın bu yeni birliğine, 1914’ün yalanının bu haince devamına hizmet etmelidir. İşte gerçek görevi bu olmalıdır. Proletaryanın devrimci sınıf mücadelesi işte onun yardımıyla ikinci kez boğulmaya çalışılıyor. Ama gerçekte Millet Meclisi’nin arkasında, Almanya’nın uğradığı bozguna rağmen, ölmemiş olan yaşlı Alman emperyalizminin bulunduğunu anlıyoruz. Hayır, ölmemiştir ve eğer yaşamaya devam ederse, proletarya devriminin meyvelerinden yoksun kalacaktır.
Bu olmamalıdır. Demir hâlâ sıcak, şimdi onu dövmemiz gerekli. Şimdi ya da hiçbir zaman! Ya devrimci bir sıçrayış içinde kendimizi kurtarmayı denediğimiz, geçmişin eski bataklığına yeniden düşeriz; ya da mücadeleyi zafere ulaşıncaya kadar, tüm insanlığın köleliğin lanetinden kurtuluşuna kadar sürdürürüz. Bu büyük eseri -insan uygarlığının önüne konulmuş en önemli ve en soylu görevi-zaferle sonuçlandırabilmemiz için, Alman proletaryası diktatörlüğünü kurmalıdır.
(Karl Liebknecht, Seçme Yazılar / Militarizme Karşı Sınıf Mücadelesi, Belge Yayınları, Kasım 2009, s. 333-346)