(1. Bölüm)
Dönemlendirme ve tanımlamalar
Gerici burjuva tarihçileri, özellikle de resmi Alman tarihçileri, Alman Devrimi denilince, 3 Kasım 1918’de Kiel’de başlayıp burjuva cumhuriyetinin zorunlu ilanına yolaçan ve 1919 Şubat’ında Ulusal Meclis’in toplanmasıyla noktalanan (herhalde büyük ölçüde yersiz ve talihsiz olan!) olaylar serisini anlarlar. Sonrası onlar için “anarşi” ve “bozgunculuğa” karşı “kanun” ve “düzen”in yeniden tesis edilmesi çabasından öte bir anlam taşımıyor olmalıdır. İlerici burjuva tarihçilerinin birçoğu, sürecin sonraki seyrini ele aldıkları durumlarda bile, devrim dönemini tanımlarken “1918/19 Alman Devrimi” demeyi tercih etmektedirler. Devrim’in 60. Yıldönümü vesilesiyle Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde parti Merkez Komitesi denetiminde yayınlanan kapsamlı belgesel/resimli tarih çalışması da kendini bu aynı tarih dilimiyle sınırlamaktadır. Nitekim konunun sunuluşu Bavyera’daki Sovyet iktidarının 1919 Mayıs’ındaki yıkılışıyla noktalanmaktadır. (Illustrierte Geschichte der deutschen November Revolution 1918/19, Dietz Verlag Berlin 1978).
Buna kaynaklık ettiği de anlaşılan çok daha kapsamlı ve anlamlı bir çalışmayı 1929 yılında kollektif olarak hazırlayan bir grup Alman komünisti ise, devrim sürecini, Kapp Darbesi (Mart 1920) sonrasında işçi sınıfının yeniden ayağa kalkışı ve ardından bir kez daha ezilişine (Nisan 1920) kadar uzatmaktadırlar. ((Illustrierte Geschichte der deutschen Revolution, Berlin 1929). Önsöz’de sıralanan isimlerden anlaşıldığı kadarıyla, çoğu devrim öncesi siyasal yaşamdan gelen, hemen tümü devrim sürecinde bizzat bulunmuş olan ve içlerinden bazıları KPD’de yönetici düzeyde görevler almış bu komünist yazarlar grubunun bile devrim sürecini Kapp Darbesi sonrasıyla sınırlamış olması biraz şaşırtıcı görünür. Editörlerin kısa Önsöz’ünde bilgi ve belge yardımı talebi eşliğinde çalışmanın devam edeceği söylense de, muhtemelen bu sınırlamanın gerisinde, devrimin sonraki süreçlerinin KPD, dahası SBKP ve dolayısıyla Komünist Enternasyonal bünyesinde şiddetli iç tartışmalara, çatışmalara ve gruplaşmalara konu olmuş olması gerçeği vardır. (1921 Mart olayları “solcu” eğilimin eleştirisi temelinde Komünist Enternasyonal 3. ve 4. kongrelerinin, 1923 Ekim olayları ise “sağcı” eğilimin eleştirisi temelinde 5. kongrenin ana gündemlerinden birini oluşturmuş, konu üzerine fırtınalı tartışmalar sonraki yıllar boyunca da sürmüştü.)
O sıralar partinin lideri konumundaki Ernst Thälmann ise, Kasım Devrimi’nin 10. Yılı konulu makalesinde, parti sorunuyla da bağlantısı içinde Alman Devrimi’nin gelişim seyrini şu şekilde sunmaktadır: “Alman Devrimi’nin 1918’deki, Ocak 1919 çatışmalarındaki, 1920 Kapp darbesi sonrası çatışmalardaki, Mart 1921 çatışmalarındaki ve nihayet Ekim 1923’te son devrimci dalgadaki trajedisi, olgunlaşmış nesnel devrimci koşullar ile Alman proletaryasının öznel zayıflığı arasındaki çelişkiden, yani hedefini bilen bir Bolşevik partinin eksikliğinden kaynaklanıyordu.”
Thälmann’ın olaylar sıralaması, Alman Devrimi’nin başlıca gelişme safhalarının ve dolayısıyla yayıldığı zaman diliminin bir özetini vermektedir. Kasım 1918’de patlak veren Alman Devrimi, inişli çıkışlı beş yıllık bir sancılı sürecin ardından, Ekim 1923’teki son başarısızlıkla noktalanmıştır. Marksist eğilimli yazarların Alman Devrimi konulu yakın dönem çalışmaları yerinde bir tutumla konuyu genellikle bu zaman diliminin bütünlüğü içinde ele almaktadır. (Chris Harman’ın Kaybedilmiş Devrim kitabı örneğinde olduğu gibi.)
Öte yandan tarihçiler, Alman Kasım Devrimi’ne ilişkin olarak, toplumsal-siyasal karakterinden değil (ki bu tümüyle farklı bir konudur) fakat akıbetinden hareketle, çeşitli türden tanımlamalar yapmışlardır. “Kaybedilmiş devrim”, “yenilgiye uğramış devrim”, “başarısız devrim”, “tamamlanmamış devrim”, “unutulmuş devrim” vb., bunlardan bazılarıdır. Alman sosyal-demokrasisinin tutumunu ima ederek (istenmemiş/istenmeden olmuş anlamında) “sevilmemiş devrim” diyenler de var.
Fakat durumu en iyi özetleyen tanım hiç kuşku yok ki ilerici Alman yazarı Sebastian Hafner’e ait olanıdır. Hafner Alman Kasım Devrimi’nin 50. Yılında kaleme aldığı kitabına, “İhanete Uğrayan Devrim” adını uygun görmüştür (Die verratene Revolution – Deutschland 1918/19). Kitabın adı sonraki baskılarda zaman zaman daha yumuşak ya da nötr tanımlarla değiştirilmiş olsa da, Hafner’in başlangıçtaki tanımı, akıbeti üzerinden Alman Devrimi’ni en iyi özetleyen bir nitelemedir. Başlığı değişse de içeriği değişmeden kalan kitap, Hafner’in sözleriyle, “dünya tarihinde bu eşi benzer bulunmayan” ihaneti olayların ayrıntılı anlatımı üzerinden etkileyici bir biçimde sergilemektedir.
Bu niteleme, “ihanete uğrayan devrim”, devrimin yenilgisinin temel nedenini vurgulamakla kalmıyor, daha da önemli olarak, bize bu denli bir ihanetin tarihsel köklerine dönmek ve bugün için en can alıcı dersleri aynı zamanda buradan hareketle çıkarmak olanağı da veriyor.
Sözkonusu ihaneti kitabında olayların seyrine paralel olarak ayrıntılarıyla sergileyen Chris Harman (ki kendi kitabı da Hafner’inkiyle aynı adı taşıyabilirdi pekala), daha devrimin ilk anında yaşanan, ama denebilir ki sonraki tüm süreci de açıklayan bir örnek olaydan sözediyor. Savaş suçlusu Alman Genel Kurmayı, 3 Kasım’da patlak veren Kiel Ayaklanması’nın bir an önce denetim altına alınabilmesi için SPD yönetiminden yardım istiyor. SPD yönetiminin bu iş için seçtiği adam, sonradan devrimin celladı rolünü üstlenen Noske oluyor. Noske’nin Kiel’de yaptıklarını özetleyen Chris Harman şu sonuca varıyor:
“Noske, hem Kiel’deki devrimi boğmakla görevlendirilmiş hükümet temsilcisi, hem de, askerlerle işçilerin kendisinden devrimi ileri taşıyacağını umdukları insan konumundaydı. Bunu izleyen günlerde, Noske, bu konumunu, Alman kapitalizminin ve yıllardır varlığım korumuş kurumsal yapıların (ordu, polis ve sivil devlet kuruluşlarındaki hiyerarşik yapılanma) çöküşünü önlemek için kullandı. Noske’un Kiel’deki başarısı, Berlin’de monarşi çöktüğünde yinelendi...”
Bu yargıda Alman Devrimi’nin yenilgisinin sırrı saklıdır. Yalnızca Alman Devrimi için değil, onunla aynı dönemde patlak vermiş Avusturya ve Macaristan devrimleri için de bu geçerlidir. Süreçlerin seyrinde kuşkusuz önemli farklılıklar var, ama tümünde sağ ve merkezci kanatlarıyla sosyal-demokrasinin oynadığı rol özünde aynıdır.
Lenin’in korkusu ve umudu
Almanya ve müttefiklerinin savaşı kaybedeceği kesinleştiğinde (1918 Eylül sonu), savaş dönemi Almanya’sının, özellikle de onun son iki yılının gerçek hâkimi olan Alman Genel Kurmayı, bir yandan yenilginin bozguna dönüşmesini engellemek, öte yandan patlak vermesinden korktuğu toplumsal devrimi dizginlemek, böylece kurulu düzeni ayakta tutmak için çareler arayışına girişti. İdeal çarelerden biri, savaş boyunca liderleriyle çok iyi ilişkiler geliştirdikleri SPD’yi hükümet sorumluluğuna ortak etmekti. Bizzat Hindenburg ile Lüdendorff tarafından suyu ısınmakta olan Kayzer Wilhem’e iletilen bu çare, Alman Devrimi’nin yalnızca birkaç hafta sonra görkemli bir biçimde patlak vermesine engel olmasa da, Prusya militarizminin ünlü temsilcileri çözülmekte olan burjuva düzeni kimin kurtarabileceğini en doğru biçimde saptadıklarını göstermektedir.
Tam da bu aynı günlerde, devrimlerin patlak vermesinin hemen öncesinde, Lenin iç savaşın onca yoğunluğu içinde Karl Kautsky’i hedef alan ünlü eserini kaleme alıyordu. Olayların hızlandığını ve Orta Avrupa’da devrimin hızla yaklaşmakta olduğunu hissettiğinde, aynı başlığı taşıyan bir makale yoluyla görüşlerini bir önce kamuoyuna duyurma yoluna gitti. 11 Ekim 1918 tarihli bu makalesinde (Proleter Devrim ve Dönek Kautsky) kitabının temel fikirlerinin özet bir sunumunun ardından, son bölümünde güncel duruma değinirken şunları yazdı:
“Avrupa için en büyük talihsizlik, onun için en büyük tehlike, orada devrimci parti olmamasıdır. Scheidemannlar, Renaudeller, Hendersonlar, Webbler ve hempaları gibi hainlerin partileri, ya da Kautsky gibi uşak ruhlular var. Devrimci parti yok Avrupa’da.
“Gerçi yığınların güçlü bir devrimci hareketi bu yanlışı düzeltebilir, ama bu olgu büyük bir talihsizlik ve büyük bir tehlike olarak kalıyor.
“Bu nedenle, bütün araçlarla Kautsky gibi döneklerin maskesini düşürmek ve böylece bütün ülkelerdeki gerçekten enternasyonalist devrimci proleter grupları desteklemek gerekir. Proletarya hainler ve döneklerden hızla yüz çevirecek ve içlerinde önderlerini yetiştireceği bu devrimci enternasyonalist grupları izleyecektir...”
Emperyalist savaşı izleyen olayların gelişim seyrinin Lenin’in korkularını doğruladığını ama yazık ki umutlarını boşa çıkardığını biliyoruz. Savaş bitiyorken ve Orta Avrupa’da devrimler patlak veriyorken, yalnızca Almanya, Avusturya ve Macaristan’da değil ama genel olarak Avrupa’da, “devrimci parti” yoktu. Bu, olayların gelişim seyrini belirlemede temel önemde bir etken oldu ve Lenin’in korkuların çok çok aşan trajik sonuçlara yolaçtı. Özellikle Alman Devrimi’nin buna ilişkin temel dersi daha o günlerde herkes için tüm açıklığı ile gözler önündeydi. Ve o günden bugüne, Alman Devrimi üzerine her devrimci değerlendirmenin en temel başlıklarından biri olarak, sayısız kez yinelene geldi.
Fakat Lenin yalnızca “devrimci parti”nin yokluğunu vurgulamakla yetinmemişti. Benzer kuvvette bir vurguyla, ama her yerde oportünistlerin partisi var diye de eklemişti. Tarihsel olayların seyri ve yenilgiye uğramış devrimlerin dersleri, bu ikincisinin birincisi denli önemli olduğunu göstermektedir.
Evet, Almanya’da devrim patlak verdiğinde, Alman devrimcilerinin, Rosa Luxemburglar’ın ve Karl Liebknechtler’in partisi yoktu ama her biçimiyle Alman oportünistlerinin, Ebertler’in ve Scheidemannlar’ın ya da Haaseler’in ve “Kautsky gibi uşak ruhlular”ın partileri vardı. Avusturya’da Rennerler’in, Adlerler’in, Bauerler’in partisi vardı ama Ekim Devrimi’nin etkisi altında henüz yeni yeni ortaya çıkan ve henüz adı sanı bile bilinmeyen Avusturyalı komünistlerin partisi yoktu. Macaristan’da da durum Avusturya’dan farklı değildi. Devrimci partinin yokluğu başlı başına büyük bir talihsizlikti. Ama daha bir de oportünistlerin ve merkezcilerin kendi partilerinin olması gerçeği vardı. Bu ise talihsizliği katmerli hale getiriyordu. Çünkü ayağa kalkan işçi sınıfı onyılların alışkanlığı içinde bu devrim hainlerinin partisini kendi öz partisi biliyor, savaş dönemi deneyimine rağmen hala da öyle sanıyordu.
Bütün bunların ne demek olduğunu en iyi bilebilecek durumda olan kişi elbette Lenin’di. Lenin, daha devrim öncesi dönemde, teorik çalışma ve pratik deneyim üzerinden, emperyalizmi ve burjuva sınıf egemenliğini alt etme mücadelesinin oportünizme karşı mücadeleden ayrılamayacağını açıklıkla ortaya koymakla kalmamış, Şubat sonrası Devrim Rusyası’nda bunun ne anlama geldiğini, meydanın oportünistlere kalması durumunda bunun devrim için hangi felaketli sonuçlara yol açabileceğini de zengin deneyimler eşliğinde yaşayarak görmüştü. Avrupa’da devrimin gelmekte olduğunun hissedilebildiği günlerde derin kaygılar içinde yazdıkları, bu açık bilincin ve bu son derece öğretici deneyimlerin ürünüydü.
Orta Avrupa’da devrimler
1918 sonbaharında savaşı kaybetmekte olan yalnızca Almanya değil, onun liderlik ettiği emperyalist ittifaktı. O sıralar Habsburglar yönetiminde bir çifte monarşi olan Avusturya ve Macaristan da bu ittifaka dahil ülkeler arasındaydı (Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan, “Müttefikler” ya da “İttifak Devletleri” diye bilinen ittifakın öteki bileşenleriydi). Avrupa’da Ekim Devrimi’nin yarattığı sarsıntıdan en çok etkilenen Almanya da içinde bu üç ülkede, daha 1918 yılı başında emperyalist savaşa karşı geniş katılımlı işçi eylemleri gerçekleşmiş, bunlar ortaya hiç değilse başkentlerde geçici de olsa işçi konseylerinin ilk nüvelerini çıkarmışlardı. Sovyet Rusya’ya dayatılan köleleştirici Brest-Litovsk antlaşmasının da devrimcileştirici etkisi altında huzursuzluklar yıl boyunca sürdü ve savaşın kaybedileceğinin kesinleştiği 1918 güzünde devrimler olarak patlak verdi.
1918 Kasım başında her üç ülkede de durum büyük ölçüde benzerdi ve devrimci krizin başlıca göstergeleri tümünde ortaktı. Geniş işçi kitlelerini kapsayan grev ve gösteriler dalgası çığ gibi büyüyordu. Bu muazzam kitle hareketliliğine işçi ve asker konseylerinin hızla yaygınlaşması eşlik ediyordu. Kurulu düzenler çöküntü halindeydi, devlet mekanizmaları felç olmuştu, ordular hızla çözülüyordu.
Öte yandan işçi sınıfı her üç ülkede de neredeyse blok olarak hareket halindeydi ve gelişmelerin merkezindeydi (Devrimci durumun bir devrime dönüşebilmesinin olmazsa olmaz koşulu!). Kapitalist gelişme düzeyleriyle de bağlantılı olarak Almanya ve Avusturya’da bu özellikle belirgin bir olguydu.
Ama sahnede devrimci partiler yoktu. Zira Avrupa’da hala da “devrimci parti yok”tu. Dolayısıyla ayağa kalkan, konseyler biçiminde örgütlenen, her yerde sosyalizmin simgesi kızıl bayraklar ve semboller taşıyan, yerel konseyler üzerinden bulundukları alanlarda bir dizi iktidar sorumluluğunu bizzat üstlenen, böylece fiilen bir ikili iktidar durumu yaratan işçi sınıfı, devrimci bir önderlikten, kendisine yön verecek, yol gösterecek, doğru zamanda doğru hedeflere yönlendirecek, zamansız boy ölçüşmelerden ve dolayısıyla ezilmelerden koruyacak güçlü ve deneyimli bir devrimci partiden yoksundu.
Bu koşullar altında kendi köklü partileri olan oportünistler, bir parçası oldukları kurulu düzen adına tüm inisiyatifi ele aldılar. Üstlendikleri haince misyonu başarıyla yerine getirebilmek için, gerçekleşmesine hiçbir katkıda bulunmadıkları, tersine, Almanya örneğinde olduğu gibi, başlangıçta çeşitli manevralarla önünü almak için uğraştıkları devrimin kendilerine rağmen patlak vermesinin ardından tutum değiştirdiler. Bu kez devrimden yana göründüler, görünüm ve söylem olarak kendilerini işçi kitlelerinin havasına uyarlamaya yöneldiler. Bu haince politikanın en büyük başarıyla hayata geçirildiği yer, devrimin başlangıçta gerçekten güçlü olduğu Almanya oldu.
Devrimci gelişmenin önünün alabilmek için daha devrimden bir ay önce kurulan yeni “liberal” hükümete bakan veren SPD liderleri, Kasım başında devrimin ayak sesleri duyulunca bunun yeterli olmadığını fark etmekte gecikmediler. Devrim fırtınasının tüm ülkeye dalga dalga yayılarak nihayet Berlin’e dayandığı bir sırada, kendi rollerini oynayabilmek için İmparator’un ülkeyi terk etmesini ve generallerin geri çekilmesini istediler.
Ebertler’in, Scheidemannlar’ın, Noskeler’in devrime karşı en başından itibaren açık, net ve kararlı bir tutumları vardı. Devrimi daha büyümeden dizginlemek, denetim altına almak ve ardından tümüyle boşa çıkarmaktı temel amaçları. Prusya militarizminin tepesindekilere şartlar koşarken tümüyle bundan hareket ettiler. İmparatorun sahneden çekilmesini ve görevin kendilerine devredilmesini bunun için istediler. Generaller de dahil Alman burjuvazisinin deneyimli temsilcileri bunu anlamakta zorlanmadılar ve bilinçli olarak bir süreliğine sahnenin gerisine çekildiler. O gün için kendileri payına bundan daha iyisini de yapamazlardı. Bu onlara yalnızca devrimi dizginleyebilmenin en uygun olanağı değil, aynı zamanda, savaşta yenilmiş olmanın sonradan Versay kölelik antlaşmasıyla sonuçlanacak tüm utancını sosyal-demokratlar şahsında sola yüklemenin bulunmaz bir olanağı olarak da görünmüştü.
Spartakistlerin organı Rote Fahne, devrimin nihayet Berlin’e de sıçrayarak Almanya çapında zaferle taçlandığı 9 Kasım’da, 2. Akşam Baskısı’na şu ana manşeti atmıştı: “Berlin kızıl bayrak altında.” Ya da daha serbest bir çeviriyle: Berlin’de kızıl bayrak dalgalanıyor! Bu başlık tabandan gelen devrimin o günkü gerçek havasını özetliyordu. Bu havayı çok iyi koklayabildikleri içindir ki, 10 Kasım’da sağ (SPD) ve merkez (USPD) kanatlarıyla eşit sayıda üyeden oluşan bir hükümet kuran sosyal-demokrat liderler, kendilerine tam da Sovyet Rusya örneğinde olduğu gibi “Halk Temsilcileri Konseyi” adını uygun gördüler. Berlin işçi ve asker konseylerinden seçilmiş 1500 delegenin katıldığı toplantıda, hükümetin SPD’li başı Ebert ile USPD’den suç ortağı Haase, “gerçek sosyalist” bir hükümetin temsilcileri olarak coşkulu delegelerin havasına uyan nutuklar çektiler. Toplantı adına yayınlanan Bildirge’de, Almanya’nın artık “sosyalist bir cumhuriyet” olduğu ilan ediliyor, “iktidarımız işçi ve asker konseylerinin elindedir” deniliyor, bu arada “Rus işçi ve askerlerinin hükümetinin kardeşçe” selamlanması da ihmal edilmiyordu.
Ebertler ve Scheidemanlar, Alman Devrimi’ni önce aldatıp uyuşturarak dizginlemek, ardından da imparatorluk ordusunun artıklarıyla boğazlamak işine işte böyle başladılar. Lenin’in devrimi önceleyen günlerde duyduğu kaygılar, olayların seyriyle trajik biçimde gerçeğe dönüşüyordu. Trajik öğe, devrimin daha ilk günden başlayarak kendisine ihanet içinde olanları başa geçirmiş olmasıydı.
Devam etmeden önce yeterince bilinmeyen Avusturya’daki özgün durum üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
Avusturya Devrimi
Sınırları, karakteri ve mahiyeti tartışmalı olsa da, Alman Devrimi gerçeği herkes için tartışmasız tarihsel bir olgudur. Aynı şey Macar Devrimi için de geçerlidir. Her şey bir yana, dört aya yaklaşan ömrüyle ve bu kısa süreli iktidarı dönemindeki bir dizi etkileyici uygulamasıyla Macar Sovyet Cumhuriyeti tarihsel bir gerçektir.
Peki bir Avusturya Devrimi’nden söz edebilecek durumda mıyız? Genellikle pek sözü edilmediği için bu soruyu özellikle sormuş oluyoruz. Sorunun yanıtı nereden ve nasıl baktığınıza göre değişebilmektedir. Yanıt olarak öncelikle, hayır diyoruz; zira Avusturya, tam da ihanet içindeki sosyal-demokrasi sayesinde, olayların en hızlı biçimde ve belirgin bir kolaylıkla kontrol altına alınabildiği, işlerin kısa sürede burjuva düzen lehine yoluna koyulabildiği ve çok geçmeden dizginlerin adeta altın bir tepsi içinde burjuvaziye gerisin geri sunulduğu bir ülke örneği oldu. Bu bir karşı-devrim süreciydi.
Ama demek ki ortada dizginlenip, denetim altına alınıp boşa çıkarılacak bir devrim süreci de vardı. Sosyal-demokrasinin liderlik ettiği karşı-devrim anlamını tam da burada buluyordu. Evet, herşeye rağmen bir Avusturya Devrimi’nden sözedebilecek durumdayız. Zira köklü Habsburg monarşisinin çökertilip tarihe gömülmesi bir yana (ki Almanya’da olduğu gibi bu yalnızca devrimin neredeyse kendiliğinden gerçekleşmiş bir yan sonucuydu), Avusturya, başkent Viyana eksenli olarak devrimci işçi hareketinin en güçlü bir biçimde kendini duyurduğu, etkili işçi konseyleri kurduğu ve en önemlisi, bir an önce Rusya örneğindeki gibi “proletarya diktatörlüğü”ne geçilmesini istediği bir ülkeydi. Bütün bunları, öteki herşey bir yana, Avusturya sosyal-demokrasisinin tanımış teorisyenlerinden ve sözünü ettiğimiz günlerin devrim hainlerinden Otto Bauer’in dolaysız tanıklığı üzerinden biliyoruz. Kendisi, devrimci Avusturya proletaryasını bu “tehlikeli hayal”den özel çabalarla alıkoyanın tam da sosyal-demokrasi olduğuna da aynı açıklıkla tanıklık etmektedir. Bauer 1923 yılında Avusturya Devrimi başlıklı bir kitap yayınlamıştır. Aldatıcı adına rağmen kitap bir devrimden çok tam da onu boşa çıkarmak üzere uygulanan reform programının bir güzellemesidir. Yine de bu vesileyle ortaya konulan gerçekler, Avusturya Devrimi’nin 1918’deki güçlü potansiyeli konusunda yeterli bir fikir vermektedir. (Bauer kitabında, Avusturya’da 1918 Kasımını izleyen olaylardan ciddi ciddi “proleter devrim süreci” olarak sözetmekte, ama gerek Avusturya’nın o günkü iç koşullarının gerekse temel önemde dış bir etken olarak savaşın galibi Antant ülkelerinin, “Avusturya proleter devrimi”ne zorunlu sınırlar getirdiğini, bu sınırları aklı bir karış havada işçi sınıfına göstermenin ve böylece onu dizginlemenin tam da sosyal-demokrasinin görevi olduğunu söylemektedir).
Lenin “II. Enternasyonal’in Çöküşü” başlıklı incelemesinde, “devrimci durum” üzerine nesnel koşulları sıraladıktan sonra, her “devrimci durum”un devrime yol açmayabileceğini söyler ve ekler: “Neden? Çünkü her devrimci durumdan değil, ancak yukarıda sayılan nesnel değişikliklerin yanısıra bir öznel değişiklik olduğu zaman, yani devrimci sınıf, kriz dönemlerinde bile ‘düşürülmezse’ kendiliğinden ‘düşmeyecek” olan eski iktidarı ezmek (ya da sarsmak) amacıyla devrimci kitle eylemleri için yeterince güçlü olabildiği zaman bir devrim ortaya çıkar.”
Kurulu burjuva düzeni “ezmese” bile, hiç değilse 1918 Kasımı’nı izleyen haftalarda ortaya koyduğu devrimci inisiyatif ve ileri sürdüğü devrimci istemlerle kurulu burjuva düzenini bir nebze olsun “sarsan” Avusturya proletaryası gerçeği, bir Avusturya Devrimi’nden söz edebilmek olanağı veriyor bize. Devrimin çok kısa süreli de olsa bir zaferle taçlanmamış olması, onu bir devrim olmaktan çıkarmaz. Nitekim “devrimci durum” ile “devrim” farklı şeyler olduğu gibi, “devrim” ile “devrimin zaferi” de farklı şeylerdir. Bu ikincisi, devrim süreci içinde devrimci sınıf ile devrimci öncünün birbirini tamamladığı, devrime yönelen devrimci sınıfın devrimci parti tarafından bu doğrultuda başarıyla yönetilip yönlendirebildiği tarihi durumlarda olanaklı olabilmektedir ancak. Rusya’nın başarılı, Almanya ve Avusturya’nın başarısız, Finlandiya ve Macaristan’ın ise çok kendine özgü örnekler üzerinden kanıtladığı tam da bu olmuştur.