(Başlığa parantez içindeki ek ifadeyi buradaki yayında koyduk -KB)
“Marksizm!” İnsanlığın öncüleri arasında, kendisine Marx kadar kötü davranılan kişi azdır. Kuşkusuz, kimi zaman salt bilimsel kimi zaman da propaganda ve kavga kimliğine sahip olmaları nedeniyle ama aynı zamanda da bu felsefî dâhinin düşünsel evrimi nedeniyle çok sayıdaki eserinde kaçınılmazcasına varolan çelişkileri kim reddedebilir? Evrensel olduğu kadar ateşli de olan bu düşünürün öğretisindeki yanlışları ve kusurları peşinen tümüyle normal olarak kim kabul etmez? Ama “revizyonistler”in hâlâ moda olan, içindeki ana malzeme Marksist teorinin hiçbir şekilde anlaşılmaması olan, aydınlatıcı çorbasından tatmak isteğini uzun zamandan beri kim kaybetmedi ki? Jaures de, yakınlarda çıkan “Teori ve Pratik Üzerine” adlı eserinde, partimizin en önemli sorunlarının incelenmesinde “kesinlik” ve “geniş kapsamlılık” niteliklerini kendine mal ettiği yazılar derlemesinde “Marksizm” konusunda öyle yanlışlar yapıyor ki, bunlar kelimenin gerçek anlamında çelişki anlamına gelirler.
Tuhaf bir şey, Jaures burada Marksist teoriyi neredeyse yalnızca Komünist Manifesto’dan, Marx’ın ölümünden otuz altı yıl önce yazılmış olan, hiçbir şekilde tek bir kişinin eseri olmayan, tersine, her iki yazarın birbirinden çok farklı düşünce tarzlarını ve üslûplarını çok iyi biçimde gösteren bu eserden çıkarır. Kimi pasajları mutlak yoksullaşma teorisinden başka bir yönde yorumlamak imkânsız gibi görünse de, başka pasajlarsa tersine açıkça çok daha iyimser bir anlayışı ortaya koyarlar. Özellikle “burjuvaziye karşı mücadele”nin anlatımını düşünüyorum, bu pasaja göre söz konusu mücadele proletaryanın gücünün sürekli ve gittikçe artmasına ve sonunda da kimi reformların elde edilmesine yol açar. Marx’ın daha sonraki eserleri, günümüzde sosyalizmin tümüyle reddettiği, mutlak yoksullaşma teorisini savunmadıkları göz önüne alındığında, Jaures’in yaptığı gibi bu hayalî sorun üzerine tartışmalara son vermeyi istemek kendini beğenmişlik gibi gelir. Ne olursa olsun, Marx’ın kurduğu kendi tarihsel diyalektik yapısında tümüyle yoksullaşmış ve sefil bir proletarya kullanmış olduğunu ileri süren Jaures’in düşüncesini reddetmek gereksizdir.
Marx’ın “devrim teorisi” konusunda, Jaures ağır bir yanılgının kurbanıdır. Komünist Manifesto’ya “asalak bir devrim” düşüncesini, yani bir burjuva devrim fırsatıyla, başta, proletaryaya dayanan burjuvaziyi beklenmedik anda yakalayarak, burjuva devrime eklenen bir toplumsal devrim düşüncesini atfeder. Kendisine özgü olan ve açıklamakta güçlük çekilen bu yanlışın çürütülmesine on beş sayfadan çok yer ayırır: Manifesto’nun dördüncü paragrafında, hiç olmazsa, proletarya devrimi, gene de kendisinden önce gelmesi gereken, burjuva devrimi karşısında tümüyle bağımsız olarak kendini ortaya koymaktadır. Ve eğer Jaures, Manifesto’ya atfettiği komünizmin bir azınlık sayesinde gerçekleşmesi düşüncesine karşı gösterişli biçimde birçok kez dikiliyorsa, Marx’ın daha sonra hiçbir zaman yalanlamadığı şu sözünü hatırlatmak yetecektir: “Proleter hareket, dev çoğunluğun yararına olarak, dev çoğunluğun bağımsız hareketidir.”
Aynı şekilde, proletarya diktatörlüğü ve devrimci program konularında da Jaures temel bir yanlışa düşüyor. Söylediğimiz gibi, Manifesto, egemenliği demokrasiyle bağdaşabilir olan halkın çoğunluğunun zaferini varsayar. Demokratik bile, bir sınıf egemenliğinin sabitleştirilmesi ve devlet makinesinin proleter bir anlamda ateşli biçimde kullanılmasında yararlı kılınması gerektiği için, Manifesto “proletarya diktatörlüğü”nden söz eder. Engels’in -program- mektubunun da gösterdiği gibi, “demokrasi” kelimesinin hiç kuşkusuz revizyonist dildekinden biraz daha az belirsiz bir anlama sahip olduğu, Manifesto’nun yirmi dördüncü sayfasındaki pasajın anlamı budur işte. Bir “yöntem karışıklığı”ndan hiçbir iz yoktur bu pasajda, ne de “program talepleri konusundaki karışıklık”tan bir iz vardır. Manifesto’nun “programı”na Jaures’in yeterince suçlamada bulunamamasının nedeni, ilk başta yalnızca toprak rantının kaldırılmasını öne sürerek Babeuf’tan bile geri kalmasıdır. Ama bu, bütün üretim araçlarının, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın ellerinde, vakit geçirmeksizin başlatılması gereken, aşamalı bir merkezîleşmesini açıkça öngören “program” metniyle bile çelişkilidir.
Ama bütün bunların tarihsel bir yararı vardır ancak. Jaures’in kitabının başlıca içeriği, sözde “eskimiş” bir yönteme karşı çıkardığı “yeni yöntem”e ilişkindir.
Alman “revizyonistlerimiz”in çoğu gibi, Jaures de, kötümserlik ve biçimcilik değil de, ama kökleşmiş bir iyimserlik, hatta hayaller yetiştirir. Daha şimdiden kendini toplumsallaşma sürecinin ortasında sanıyor, kollektivizmin yeşerdiğini görüyor. Hangi hayaller içine düştüğünü, son paragraflar gösterir; kimi yanlışlar da kapsayan bu paragraflarda bugün yürürlükte olan hukukun ve hatta ultra-bireyci Roma hukukunun pek çok hükmünü sosyalizmin tohumları olarak tanıtmaktadır, oysa bu hükümler gerçekte mülkiyetin kapitalist sömürüsü güçlendirmeye yararlar ya da kapitalist kredi sisteminden kaynaklanırlar ya da yalnızca aile servetinin sürdürülmesini amaçlarlar. Nihaî amaç her zaman ve her yerde canlı bir biçimde ileri sürülmelidir: Ne kadar küçük olursa olsun, her adımda dikkati nihaî amaca doğru çevirmek, bugünkü topluma sosyalizmin kurumlarını, kanını, ruhunu yedirmek, emdirmek, Jaures’in yorulmaksızın, altını çizdiği temel, ateşli, coşkun eğilim budur işte.
“Yeni yöntem” nedir ama? Bunu birlikte aramamız gerek, çünkü sistemli bir biçimde bunu Jaures’in kendisi de hiçbir yerde açıklamamıştır.
Geriye kalan bütün çalışma, özellikle “pratik” adı verilen çalışma, eski taktiksel yönteme ters olarak, “yeni zamanların gerekleri”ne verilen bir taviz gibi kabul edilirken, pek çok yerde Jaures, “asalak bir devrim” için tetikte beklemekten ibaret olan taktiği “eski yöntem” olarak kabul eder gibidir. Ne var ki, daha önce de söylediğimiz gibi, bu eski yöntem tümüyle hayalî olduğu için, bunun tersi tanımlanamaz.
Proletaryanın iktisadî, toplumsal ve siyasal bakımdan güçlenmesi için yeni araçlar; proleter olmayan tabakaları zayıflatmak ve muhtemel olarak da döndürmek için yeni araçlar; üretim ilişkilerini, toplumsal koşulları, devlet biçimini dönüştürmek için yeni araçlar; ya da eski araçların kullanımında yeni bir teknik, yeni bir yöntemden beklediklerimiz bunlardır işte. Peki ya Jaures’in bizlere sunduğu araçlar nelerdir? Siyasal ve sendikal örgütler ve eylemler, kooperatifler, toplumsal yasaların genişletilmesi, toplumsal hayatımızda daha şimdiden varolan eğilimlerin demokratikleşme ve toplumsallaşma için kullanılması, geliştirilmesi, bunun yanında yasalara zaten alınmış olan, kamu yararı nedeniyle mülksüzleştirme gibi örneğin, çok sayıda yöntem. Bu eylem programını kim onaylamayacak ki? Onlarca yıldan beri işçi sınıfının öngördüğü program değil mi bu?
Gerçekten de, yeni yöntemin ayırıcı öğesi, bir yandan kimi eylem biçimlerinin, örneğin kooperatiflerin temelde değerlendirilmesinde ve uygulamaya konmasında, bir yandan da -işin özü de budur- şu üç noktada yatar: 1) Adına “demokrasi” denilen, mistik (gizemli) bir özellik taşıyan mucizevî bir güce olan inanç; 2) Proletaryayla burjuvazi, kapitalizmle sosyalizm arasında varolan antagonizmanın ve bu antagonizmadan kaynaklanan, burjuvazinin ya da kimi öğelerinin, her şeyden önce ikna yoluyla, döndürülmesi ve barışçıl biçimde silâhsızlandırılması umudunun küçümsenmesi; 3) Kimi ihtiyat payına rağmen, “şiddete dayalı eylem”in, “devrim”in reddedilmesi.
Yeni yöntemin yandaşları, kendilerinin şiddete dayalı ve sıçramalı bir gelişme karşısındaki “organik” ve barışçıl bir gelişmenin temsilcileri olarak içtenlikle kabul ederler. Ne var ki, her şeyden önce, sıçramalı gelişme, hiçbir şekilde “organik” gelişmeye karşı değildir, “aşamalı olma” onun özü değildir. Ve “organik” -kaldı ki güç bir kavramdır bu- ile “barışçıl” iki ayrı şeydir. Marksizmden esinlenen, sosyalist pratikte ve teoride organik gelişmeden başka bir öğreti aramak, kısacası toplumsal-organik bir gelişme öğretisinden başka bir öğreti aramak kendi başına bir çelişkidir. Bunun için, revizyonist bağnazlığın bulandırmadığı bir dikkatle, Komünist Manifesto’yu ve kuşkusuz kimi zaman propaganda ve ajitasyona hizmet etmek için incelenen formülleri okumak yeterlidir. Ne var ki, “barışçıl” kavramının kendisi de açık değildir, bu kavramın tanımı barışçıl olmayarak kabul edilen propaganda ve mücadele araçlarına bağlıdır. Burada belirli bir anlaşılırlık elde etmek için, iktisadî, toplumsal ve siyasal hayat alanlarını birbirlerinden ayırdetmek, bunların her biri için, bir yandan “organik” biçimin, bir yandan da gelişmenin barışçıl biçiminin imkânını ve türünü incelemek gerekir.
Bağımsız organik bir gelişmenin bu üç alandan hiçbirinde bulunmadığı görülüyor; iktisadî alan, bunlar toplumsal bir bütünün parçaları oldukları için, bu üç alanın temelidir. Dolayısıyla, toplumsal bütünün organik sağlık durumuna sıkı sıkıya bağlı olan bu alanların hiçbirinde -özellikle de temel alanda, iktisadî hayatın alanında- sıçramalar ve şiddete dayalı eylemler imkânsızdır.
O halde toplumsal istatistiği incelemek, toplumsal, siyasal hayatta etkilerini ve ağırlıklarını duyuran etkenleri incelemek, bu üç alandan her birinde bu etkenlerin etkili olup olmadıklarını araştırmak ve eğer böyle bir etki varsa bu alanlardan her birinin ağırlığının ne olduğunu, hepsinin aynı ağırlığa sahip olup olmadıklarını, kısacası bunların her birinin arasında denge değişikliklerinin hangi hızla gerçekleştiğini araştırmak söz konusudur.
Bu noktada öğreti içinde tam bir karışıklık hüküm sürmektedir: Sorun bile doğru terimlerle konulmamıştır, özellikle revizyonistlerde, “yeni yöntem”in yandaşlarında, ama Jaures’de de sorun kesin biçimde formüle edilememiştir.
Sınıf mücadelesinde ortaya çıkan güçler çeşitlidir, bireysel evrim yolları kadar çeşitlidir. Ve burada önemli olan, bunları saymak değil de kesin biçimde sınıflandırmaktır.
İktisadî denge nasıl gerçekleşir? Şöyle denilemez: Egemen olan sınıf, iktisadî hayatın vazgeçilmez bir etkenini temsil eden sınıftır, çünkü her sınıf tam da böyle vazgeçilmez bir etkendir. Hiçbir şey yapmayan, saf kapitalizm bile, eğer varolmasaydı, kapitalist sistemi mümkün kılmak için icad edilmek zorunda olacaktı. Hiçbir sınıf, örneğin genel bir grev biçimiyle, kendisinin vazgeçilmez olduğunu göstermiş ve öteki sınıfları dize getirmiş olması üstüne dayandıramaz kendi iktisadî egemenliğini. Organizma içindeki belirli yeri, öteki sınıflarınkinden olduğu gibi, kendi iradesinden de bağımsız olarak ona zorla kabul ettirilmiştir. Eğer Marx’ın sözüne göre, proletarya, ücretli köleliğe Promete’nin kayaya olduğundan daha güçlü biçimde bağlanmışsa, burjuvaziyi kendisinin sömürü düzenine bağlayan zincir de bunun kadar sağlamdır.
İktisadî örgütlenme ölçeğinde sınıfların konumlarının, sınıf olarak karşılıklı ilişkilerindeki “zenginlik”e bağlı olduğunu ileri sürmek tümüyle yanlıştır.
Eğer proletaryanın iktisadî köleliğini özünde tanımlayan şeyin kapitalist sömürü olduğunu kabul edersek, kapitalist ekonomide statik ilişkilerdeki bir değişiklik, ancak sömürü derecesindeki bir değişiklikle ya da sömürünün kendisinin kaldırılmasıyla elde edilebilir. İktisadî hayat aracılığıyla sosyalizme doğru barışçıl ve aşamalı bir evrim sorunu, sömürünün aşamalı ve barışçıl olarak azaltılması ve sonra da, daha henüz sözü edilemeyecek olan sömürünün kaldırılması sorununda bir cevap bulur. Sömürünün azaltılması ve kaldırılmasının üretici güçler geliştikçe gittikçe daha mümkün olması ve hatta tarihsel bir gereklilik olması, işte bu olgu sosyalizmin haklılığını oluşturur ve dolayısıyla da bütün sosyalist öğretilerin ortak malını oluşturur. Sorun, işçi sınıfının az ya da çok güçlü baskısı altında, sömürücü sınıfın kendi sömürü imtiyazını “gönüllü” ve aşamalı biçimde, bu azaltmanın iktisadî düzlemdeki imkânlarına uygun düşen bir ölçüde, indirgemeye (azaltmaya) hazır olup olmayacağının bilinmesidir yalnızca. Söz konusu olan bu baskı, son tahlilde, sınıfsal baskının başlangıcından bütün toplumsal düşüş çağlarına kadar “genel olarak insanî” olan “insan hakları” gibi, iktisadî, toplumsal ve siyasal özgürlüğe yönelen etkin eğilimlerden kaynaklanan bir hareketin sonucudur: Kapital’in birinci cildinin ünlü yirmi dördüncü bölümündeki artan “öfke”nin bundan başka kaynağı yoktur. Bu eğilim, gücünü her şeyden önce, iktisadî bakımdan proletaryanın sahip olduğu mutlak zorunluluk özelliğinden alır ve sömürü derecesinin nesnel değişme imkânına denk düşen bir biçimde başarıya götürür.
Kimi insancıl düşüncelerin etkisine ve belirli bir “kamuoyu”nun baskısına karşı duyarlı olan, birden çok proleter olmayanın, hattâ birden çok kapitalistin, belki de, daha iyi biçimde anladığı kendi çıkarına uygun olarak evrimin anlamını kavrayacağı yadsınamaz. Revizyonistlerimizin pek çoğu gibi, Jaures de oldukça bel bağlar bu etkiye, ve baskıya. Ünlü bir örneğe bakılırsa, bu mert burjuvaların nazik burun deliklerini devrimci sans-culottisme'in pis kokusundan mümkün olduğunca korumak bile istemektedir: Aman sarsmayalım, her şeyi sakinlik içinde yapalım! “Yeni yöntem”in kapsadığı en büyük hayalci (ütopist) yanlışlık buradadır belki de. Yeni yöntemin bu bölümünün uygulanmaya konması mücadele içindeki proletaryanın kullandığı eğitim nedeniyle dıştalanmadıysa, bunun son derece tehlikeli olduğu söylenebilir. İşçi hareketinin tümüyle bozulmasına neden olacak, birincil nedenlerle ikincil nedenlerin birbirine karıştırılması ile açıklanır. Orta burjuvanın beyni ve yüreği sosyal demokrasinin güzel gözlerine ilgi duymaz. Hayır! Amacın güvenilirliği, görülmedik atılım, zafere olan güven, canlılık, artan kararlılık, rakibin bütün yanlışlarından yararlanılması, kapitalist sistemin bütün kötülüklerinden yararlanılması kimilerini saygı duymak zorunda bırakır, kimilerineyse ölümcül bir korku verir. Kendilerini ve pek değerli kârlarını kurtarmak için, kendilerine baskı yapan “kana susamış çete”ye -proletaryaya- kendiliğinden bir lokma ekmek atarlar zaman zaman! Korku, kendi varlığını sürdürme içgüdüsü zekâyı keskinleştirir ve en sertleşmiş yüreği bile yumuşatır. Çok sayıdaki başarımızın bu ikincil nedenlerini doğrudan doğruya yaratmak istemek, ikna ve iyi niyet yoluyla, bunları birincil nedenler haline getirmeyi ve nedenlerin nedenini, yani mücadelelerimizin devrimci enerjisini ihmal etmeyi istemek katıksız bir intihar olmayacak mı?
Bununla birlikte, iktisadî düzlemde proletarya, ne denli sert biçimde örgütlenmişse, siyasal ve sendikal mücadelelerini ne denli acımasız biçimde ve düşünüp taşınarak sürdürürse, burjuvaziden, “üretim ilişkileri”ni iktisadî hayatın imkânlarına uygun düşen bir biçimde geliştirmesi ve iktisadî felâketler tehlikesinden kaçınması için, o anki durumun mümkün kıldığı en elverişli koşulları da -yedek orduya ve patronların örgütlenmesine rağmen- o denli hızlı biçimde koparmayı başaracaktır. Bunu başaracak mı? Geçmişin deneyi o yolda hiçbir güvence vermiyor. İki ihtimale karşı hazır bulunmalıyız!
Toplumun iktisadî yapısı için, üretim araçları, mülkiyetinin bölüşümü ve üretimin yönlendirilmesi işin içine karıştığı ölçüde millîleştirilmiş fabrika giderek gerçekleşen bir dönüşümün utangaç başlangıcı gibi görülebilir ancak.
Danton’un Ölümü’nde (1) Camille, “Devletin biçimi, halkın bedenini sıkıca saran şeffaf bir giysi olmalıdır” dediğinde, bu ne yazık ki dindarca bir istekten başka bir şey değildir. Devlet biçimlerimizin en esneği bile, demokratik cumhuriyet bile, bu idealin çok uzağındadır. Açıkçası, devletimiz halkın basit bir giysisi değildir; çok sayıda ve önemli işlevlerle donanmış, olağanüstü ölçüde karmaşık, dev bir makinedir. Bir noktaya kadar bağımsızlaşmıştır ve tarihin gösterdiği gibi, halkın çoğunluğunu ezmek amacıyla araçlardan yararlanmaya pek kolay biçimde alıştı. Teorik olarak, bir devlet yapısı iktisadî örgütlenmenin bir sonucu, özel bir anlatımından başka bir şey değilse bile, Kampfmeyer’in yaptığı gibi, bu yapının iktisadî ve toplumsal güç ilişkilerindeki değişime bağlı olarak gerçekte “son derece dönüşebilir” olduğunu ileri sürmek her günkü deneye ve tarihe ters düşmektir. Bu revizyonistlerimizin tarzında hayalci bir yanlışlık olacaktır gene. Jaures’in “barışçıl” ve “aşamalı” yönteme, bunun dışında hiçbir kurtuluş olamayacakmış gibi gelecek ölçüde nasıl bu denli körü körüne inandığını görmek gerçekten anlaşılmazdır.
Ne söyleyeceğimizi bilmediğimizde, tam zamanında bir kelime işe karışır; Demokrasi! Bu basit kelimeyle, her revizyonist, yeni yöntemin her yandaşı bütün sorunları oyun oynarmışçasına kolaylıkla çözümler. Şunu söylüyorum yalnızca: Küçücük “demokrasi” kelimesiyle, çünkü revizyonistlerin dilinde bu kelimenin sahip olduğu anlam son derece belirsizdir. Görünüşte, iktisadî ya da siyasal bir örgütte bulunan tüm bireylerin, elbette ki bu örgütün yararına, yönetime katılmaları anlamına gelmektedir. Bu tanım içinde, demokrasi eşittir sosyal demokrasi ve sosyalizm anlamına gelir tanımında, demokrasinin sosyalizmin özsel bir koşulu, gerçekleşme biçimi ya da hatta bir parçası olduğunu ileri süren Jaures’in (ve “yeni yöntem”in başka yandaşlarının) çok sayıdaki sözleri, ki bu sözler temelde proletarya diktatörlüğü öğretisinin “rötuşlu” solgun bir kopyasından başka bir şey sağlamazlar, karışıklık yaratırlar yalnızca.
Sosyalizm için olduğu gibi, böylesi bir demokrasi için de öncüller olabilir; bu öncüllerin önemli bir dereceye ulaştıklarını ileri sürmek güçtür, ama ne olursa olsun vardırlar.
Siyasal alanda, demokrasi daha da büyük bir gelişme gösterdi, ama bu hiçbir şekilde revizyonistlerin inandırmak istedikleri kadar önemli bir gelişme değildir: Demokrasi ile cumhuriyet kavramlarının, örneğin Fransa’da, aynı anlama gelmekten ne kadar uzak olduğunu Bernstein’ın kendisi gösterdi. Jaures’e, revizyonizmin ve Millerandizmin (2) formülünü zaten içinde bulunduğu Liebknecht’in (Karl’ın babası Wilhelm’in, ç.n.) ölümünden sonra yayımlanan gene aynı eserinden alınan uzun bir açıklama verebilirdim. Çok az rastlanan istisnalar dışında, demokratik oy verme hakkı bile her yerde kusursuz değildir. O halde demokrasi kapitalizmi havaya atmak için mükemmel bir barut olabilir, ama ne var ki, barut daha icad edilmedi. Şu an için, devletlerde olduğu gibi bucaklarda da, her yerde en eksiksiz demokrasisizlik içindeyiz hâlâ. Eksiğimiz olan şey bize nereden, nasıl gelecek? Demokrasinin meyvelerini, burjuvazinin iktisadî, siyasal ve toplumsal anlayış ağacının meyvelerini barışçıl, aşamalı bir biçimde toplayabilecek miyiz?
Toplumsal örgütlenmemizin başka her yanından (tezahüründen) çok devlet mekanik bir kimliğe sahiptir. Kuşkusuz, “yönetici” sınıfların yönetim komitelerinin hükümetleri ancak cum grano salts olarak nitelenebilirler; ama gene aynı derecede kuşku yok ki, yararı iyice anlaşıldığında, yalnızca egemenliklerini sağlamak amacıyla, ezilen sınıflara kimi tavizlerde bulunan yönetici sınıfların (bununla birlikte bu tavizler söz konusu sınıfların siyasal güçlerinin, iktisadî etkilerinin çok gerisinde kalmaktadır) en yüksek derecedeki bir aracıdır devlet. Tümüyle gerçek siyasal egemenlik ilişkileri vardır; demokrasi bile rastlantısal olarak çok güçlü bir azınlığın baskısını içerir. İktisadî bakımdan olan etki değişikliklerinin devlet biçiminde dile gelmeleri pek enderdir. Ve bu gene de en çok demokraside muhtemeldir.
Ama demokrasiyi nasıl zorla kabul ettirmeli? Almanya bizim siyasal çıplaklığımızı örten tek demokratik paçavrayı, genel oy hakkını nasıl “elde etti”? Genel oy hakkının getirilmesi bir gerici demagoji hilesi değil miydi? Kökeni gerici böyle bir demokrasinin başka durumlarında, sözü edilen demokrasiyi, hiç değilse öncel olarak, sağlanmış gibi kabul etmeli mi? Çağımızda siyasal demokratikleşmeye doğru çok belirgin bir eğilimin varolduğuna karşı çıkılamaz, tek sorun bu eğilimin kendini nasıl kabul ettirdiğidir. Bununla birlikte, yönetici sınıflarda iyilikseverliğin arttığı gözlemlenmiyor. Hesse, Bavyera, Belçika, İsveç'i (3) karşılaştıralım. Prusya ne durumda? Siyasal mantığın top ateşi altında, birçok revizyonist, genel grev gibi “utanç” verici bir biçimde bile olsa, devrime yeniden bağlılık yemini etmek zorunda kalmadı mı? Belçikalı kardeşlerimiz umutsuzluk nedeniyle, güzel Cleo’nun kral dostunun kişiliğinde (4) bir deus ex machina’yı yardıma çağırmaya başlamadılar mı? Birçok devlette sosyalizmi demokrasi kadar kolaylıkla kabul etmeyecek miyiz? Belçikalı kardeşlerimiz tam da bu sorunla karşı karşıya kalmadılar mı?
Ve sahip olduğumuz şeye gerçekten sahip miyiz? Eğer Engels program mektubunda, “halkın temsil edilmesinin bütün iktidarları elinde bulunduğu ülkelerde, anayasaya uygun olarak, halkın çoğunluğuna sahip olunduğunda istenilen şeyin yapılabildiği ülkelerde -kaldı ki Fransa’nın ve İngiltere’nin durumu değildir bu- yeni topluma barışçıl geçiş düşünülebilirdi belki” diye yazarsa, ortadaki sorun bu çoğunluğun “felâket” olmaksızın elde edilip edilemeyeceğidir. Şu an için, demokrasi burjuvaziyi ciddî olarak rahatsız etmiyor; ama sorun olmak ya da olmamak sorunu olduğundan -ve bu sorun, mümkün olan bütün barışçıl ve organik evrime rağmen belirli bir anda her yerde ortaya çıkar- bunun sert ve ciddî bir sürtüşme olmaksızın gerçekleşebilmesi için insanlığın birkaç yüzyıldan beri yeterince derinden değişip değişmemiş olduğunu göreceğiz. Bundan şu çıkar: 1) Aşamalı barışçıl evrimin ne olursa olsun pürüzleri vardır; ve 2) Şu an için hâlâ yönetici sınıfların iyi niyetine bağlı olduğu için demokrasinin her derde deva getireceği kabul edilemez. Yeryüzündeki bütün ülkelerde, burjuvazi eğer birliğini korursa, bütün demokratik kurumların yasal biçimde ortadan kaldırılmasının mümkün olduğuna kim karşı çıkabilir? Burjuvaziyle proletarya arasındaki mücadelenin ciddileştiği dönemlerde, ki bunun en yüksek derecesine daha henüz erişilmemiştir, burjuvazinin bu birliğinin, hiç olmazsa geçici olarak, kurulabileceğine kim karşı çıkabilir? Saksonya’ya bakın hele! Bütün Alman ülkeleri içindeki en sanayileşmişi olan bu ülke, ki işte tam da bu nedenle, şimdiye kadar İngiltere'nin yaptığı gibi, bize sınıf mücadelesinin geleceğini gösteren bu ülke bütün öteki Alman ülkeleri karşısında elverişli bir duruma sahiptir: Her şeye kadir bir Junkerciliğin neredeyse bütün feodal kalıntılarından ve dolayısıyla da yönetici sınıflar arasındaki bir anlaşmazlık nedeninden kendini kurtarmış olduğundan, olağanüstü ölçüde dayanışık bir burjuvaziye sahiptir ve dolayısıyla da küçümser bir tavırla, bir yana itilemeyen olağandışı bir durumu dile getirmektedir. Bundan yaklaşık dört yıl önceki düşüncesine göre, halkın tutkularının fırtınası içinde, güzel demokrasisini yitirmek üzere bulunan Fransa’da olanlara Jaures baktığında! Son olarak, buradan iktisadî demokrasi alanına yeniden dönersek, İngiltere’de Lordlar Kamarası’nın kararlarını oluşturan uyarılara başvurmamız gerekmez mi? İngiltere’nin kıta Avrupa’sındaki ülkelerde gözlemlenen, sınıf mücadelesinin şiddetlenmesine ne kadar yaklaştığını görmemek için revizyonistlerin demokrasiye olan kör inancı gerekir. İngiliz burjuvazisinin böylece -güçlenen sosyalizmde- kendi “mezar kazıcısı”nı yaratması, bize kararlığın önemini gösterir yalnızca.
En sonunda, varolan ya da fethedilmesi gereken demokratik kurumların felâkete yol açmayan bir evrim imkânıyla ilgili olarak değerlendirilmesinde önemli olan şey, bu kurumların sağlamlığının ve güvenliğinin derinlemesine incelenmesidir; bu incelemeye hiçbir revizyonistte de, Jaures’te de rastlanmaz. Ama bununla, “yeni yöntem”in “demokrasi”nin başlıca özelliği diye çoğunluğun egemenliğini değil de, azınlığa karşı beslenen düşünceleri kabul etmesinin nedeni anlaşılır.
Demokrasinin fethi ve korunması gereğinin içerdiği şiddetli çatışmaların gözler önündeki tehlikesini kendinden gizleyemez Jaures: Başarılı olabileceğini kabul ettiği, demokratik özgürlüklerin kaldırılması yolundaki bir girişimi hesaba katmamazlık edemez. Bu, “yeni yöntem”in salto mortale’sidir (ölüm perendesidir). O halde felâket teorisiyle mücadele etmek ne işe yarar? Bir felâket hangi sosyalist (propagandadaki kimi aşırılıklar dışında elbette!) bir felâket için çalıştı ya da hatta kendi taktiğini böyle bir felâket ihtimali üstüne kurdu ki? Uyanık olmalıyız; kuşku duymak haklı olarak iyi bir demokratik nitelik olarak kabul edilmiştir. Rakiplerimiz bizlere gelirlerse, tavizlerde bulunmaya hazır olurlarsa, onları geri çevirmeyeceğiz. Ama barış bildirileriyle, iyi tanrıça Demokrasi’nin kollarında sallanıp uykumuzun gelmesine izin vermeyelim, silâhlarımızı atmayalım. Toplumsal hayatta ittifaklar kurmamıza yalnızca mücadele gücümüz imkân verir, yalnızca bu güç bize siyasal, toplumsal ve iktisadî reformların yolunu açabilir ve hatta böyle bir şeyin mümkün olduğunu kabul edersek, felâketlerden kaçınmamıza bile yol açabilir...
Die Neue Zeit, Eylül 1902
(Karl Liebknecht, “Militarizme Karşı Sınıf Mücadelesi - Seçme Yazılar,
Belge Yayınları, s.261-274)
(1) Georg Büchner’in oyunu.
(2) “Millerandçılık”, Bernstein revizyonizmiyle çağdaş bir olgudur: “Cumhuriyeti kurtarmak için” sosyalist Millerand, Paris Komünü’nü ezen General Galiffet’in de yer aldığı bir hükümete katılmayı kabul etti.
(3) Hesse, Bavyera, İsveç ve Belçika parlamentoları oy hakkı konusunda bir reform isteğinde bulunmuşlardı. Bu istek 1904 -1905 yıllarında başarısızlığa uğradı. Oy hakkı için yapılan kampanyaya İsveç’te 1903 yılında büyük gösteriler ve grevler eşlik etti.
(4) Oy hakkı için mücadele Belçika’da Nisan 1902’de doruğuna ulaştı. Sanayi merkezlerinde ve Brüksel’de grevcilerin sayısı 300.000 kişi dolaylarındaydı. Belçika İşçi Partisi yönetimi kralın hakemlik etmesini istedi. 18 Nisan 1902’de parlamentonun çoğunluğu oy hakkında herhangi bir değişiklik yapılmasını reddetti.