Alman Devrimi’nin dersleri / İhanete uğrayan devrim-2

Tartışmalı görünen, işçi sınıfının bu tarihi olaylar üzerinden tartışmasız biçimde kanıtlanmış devrimci konum ve kimliği değil, fakat ilkin bunun sınırları, ve ikinci olarak, devrimci konumuna rağmen işçi sınıfının önemli kesimlerinin neden devrim karşıtı oportünist partilerin ardından gidebildiğidir. Bu gerçekte sözkonusu devrimlerin sınırları ve Rusya hariç uğradıkları yenilginin nedenlerine ilişkin de bir tartışmadır. Şimdilik ilkiyle, işçi sınıfının sergilediği devrimci inisiyatif ve yönelimin sınırlarıyla devam edelim.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 06 Mart 2020
  • 17:59

Devrimci parti ve devrimci sınıf hareketi

Rusya’da Şubat Devrimi’ni izleyen ve Ekim Devrimi’ni önceleyen sekiz devrim ayı, devrimci partinin varlığının devrimin başarılı gelişme seyri ve kesin zaferi için en temel güvence olduğunu ortaya koymuştu. Alman Devrimi ve aynı döneme rastlayan öteki Orta Avrupa devrimleri ise, tersinden, oportünist partinin varlığının, hele de devrimci partinin yokluğu koşullarında, burjuva düzenin elinde devrimi dizginlemenin ya da saptırmanın, böylece zaman içinde boşa çıkarmanın (Almanya örneğinde olduğu gibi gerektiğinde dosdoğru boğazlamanın) amaca en uygun aracı olduğuna tanıklık etmişti. Genel tanımlamalar içinde bu iki sonuç, dönemin devrimlerinin daha ilk günden bilince çıkarılmış temel önemde iki dersiydi.

Peki aynı tarihi olaylar, devrim içindeki yeri ve tutumu bakımından işçi sınıfı payına ne göstermişti? Olaylar, işçi sınıfının, tam da marksist teoride ortaya konduğu gibi, burjuva toplumunun en devrimci sınıfı olduğuna tanıklık etmiş miydi? 

Öncelikle altını çizmeliyiz ki, Rusya’dan Almanya’ya bahsi geçen bir dizi ülkede bir devrimden söz edilebiliyorsa eğer, bu tam da işçi sınıfının ortaya koyduğu tarihsel devrimci inisiyatif sayesinde olanaklı olabilmiştir. İşçi sınıfı ayağa kalkmasaydı ve olayların merkezine yerleşmeseydi, dönemin devrime sahne olmuş hiçbir ülkesinde bir devrimden söz edebilmek olanağı kalmazdı. Dolayısıyla sorunun tarihsel bakımdan yeterince açık bu olgusal yanına ilişkin bir tartışma yersiz ve gereksizdir. 

Tartışmalı görünen, işçi sınıfının bu tarihi olaylar üzerinden tartışmasız biçimde kanıtlanmış devrimci konum ve kimliği değil, fakat ilkin bunun sınırları ve ikinci olarak, devrimci konumuna rağmen işçi sınıfının önemli kesimlerinin neden devrim karşıtı oportünist partilerin ardından gidebildiğidir. Bu, gerçekte sözkonusu devrimlerin sınırları ve Rusya hariç uğradıkları yenilginin nedenlerine ilişkin de bir tartışmadır. Şimdilik ilkiyle, işçi sınıfının sergilediği devrimci inisiyatif ve yönelimin sınırlarıyla devam edelim.

Devrimlerin patlak verdiği ülkelerden bir tek Rusya’da devrimci bir sınıf partisi vardı. Başta Almanya olmak üzere tüm ötekilerde yalnızca sağ ve merkez kanatlarıyla geleneksel sosyal-demokrat partiler, Lenin’in sözleriyle yalnızca “oportünistlerin partisi” vardı. Almanya ve Macaristan’da küçük şekilsiz devrimci gruplar vardı ve Avusturya’da bu bile yoktu. 

Bir önceki bölümde zaten üzerinde durmuş bulunduğumuz bu gerçeği burada yinelememiz nedensiz değildir. Zira bu aynı gerçeğin öteki yüzünde, bu ülkelerin hiçbirinde devrimci bir işçi hareketi geleneğinin, bunun ürünü bir devrimci işçi hareketi olgusunun yokluğu saklıdır. Buradaki karşılıklı ilişkiyi mutlaklaştırmadan kaçınabiliriz; ama anılan ülkeler için, Finlandiya’yı bir parça dışında tutsak bile, Almanya, Avusturya ve Macaristan için, durum tam olarak budur.

Bunu anlamakta esaslı bir güçlük de yoktur. Adını hak eden ve misyonunu yerine getirebilecek kapasitede olan bir devrimci sınıf partisi, anlık bir gelişmenin değil fakat tarihsel bir sürecin ürünü olabilir ancak. Sosyalizm ile işçi sınıfı hareketinin tarihsel birleşme süreci, tam da böyle bir partinin tarihsel oluşum sürecidir. Devrimci bir sınıf partisi ancak uzun yıllara yayılan bir pratik çaba içinde, işçi sınıfı kitlelerini uyarma ve eğitme, her türden mücadeleler içinde birleştirme ve örgütleme pratiği içinde, kendi gerçek kimliğini ve kapasitesini, önderliğini, kadrosunu ve deneyim birikimini, dolayısıyla gücünü bulabilir. Ve ancak bu takdirde, bir devrim anında, etkin ve başarılı, dolayısıyla devrimin zaferini hazırlama şansı yüksek bir önderlik kapasitesi sergileyebilir. 

Şuraya gelmiş oluyoruz: Devrim anında böyle bir parti varsa eğer, bu aynı şekilde, devrimin yaşandığı ülkede devrimci mücadele süreçleri içinde eğitilmiş, deneyim kazanmış, kendi saflarından devrimci öncüler yetiştirmiş bir işçi hareketinin varlığının da dolaysız bir göstergesidir. Devrim öncesi süreçlerde bu hareket henüz yalnızca sınıfın etkin bir azınlığından ibaret olabilir. Örneğin daha çok büyük sanayi kentleriyle, buralarda bile ancak belli sanayi kolları ya da işçi bölükleriyle sınırlı kalabilir. Ama bu yine de işçi sınıfının bütünü payına büyük bir tarihsel kazanımın ifadesi olur ve olayların devrime doğru büyüdüğü bir tarihsel evrede, devrimin kaderi bakımından çok büyük bir olanak anlamına gelir. Rusya işçi sınıfı hareketinin gelişme süreçleri ve bu süreçler içinde kendini bulmuş Bolşevik Partisi gerçeği, bu durumun ideal bir örneği olarak durmaktadır önümüzde. 

Ve tersinden, devrim anında hala da böyle bir devrimci sınıf partisi yoksa eğer ve daha bir de kurulu düzenin hizmetindeki reformist partinin varlığı açık bir olguysa, bu da devrimin yaşandığı ülkede, devrimci mücadele süreçleri içinde eğitilmiş bir işçi sınıfı hareketinin yokluğunun, başka sözlerle söylemek gerekirse, bu ülkelerin işçi sınıfı hareketinin siyasal ve örgütsel kapasitesinin sınırlarının bir göstergesidir. Ekim Devrimi’ni izleyen fırtınalı tarihi dönemde devrime sahne olmuş ülkelerde (kısmen Finlandiya dışında) durum aşağı yukarı buydu. 

Almanya, Avusturya ve Macaristan devrimlerini değerlendirirken, bu tarihsel olguyu temel bir veri olarak göz önünde bulundurmak gerekir. Bu ülkelerde işçi sınıfı sosyal-demokrasi tarafından uzun yıllar boyunca reformist, parlamentarist ve legalist bir cendere içinde kurulu düzenin sınırlarına hapsedilmişti. Böylece siyasal ve örgütsel açıdan adeta felç edilmiş, kötürümleştirilmişti. 4 Ağustos 1914’te emperyalist savaş patlak verdiğinde, anılan ülkelerin tümünde işçi sınıfı hareketi bu aynı durumdaydı. Dolayısıyla liderlerin ihaneti karşısında herhangi bir bağımsız devrimci inisiyatif gösterme kapasitesinden yoksundu. Bu doğrultuda herhangi bir gerçek bilinç ve örgütlenme kapasitesinden yoksun olması bir yana, bir yandan savaşa yönelmiş militarist aygıtın dolaysız ezici baskısı, öte yandan onun hizmetindeki sosyal-demokrat parti ve sendika aygıtının sımsıkı kıskacı, işçi sınıfı kitlelerine farklı davranabilme konusunda neredeyse hiçbir şans da bırakmıyordu. 

Özetle, yasal açıdan olduğu kadar ideolojik ve politik açıdan da düzen sınırlarına (icazetine demek istiyoruz) uyarlanmış genel bir sol eğilime sahip olmak dışında (ki bu gerçekte onu her türden bağımsız davranıştan alıkoyan bir pranga idi), savaş öncesi dönemden devraldığı hemen hiçbir şey yoktu. Bu, incelememiz boyunca üzerinde çok çeşitli yönleriyle duracağımız temel önemde bir tarihsel olgudur. Bunsuz başta Alman Devrimi olmak üzere, dönemin devrimlerinin sınırlarını ve yenilgisini anlamak mümkün değildir

Şimdilik ara bir not olarak hatırlatalım: 1918/19 döneminin devrim hainlerini aklamaya, hiç değilse mazur göstermeye, böylece devrimlerin yenilgisini son derece anlaşılır olağan bir sonuç olarak sunmaya yeltenenlerin dayanmaya çalıştığı olgu da çoğu durumda budur. Şu farkla ki, bunu yapanlar bu olgunun gerçek nedenlerini sorgulamazlar, bunu görmezlikten gelmeye, demagojik açıklamalarla çarpıtmaya ya da gizlemeye çalışırlar. Daha savaşın ilk yılı içinde (1915) Karl Kautsky’nin yapmaya çalıştığı bu olmuştu. Tarihsel süreç çok şeyi aydınlatıp yerli yerine oturttuktan sonra bile (1936), Otto Bauer’in hala da yapmaya çalıştığı buydu. 

Her ikisinin sorunu demagojik biçimde ortaya koyuş tarzı kabaca şöyleydi: Diyelim ki liderler haindi, peki işçi sınıfı kitleleri neden onları izledi, onlar da mı haindi? Sorunu böyle ortaya koymakla varmak istedikleri sonuç şuydu: Emperyalist savaşa onay vermenin de ve savaş sonrasında patlak veren devrimlerin akıbetinin de gerçek nedeni, hiç de sosyal-demokrat partiler ya da onların sözde ihanet içindeki liderleri değil, fakat sınıf kitlelerinin davranışlarını da belirleyen nesnel-toplumsal, kültürel ve psikolojik koşullardır. (Burada yalnızca hatırlatmış oluyoruz, günümüz özürcülerinin hala da kullanmakta oldukları bu beylik argümanın tartışmasını sonraya bırakıyoruz).

Savaş dönemi ve işçi sınıfı

Saptamış bulunduğumuz olguya dönersek, bu bizi şimdilik şu kadarıyla ilgilendirmektedir: Savaşı izleyen dönemde devrime sahne olmuş ülkelerde işçi sınıfı, sınırları kuşkusuz tartışmalı o tarihsel devrimci inisiyatifini, işte buna rağmen gösterebilmiştir. Üstelik tarihsel bir ilişki ve alışkanlığın ürünü olarak hala da partisi olarak görebildiği geleneksel sosyal-demokrat parti, açık ya da sinsi bin bir türlü yol ve yöntemle, önünü kesme çabasını kesintisiz bir biçimde sürdürdüğü halde. 

Bu kuşkusuz ilgili ülkelerde işçi sınıfı kitlelerinin devrim sahnesine adeta eli boş girdikleri anlamına gelmemektedir. Tam da savaşın kendisi, yıllara yayılan acısı ve yıkımı, bizzat bunun yarattığı ve yıldan yıla derinleştirdiği sarsıntı, bunun bilinçlere ve davranışlara kaçınılmaz etkisi, dolayısıyla daha savaş yıllarında yol açtığı küçüklü büyüklü eylemlilikler, devrimin şafağına farklı bir işçi sınıfı hareketini de adım adım hazırlamıştı. İlk belirtilerinden yola çıkarak, emperyalist savaşın tüm Avrupa’da devrimci bir duruma yol açtığını Lenin daha 1915 gibi erken bir tarihte saptayabiliyordu. Bütün bir emperyalist savaş dönemi Avrupa’da devrimci bir mayalanma dönemidir ve bunun sonuçlarını en dolaysız bir biçimde gösterdiği toplumsal katman tam da işçi sınıfıdır.

Savaşın üçüncü yılında buna sarsıcı ve devrimcileştirici yeni bir tarihsel etken eklendi: Rusya’da Şubat Devrimi ve ardından Ekim Devrimi. Daha Şubat Devrimi’nin ilk aylarından itibaren bu etki kendisini özellikle Almanya, Macaristan ve Avusturya üzerinden göstermeye başladı. Örneğin Almanya’da bir büyük işçi grevleri dalgasının tam da 1917 Nisan’ında patlak vermesi, başta Berlin olmak üzere Hamburg, Leipzig, Bremen, Kiel vb. büyük kentlere yayılması, bu eylem dalgası içinde ilk işçi konseylerinin ortaya çıkması bu açıdan rastlantı değildi (Yalnızca Berlin’de greve 300’ü aşkın fabrika ve işletmeden 300 bin işçi katılmıştı). Aynı şekilde, daha 1916 yılında kendi içinde krize girmiş bulunan SPD’nin yine Nisan ayı içinde resmen bölünerek USPD’nin kurulması da, işçi kitlelerinin büyüyen ve eylemlere varan hoşnutsuzluğu kadar, Rusya’daki devrimin sarsıcı etkisinin bir sonucuydu. Ekim Devrimi’nin ardından bu devrimcileştirici etkinin yeni boyutlar kazandığını, Almanya’nın yanısıra, Avusturya ve Macaristan’a yayıldığını, Ocak 1918’de her üç ülkeyi kapsayan büyük bir genel grev dalgasına yolaçtığını biliyoruz. 

İlgili ülkelerin işçi sınıfları işte bu eğitici ve devrimcileştirici süreçlerden geçerek 1918 sonbaharına ulaştılar ve savaşın yenilgisinin hissedilmesiyle birlikte büyük devrimci patlamanın içinde ve önünde buldular kendilerini.

Özetle, emperyalist savaşın bir dizi ülkede ihanet içindeki sosyal-demokrasiden adeta kötürümleştirilmiş halde devraldığı işçi sınıfı ile savaşın bitimine devrettiği işçi sınıfı birbirinden hayli farklıydı. İşçi sınıfı sosyal-demokrasiyle bağlarını koparmayı henüz başaramamıştı. Fakat devrimci atılımı da artık onun tarafından dizginlemiyordu. İşçi sınıfı savaş ve devrim arası dönemde ne kazandıysa, kendi öz inisiyatifi ve yaşam deneyimiyle kazandı. Ona yol gösterecek, onu eğitecek, örgütleyecek, doğru çizgide yönlendirecek bir devrimci partiden hala da yoksundu. Bu nitelikte partiler ancak devrimin ardından ve bizzat devrimin ürünü olarak nihayet ortaya çıkacak, ama yazık ki karmaşık olaylar halinde hızla akmakta olan devrim sürecini etkilemede esasa ilişkin bir başarı gösteremeyeceklerdi. Oysa geleneksel sosyal-demokrat partiler köklü aygıtlarına ve işçi kitleleri üzerinde anlaşılır nedenlerle hala da sürmekte olan etkilerine dayanarak, devrimleri dizginlemeyi ve boşa çıkarmayı başarabileceklerdi. Bu olgunun kendisi, savaş döneminin ve Rusya’daki devrimin tüm sarsıcı, eğitici ve dönüştürücü etkisine rağmen, işçi hareketinin katettiği mesafenin sınırlarını da ortaya koyacaktı.

Duruma tarihsel sahne üzerinden biraz daha somut biçimde göz atabiliriz artık. Finlandiya Devrimi’nden başlayarak Macaristan, Avusturya ve nihayet Almanya Devrimi’ne ilişkin olarak yapacağımız kısa özetleme, yalnızca işçi sınıfının devrim içindeki yeri ve inisiyatifi sınırlarında olacak. Bununla amacımız, savaş öncesi dönemde devrimci manada bir siyasal ve örgütsel eğitimden geçmiş olmak bir yana, sosyal-demokrat reformizm tarafından adeta kötürümleştirilmiş işçi sınıflarının, kökü derinlerde bu tarihsel prangaya rağmen gösterebildiği tarihsel devrimci inisiyatifin altını çizmektir.

Fin Devrimi ve işçi sınıfı

Finlandiya’dan başlıyoruz. Yakın zamanda Kızıl Bayrak’ta Finlandiya Devrimi’ne ilişkin makalesi yayınlanan Amerikalı yazar Eric Blanc, söze şu çok dikkate değer gözlemle başlıyor: “1917 Şubat’ında Çarlığın devrilmesi, hızla tüm Rusya çapına yayılan devrimci bir dalganın önünü açtı. Belki de bu ayaklanmalardan en istisnai olanı, bir bilim insanının tabiriyle ‘20. yüzyıl Avrupa’sının sınıf savaşımlarının en belirgin olduğu’ Fin Devrimi’ydi.”

“20. yüzyıl Avrupa’sının sınıf savaşımlarının en belirgin olduğu” vurgusu bile Fin Devrimi’nde işçi sınıfının tuttuğu yeri kendi başına anlatmaya yeterlidir. Yakın zamana kadar hiç değilse Türkiye’de hakkında çok az şey bildiğimiz Fin Devrimi, her bakımdan tam bir işçi sınıfı devrimidir. İşçi sınıfı Fin Devrimi’nin öncüsü, temel gücü ve bütün bir ruhudur. Reformist çizgideki sosyal-demokrat parti liderliğinin tüm oyalama ve engelleme çabalarına rağmen devrime kendi öz inisiyatifiyle girişmiş, neredeyse kendi başına savaşmış, bedelini de Alman savaş makinasına dayanan Beyaz Terör’le çok ağır biçimde ödemiştir: 3 milyonluk bir ülkede, en az 30 bin işçi sınıfı evladının ölümüyle.

Çarlık bünyesinde olmasına rağmen kendine özgü özerk konumundan dolayı siyasal ve kültürel koşulları Avrupa’yı daha çok andıran Finlandiya’da işçi sınıfının devrimci açıdan tarihsel avantajı, Rusya işçi sınıfına bu denli yakın olmasıdır. Bu onu kendine özgü koşullarda 1905 ve Şubat 1917 Devrim fırtınalarının bir parçası haline getirmiştir. Ekim Devrimi’nden dolaysız biçimde etkilenmesini de alabildiğine kolaylaştırmıştır.

Finlandiya işçi sınıfının sahip olduğu bu tarihsel avantajlar, onun neredeyse bir blok olarak saflarında örgütlenmiş bulunduğu Finlandiya Sosyal-Demokrat Partisi’ni de etkilememezlik edemezdi. Ama en iyi durumda bu, Alman partisine egemen “merkezci” çizgi sınırlarını aşmıyordu. Rusya’daki izdüşümüyle, bir tür Menşevizmdi bu. Finlandiya SDP’si, hakim çizgi yönünden ve güçlü sağ kanadı nedeniyle, devrim döneminde bile reformist-parlamentarist çizginin dışına çıkamadı. İşçi sınıfının devrimci basıncı ve inisiyatifi karşısında bir süre için sürüklenerek de olsa hareketin başında görünmesi bu gerçeği değiştirmiyor. O günkü SDP sol kanat liderlerinden Kuusinen’in devrimi izleyen dönemdeki özeleştirisi, bu konuda herhangi bir tartışmaya yer bırakmıyor. Finlandiya SDP’si devrime inanmıyordu; biz devrime güvenmediğimiz gibi onun için bir çağrı da yapmış değildik, diyor Kuusinen. Finlandiya SDP’sinin Avrupa’daki benzerlerinden önemli farkı, devrime açık bir ihanet içine girmemesidir.

Devrim öncesi sürece ilişkin hatırlatmalar, Finlandiya işçi sınıfının, başta partinin durumu olmak üzere, koşullardaki tüm öteki benzerliklere rağmen, yine de Almanya ya da Avusturya işçi sınıfına göre sahip olduğu tarihsel avantajlara işaret etmek içindi. 

Rusya’da Şubat Devrimi, beklenebileceği gibi etki ve sonuçlarını Finlandiya’da da gösterdi. Devrimin ilk günlerinden başlayarak işçi sınıfı sonu gelmeyen bir kaynaşma içine girdi. Gerici bir Fin tarihçisi durumu şöyle özetliyordu: “Proletarya artık yalvarmıyor, dilenmiyor ama hakkına sahip çıkıyor ve arkasında duruyor...”

Çarlık bünyesinde özerk bir ülke olması, daha baştan Fin Devrimi’ne belirli avantajlar da sağlıyordu. Finlandiya’da burjuvazinin kendi ordusu yoktu. Limanları tutan Rus denizcileri ise artık devrimin bir parçası idiler ve Petrograd Sovyeti’ne bağlılık içindeydiler. Tam da bu devrimci Rus askerlerinin desteği ile işçiler silahlanmaya başladılar. Eski yerel polis gücünü tasfiye ederek “Kızıl Muhafızlar” halinde onun yerine geçtiler.

Tüm bunlar olurken, kendi içinde sağ, merkez ve sol kanat olmak üzere üçe bölünmüş görünen sosyal-demokrat parti, gerçekte bir bütün olarak şaşkın, kararsız ve ne yapacağını bilemez haldeydi. Her açıdan hareketin gerisindeydi, önderlik etmek bir yana belirgin bir tutumla frenleyici bir rol oynuyordu. Hareketi mümkün mertebe barışçı parlamenter sınırlara hapsetmeye çalışıyordu. Bunun bir parçası olarak işçilerin “Kızıl Muhafızlar” halinde örgütlenmesini bile engelleme çabası içindeydi. Hareketi burjuvaziyle uzlaşma içinde parlamenter bir cumhuriyete yöneltmek peşindeydi. Buna karşılık Fin burjuvazisinin tüm kaygısı ve hazırlığı, gitgide güçlenen ve kendi sınıfsal varlık koşulları için öldürücü bir tehdit oluşturan işçi sınıfı hareketini ne edip edip ezmeye yönelikti.

Ekim Devrimi’nin ardından ve dolaysız etkisi altında, Finlandiya’da olaylar hızlandı. Devrimden hemen önce SDP Başkanı, işçi devriminin kendilerine rağmen gelmekte olduğunu şu sözlerle tarihin kayıtlarına geçiyordu: “Devrime daha fazla engel olamayız... Barışçıl eylemliliğin değerine dair inanç yitirilmiş durumda ve işçi sınıfı yalnızca kendi gücüne güvenmeye başlıyor... Eğer devrimin hızla yaklaşmakta olduğu konusunda yanılıyor olsaydık, bu beni çok mutlu ederdi.”

Bolşevik Partisi liderlerinin de teşvikiyle Finlandiya işçi sınıfı, sosyal-demokrat liderleri de mutsuzluğa boğarak, Ekim Devrimi’nden yalnızca iki ay sonra kendi proleter devrimini gerçekleştirdi. Ama bu, sosyal-demokrat liderlerin çelmelemelerinin ve böylece burjuvaziye altın değerinde bir toparlanma süresi sağlamalarının ardından olabildi ancak. Sosyal-demokrat liderlerin benzer tutarsızlıkları, kararsızlıkları ve dizginlemeleri, Fin Sosyalist İşçi Cumhuriyeti’nin ilanından sonra da sürdü. Buna rağmen Finlandiya’da proleter devrim, ancak dört ay sonra ve Fin burjuvazisinin uşakça davetiyle ülkeyi istila eden Alman emperyalizminin militarist aygıtı sayesinde ezilebildi.

Burada amacımız Fin proleter devriminin olaylarını özetlemek ya da buna ilişkin sorunların tartışmak değil, fakat devrimde işçi sınıfının çok özel yerine ve rolüne işaret etmektir. Bu yer ve rol, yaklaşık sekiz ay sonra Orta Avrupa’da patlak verecek öteki devrimlerden çok daha açık, belirgin ve etkindir. Finli işçiler devrimci bir önderlikten yoksun oldukları halde ve sözde partilerine rağmen bunu başarabildiler. Denebilir ki, bunu yaparlarken biricik gerçek avantajları, bir kez daha ve bu kez artık iktidar olmayı başarmış Rusya proletaryasının ilham kaynağı bir güç olarak yanı başlarında bulunuyor olmasıydı. Bunun bir parçası olarak Bolşevik Partisi’nin katkı ve yönlendirmeleriydi.

Macar Devrimi ve işçi sınıfı

Macaristan’ın Orta Avrupa’nın devrime sahne olmuş öteki iki ülkesinden, Almanya ve Avusturya’dan önemli bir farkı, kırsal ilişkilerin belirgin bir ağırlık taşıdığı ve güçlü bir köylü-toprak sorununun bulunduğu az gelişmiş bir kapitalist ülke olmasıdır. Bu geriliğe rağmen işçi sınıfı 19. yüzyıl sonu gibi erken bir tarihten itibaren sosyal-demokrat parti çatısı altında örgütlenmeye yönelmiş bulunuyordu.

Her zaman Alman sosyal-demokrat partisinin izinde hareket etmiş olan Macar sosyal-demokrat partisi, emperyalist savaş patlak verdiğinde de farklı davranmadı. Emperyalist savaşı destekleyerek ihanete battı ve işçi sınıfını da buna alet etti. Fakat tıpkı Almanya’da olduğu gibi, savaşın ilk yıkıcı etkilerinin ardından hoşnutsuzluğu büyümeye başladı. İlk savaş yılının ardından grevler gitgide çoğalmaya başladı. Rusya’da 1917 Şubat Devrimi buna yeni bir ivme kazandırdı. Öylesine ki, 1917 Mayıs’ındaki grev dalgası, savaş hükümetinin düşmesine yol açtı. İşçilerin savaşa karşı hoşnutsuzluğu büyüyorken, sosyal-demokrat parti ihanetine yeni bir halka ekleyerek, düşenin yerine kurulan yeni savaş hükümetine “dışarıdan” destek verdi.

Ekim Devrimi’nin Avrupa çapında yarattığı sarsıntı, Macaristan işçi sınıfı üzerinde özellikle etkili oldu. “İlhaksız-tazminatsız barış” talebi kitleler arasında hızla yaygınlaştı. Bunu Brest Barış görüşmelerinin etkisi altında 1918 yılı Ocak ayında, Almanya ve Avusturya başkentlerinin yanısıra başkent Budapeşte’de geniş yankı bulan büyük grev dalgası izledi. Tıpkı Berlin ve Viyana’da olduğu gibi, Budapeşte’de de genel grev, bizzat sosyal-demokrat liderler tarafından kırıldı. Bu yeni ihanet parti bünyesinde karışıklığa ve sol bir muhalefetin uç vermesine yol açtı. 1918 yılı Haziran ayında işçilerin kurşunlanması, yeni bir grev dalgasına yol açtı ve bu kez başkentin dışına da yayıldı. Eylem dalgasını boşa çıkaran bir kez daha sosyal-demokrat parti liderliğiydi.

Macaristan’da işçi sınıfı hareketi, tıpkı Almanya ve Avusturya’da olduğu gibi, 1918 sonbaharına, yani savaş yenilgisini her üç ülkede de devrimlerin izleyeceği günlere, bu süreçlerden geçerek gelmiş oldu. Bu, işçi hareketinin sosyal-demokrat liderlere rağmen ve dahası onlara karşı, eylem içinde kendini bulmaya ve devrimcileşmeye başladığı, böylece parti bünyesinde de devrimci öğelerin çoğalmasını kolaylaştırdığı bir süreç oldu. 

Macaristan’da devrim Almanya’dan da önce, 1918 Ekim ayı sonunda patlak verdi. Geleneksel devlet aygıtı neredeyse kendiliğinden çöktü. İnisiyatifi ele almaya çalışan bağımsızlık yanlısı burjuva partileri tarafından 16 Kasım’da Macaristan bağımsız bir cumhuriyet ilan edildi. Başta başkent Budapeşte olmak üzere işçi ve asker konseyleri ülke çapında hızla yaygınlaştı. Olup biten her şey, başta işçiler olmak üzere emekçi kitlelerin ve savaştan dönmüş askerlerin kendi inisiyatifine dayanıyordu. Sosyal-demokrat parti ise, devrimi bağımsız bir burjuva cumhuriyeti sınırlarında tutmak ve bitirmek isteyen burjuva koalisyon hükümetine payanda olmakla meşguldü. 

Avusturya ve Almanya’da olduğu gibi Macaristan’da da komünist partisi ancak devrimin ardından kurulabildi ve özellikle işçi sınıfı saflarında hızla güç kazanmaya başladı. Ama devrimin ardından ancak kurulabilen genç ve deneyimsiz bir parti olmanın sınırlılıkları ve sorunlarıyla da kaçınılmaz olarak yüz yüze kaldı. 

Amacımız şu an burada buna ilişkin sorunları tartışmak değil. Burada şimdilik işçi sınıfının Macar devrimindeki yeri ve rolüyle ilgiliyiz. Bilinçli bir tercihle, savaşı izleyen ve devrimi önceleyen sürece özel bir yer ayırmış olduk. Bu, işçi sınıfının başta savaş olmak üzere olayların sarsıcı etkisi altında, el yordamıyla ve eylem süreci içinde devrimcileştiği bir süreçti.

Sonrası, devrimi izleyen süreç, genellikle daha iyi bilinmektedir. Sosyal-demokrat partinin de içinde yer aldığı burjuva koalisyon hükümeti tarafından baskı altına alınan, yayınları yasaklanan ve liderleri zindanlara doldurulan komünist partisi buna rağmen hızla güç kazanıyordu. Sosyal-demokrat liderler işçi sınıfının dizginlenemeyen devrimci enerjisi ve inisiyatifi karşısında aciz durumda idiler. 

1919 yılının ilk aylarına sınıf ve kitle hareketinin yeni bir büyük dalgası ile girildi. Burjuva koalisyon hükümeti zaten çöküntü halindeydi. Savaşın galibi emperyalist Antant devletlerinin Macaristan’a ağır dayatmaları onun sonu oldu. Bu dayatmalara karşı çıkabilecek biricik toplumsal güç olarak işçi sınıfı ve siyasal güç olarak komünistler hızla ön plana çıktı. Çaresizlik içindeki sosyal-demokratların sol kanadı komünistlerle tek parti çatısı altında birleşti ve Macar Sovyet Cumhuriyeti ilan edildi.

Macar devrimi üzerine özetlemenin bu kadarı, işçi sınıfının devrimde tuttuğu belirleyici yer ve oynadığı rol üzerine yeterli bir fikir vermektedir. Bu bölümdeki amacımız için bu kadarı yeterlidir. Bunun ötesini bir dizi başka sorunla birlikte ele almak üzere daha sonraya bırakabiliriz.

Kısa sonuç şudur: Savaş öncesi dönemde hiçbir ciddi politik ve örgütsel eğitimden geçmemiş olan Macar işçi sınıfı, savaşın sarsıcı süreci ve Rusya’daki devrimlerin dolaysız etkisi altında, Macaristan’da devrime ve ardından Macar Sovyet Cumhuriyeti’ne varan olayların tam kalbinde yer alabilmiştir. Fakat öte yandan, bu yeterince olgunlaşmamış, sosyal demokrasiden köklü bir kopuşa varmamış süreç, sonuçta Macaristan devrimi ve Macar Sovyet Cumhuriyeti’nin trajik akıbetini de belirleyebilmiştir. Komünist liderlerin hataları bir yandan, pusudaki sosyal-demokrat liderlerin kritik andaki ihanetleri öte yandan, bir arada bu akıbeti kolaylaştırmıştır.

(Devam edecek…)

Ek;

Parti, sınıf, devrim!

Tunus ve Mısır’da milyonlarca insanı haftalar boyu sokaklara döken halk isyanları, dünya ve Türkiye solunun bir kesimi tarafından açık ya da örtülü biçimde emperyalizmin bölgeyi yeniden düzenleme hesabının bir ürünü sayılırken, öteki bir kesimi tarafından ise sınıfsal bakımdan şekilsiz ve politik bakımdan yönsüz bir yığın patlaması olmaktan öteye gidemeyen bu aynı olaylar kestirmeden “devrim” olarak nitelenebilmiştir. Bu iki değerlendirmede ortak olan yön, bilimsel bakıştan ve devrimci konumdan yoksunluktur. İlki geniş çaplı bu kitlesel patlamaların emekçi insanın ruhunda, bilincinde ve davranışında yarattığı ve etkisi kesin olarak yarının yeni mücadelelerine kalacak olan değişimleri görmezlikten gelirken, ikincisi devrimi şekilsiz ve kendiliğinden bir yığın patlamasına indirgemekte, devrimci sürecin öznel yönünü tümüyle gözden kaçırmaktadır.

Tunus-Mısır olayları ilkin, onyılların baskı, sömürü ve emperyalizme uşaklık politikalarının en durgun görünen toplumlarda bile ne denli muazzam bir sosyal-siyasal patlayıcı madde birikimi yarattığını, bunun en beklenmedik olaylarla nasıl alev alabildiğini ve emekçilerin muazzam yığınını haftalarca yatışmayan bir öfke ve mücadele kararlılığı ile sokağa dökebildiğini göstermiştir. Aynı olaylar ikinci olarak, ezeni ve ezileni kapsayan genelleşmiş bir ulusal bunalıma ve normal zamanlarda tümüyle atalet içinde olan milyonlarca emekçideki geniş çaplı hareketlenmeye rağmen, eğer toplumun emekçilere önderlik etmek yeteneğine sahip sınıfı gerekli devrimci insiyatifi ortaya koyamıyorsa ve devrimci parti çok yönlü çabalarıyla bunu kolaylaştıran, güçlendiren ve yönlendiren bir konumda değilse, olayların devrime doğru büyüyemediğini ortaya koymuştur.

Bu iki sonuç bir arada, bir yandan en durgun görünen toplumlarda bile devrimin büyük potansiyel olanaklarını, fakat öte yandan ise devrimci sınıf ile devrimci partinin hazırlığının olayların seyrindeki belirleyici önemini göstermektedir. Devrimler tarihi devrimci durumların ancak devrimci sınıf hazırsa devrime dönüşebildiğine ve devrimin ise ancak devrimci sınıfa önderlik edebilen devrimci partiler tarafından zafere taşınabildiğine tanıklık etmektedir.

2009 yılında toplanan TKİP III. Kongresi’nin yükselttiği “Parti, sınıf, devrim!” stratejik şiarının anlamı ve önemi buradadır. Bu şiar devrimci parti ile devrimci sınıfın devrimci organik birliğini vurgulamakta, bunu da devrimin kendisine ve elbette ki zaferine bağlamaktadır. Böylece hem bugünün en temel, en öncelikli görevine, yani devrimci parti ile sınıfın devrimci birliğine, hem de bunun devrimin ve zaferinin biricik gerçek güvencesi olacağı olgusuna bir arada işaret etmektedir. Bugünün dünyasında devrimci partinin toplumun gerçekten devrimci biricik sınıfıyla devrimci organik birliği, toplumsal çatışmayı devrime doğru büyütmenin ve devrimin zaferini hazırlamanın zorunlu koşuludur. Devrim için devrimci sınıfın hazırlığı ve inisiyatifi, devrimin zaferi içinse öncü devrimci parti, olmazsa olmaz koşullardır.

Bütün bunlardan günümüz dünyasında her gerçek devrimci partiyi bekleyen en temel, en dolaysız, en öncelikli görev de kendiliğinden çıkmaktadır: Kendi toplumunun işçi sınıfını devrime hazırlamak, kendi devrimci hazırlığının esas kapsamını bununla anlamlandırmak, aynı anlama gelmek üzere, parti ile sınıfın devrimci birliğini hergünkü mücadele içinde geliştirip güçlendirerek geleceğe taşımak. Bu aynı zamanda bugünkü koşullarda proleter dünya devrimi sürecine en büyük, en anlamlı katkı, dolayısıyla proletarya enternasyonalizminin de en temel gereklerindendir.

(TKİP IV. Kongresi Bildirgesi’nden..., Ekim 2012)