AKP-Erdoğan iktidarı, yeni yıla öncekinden devreden çok yönlü ve ağırlaşan sorunlarla giriş yaptı. Bu sorunların son halkasını Libya seferi ve dolayısıyla bunun dış politika alanında yarattığı gerilimler oluşturuyor. AKP şefi Tayyip Erdoğan’ın Libya’da çatışan taraflardan biri olan Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile önce deniz yetki alanları sınırlandırmasına dair mutabakat muhtırası, ardından da kapsamlı bir askeri anlaşma imzalaması, dikkatleri bir anda Libya’ya çevirdi. Anlaşmaların hemen akabinde UMH’den “resmi” askeri destek daveti gelmesi ve AKP-MHP blokunun Meclis’ten Libya’ya asker gönderme tezkeresi çıkarması, Libya’yı Türkiye’nin ve doğal olarak uluslararası siyasetin başlıca gündemlerinden biri haline getirdi.
AKP yönetimindeki Türk sermaye devletinin Libya’ya ilgisi elbette yeni değil. AKP-Erdoğan rejimi Libya’da Kaddafi’nin trajik sonunu getiren 2011’deki gelişmelerde birinci dereceden roller üstlendi. NATO’nun Libya’yı yerle bir eden saldırılarının merkez karargahı İzmir’deki üslerdi. Diğer yandan olayların patlak vermesinden itibaren, Libya’daki dinci-cihatçı grupların başlıca destekçilerinden biri de AKP-Erdoğan iktidarıydı. AKP yönetimi, Libya’daki yıkım ve kargaşanın ardından, 2014’te tırmanan iç savaşta yine cihatçı grupların ve Fayiz es-Serrac’ın başında bulunduğu İslamcı UMH’nin arkasında saf tuttu.
Yakın zamana kadar tüm bunlar ve AKP’nin Libya politikası gündemde kendine yer bulacak kadar bir öneme haiz görünmüyordu. Keza Libya’daki iç savaşın temel iki tarafı olarak Halife Hafter’in Tobruk’taki Temsilciler Meclisi ile Serrac’ın Trablusgarp’taki UMH’si arasında süregiden çatışmalar ancak tali haber değeri taşıyordu. Dolayısıyla Libya’nın şimdi bu denli öne çıkmasının bütün sırrı, bilindiği gibi Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz kaynakları konusunda yaşanan dalaşmada yatıyor.
2018’in Şubat ayında Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz aramaları üzerinden yaşanan gelişmeler, bölgeyi yeni bir gerilimin üssü haline getirdi. Yunanistan-Güney Kıbrıs, İsrail ve Mısır devletleri arasında 2000’li yılların başında anlaşmalar yapılmış olduğu halde, petrol ve doğalgaz aramalarıyla ilgili ilk ciddi sonuçlar ancak 2009-10 yıllarında alındı. 2009’da İsrail’in “Münhasır Ekonomik Bölge”sinde, 2010’da ise Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail arasında kalan Levant Havzası’nda keşfettiği büyük doğalgaz yatakları, Kıbrıs adasını çevreleyen Doğu Akdeniz havzasındaki arayışlara ivme kazandırdı. Tahmini 3,45 trilyon metreküp çıkarılabilir doğalgaz rezervi barındırdığı söylenen Doğu Akdeniz havzası, emperyalist petrol tekellerinin (Total, BP Shell, ENI vs.) ve devletlerin iştahını kabartan bir sahaya dönüştü. Yaptıkları anlaşmalar üzerinden her biri pastadan olabildiğince büyük parça koparmak hırsıyla alana üşüşmüş durumdalar.
Yaklaşık son 10 yıldır dış politikası iflastan iflasa sürüklenen, bölgede “değerli yalnızlık”a gömülen AKP-Erdoğan iktidarı, Doğu Akdeniz’deki yağma kavgasına geç bir tarihte girdi ve yine yalnızlığıyla baş başa kaldı. Her adımında öteki bölgesel rakiplerinin ve arkalarındaki emperyalist güçlerin (özellikle ABD ve AB’nin) hışmını üzerine çekti. Diplomatik uyarıların, tehditlerin, yaptırımların gölgesinde yol almaya çalışırken bulduğu “çözüm” (Libya’daki UMH ile anlaşma), onu yeni iflaslara ve yeni bir batağa saplanmaya doğru sürüklüyor.
Erdoğan-Serrac anlaşmasının bir hükmünün olabilmesi, UMH’nin Libya’da tutunabilmesine bağlı. UMH’nin, Libya’nın yaklaşık üçte ikisini kontrol altında tutan ve Rusya, Fransa, Suudi Arabistan, BAE, Mısır gibi güçlerin açık desteğini alan Hafter’in Temsilciler Meclisi karşısında ne kadar tutunabileceği ise meçhul. Son sözü silahların söylediği yerde, UMH’nin Birleşmiş Milletler tarafından meşru kabul edilmesinin ya da AB’nin örtülü desteğinin öze dair bir değeri yok. Suriye’de BM’nin tanıdığı Esad rejimine karşı cihatçı çetelerle yıllarca omuz omuza verdiği halde Libya söz konusu olunca “meşru hükümet” söylemini öne çıkaran Erdoğan iktidarı da bunun gayet bilincinde olduğu içindir ki, deniz sınırları anlaşmasını askeri anlaşmayla ve tezkereyle tamamladı. Ne yapıp edip UMH’yi ayakta tutması lazım. “Türk askerinin peyderpey Libya’ya” gönderilmesinin, MİT’in “Libya’da üzerine düşen görevleri hakkıyla yerine getiriyor” olmasının, cihatçı çetelerin Libya’ya taşınmasının, hatta Rusya’nın Wagner’i gibi paralı savaş çeteleri istihdam eden şirketlere (örneğin SADAT’a) rol verilmesinin gerisinde bu var.
Bütün olguların açıkça gösterdiği gibi, sahnedeki kavga emperyalist güçlerin ve bölgedeki işbirlikçi devletlerin, bölgenin zenginliklerini yağmalama dalaşıdır. Bu uğurda Suriye, Libya vb. gibi ülkelerde yıllardır sürdürülen kanlı savaşların bedelini tüm bölge halkları, işçi ve emekçi kitleler ödemektedirler. Ekonomik ve sanayii altyapıları çökertilen, yerleşimleri harabeye çevrilen, tüm toplumsal yaşamları felç edilen ülkeler, kardeş halkların yaşadığı topraklardır. Emperyalist tekellerin zenginleşmeleri ve daha fazla yağmalamaları için birbirine düşmanlaştırılan, savaşlar ve iç savaşlarla birbirine kırdırılanlar bölgenin ezilen halklarıdır.
Emperyalist yağma hırsının ve dalaşmanın günden güne ağırlaşan bu faturasına bir de iktisadi, sosyal ve siyasal sorunlarla bunalan ve yer yer ayağa kalkan emekçi kitlelerin şovenizmle, milliyetçilikle, dinsel gericilikle sersemletilmeleri, baskı ve zorbalığa dayalı iktidarlar altında yaşamayı sineye çekmeleri, böylece sosyal mücadeleden alıkonulmaları ekleniyor. Nitekim Türkiye’de ağır bir ekonomik krize eşlik eden politik açmazlar ve dış politikadaki iflaslarla sıkışan AKP-MHP koalisyonunun Libya seferinden elde etmeyi umduğu sonuçlardan biri de budur. Erdoğan iktidarının, Kürt düşmanlığı temelinde Suriye’de Kürt topraklarını işgal ederken başvurduğu hamasetin bir benzeri şimdi Libya üzerinden sahnelenmektedir. Buna, tıpkı o işgal saldırıları sırasında olduğu gibi, baskı ve zorbalığın bir kademe daha tırmandırılmasının eşlik edeceğine şüphe yoktur.
Libya seferi Türkiye işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin omuzlarına önemli bir sorumluluk yüklemiştir. Bunun bir yanı, Türkiye’deki gerici-faşist iktidarın yeni savaş macerasıyla tüm işçi ve emekçilere ödeteceği bedelleri engellemek; bir yanı, zaten her an patlamaya gebe hale gelmiş bölgesel savaş tehlikesine körükle gidilmesine set çekmek; öteki bir yanı ise, bölgenin doğal zenginliklerinin bir avuç emperyalist tekel ile yerli işbirlikçileri tarafından yağmalanmasına karşı çıkmaktır.
Bölge ülkeleri arasında toplumsal ağırlığıyla belirgin bir şekilde öne çıkan Türkiye işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin yeri, her biri birbirinden beter emperyalistler ve bölge devletleri arasında cereyan eden zenginliği yağmalama kavgası değil, yakıcı sorunlar üzerinden yürütülecek devrimci sınıf mücadelesidir. Bölge halklarının ortak zenginliği olan doğal kaynakları, bölge halklarının tepesindeki bir avuç asalak ile emperyalist tekellerin yağmasından korumanın başka yolu yoktur. Doğal zenginliklerin, doğayı yıkıma uğratmadan, bölge halklarının refahı için değerlendirilmesinin yolu ise bölge halklarının, kendi işçi sınıflarının önderliğindeki devrimci mücadelelerle kuracakları sosyalist işçi-emekçi iktidarlarından geçmektedir.