Rejim cephesinde “serbest düşüş” devam ediyor

Türkiye kapitalizminin ve gerici düzen siyasetinin kriz ve açmazları, ancak işçi sınıfı eksenli sosyal mücadelelerle derinleştirilebilir, kaynağında kapitalist sistemin yer aldığı krizlerin faturası asalak burjuvalara ancak bu yolla kesilebilir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 01 Kasım 2021
  • 17:29

Geçtiğimiz günlerde yaşanan belli başlı gelişmeler, gerici-faşist rejimin saplandığı batağı bir kez daha gözler önüne serdi. AKP-MHP bloğunun “faiz indirme politikası” ve buna bağlı olarak TL’nin dibe vurması, 10 büyükelçinin Kavala’nın serbest bırakılmasına yönelik çağrısı üzerine Batı ile iplerin bir kez daha gerilmesi, Suriye’ye dönük yeni bir saldırı hazırlığı ve savaş tezkeresinin uzatılmasını, sonrasında bu yetkinin Cumhurbaşkanlığı’na devredilmesini içeren kararnamenin Mecliste onaylanması, söz konusu gelişmelerin başında geliyor.

İster tek tek ele alınsın isterse bütünlüğü içerisinde değerlendirilsin, tüm bu yaşananlar ekonomiden dış politikaya değin gerici-faşist rejimin davranış çizgisinin her geçen gün öngörülemez hale geldiğini ortaya koydu. Aynı zamanda hareket alanı daraldıkça ve esneme kabiliyetini yitirdikçe ciddi kırılmalara yol açabilecek bir katılaşma yaşadığını da. Bu iki olguya bir de iktidarın attığı her adımda kitleler nezdinde giderek inandırıcılığını yitirdiği gerçeğini eklemek gerekiyor. Bütünlüğü içerisinde bu tablo gerici-faşist rejimin her geçen gün kimyasını da bozuyor.

***

Son yaşanan “Büyükelçiler” vakası, rejimin her vesileyle yeni “kahramanlıklar” hikayesi yazmaya ne denli ihtiyaç duyduğunu da gözler önüne serdi. Çok yönlü krizleri yönetmekte zorlanan rejim, yaşadığı sıkışmışlığı temelsiz “müjdelerle” ya da yeni “kahramanlık” hikayeleri ile perdelemeye çalışıyor. Aynı şekilde bu türden gelişmeler rejimin anlık “başarı” hikayelerine ne denli ihtiyaç duyduğunu da gözler önüne serdi. Fakat olup bitenler tersinden okunduğunda ortadakinin bir “başarı” olmadığını, tersine ciddi bir fiyaskonun yaşandığını ve iktidar adına aczin giderek derinleştiğini görmek güç olmayacaktır.

Aynı aczi Suriye’ye dönük savaş hazırlığı üzerinden de görmek mümkün. Zira, emperyalist dünyada ve bölgesel ölçekte değişen dengeler, iktidarın toplumsal desteğini her geçen gün yitiriyor olması, savaş politikaları üzerinden düzen muhalefetini dahi artık bütünlüğü üzerinden arkasına yedekleyemeyişi vb. gerçekler orta yerde dururken, iktidar sözcüleri hala daha savaş naraları atıp, sağı solu tehdit ediyorlar. Öte yandan gelişmelerin seyri, içten içe huzursuzluğu artan ve bunu çeşitli mecralarda tepkiye konu eden emekçi kitlelerin, iktidarın kirli savaş politikalarına dünkü gibi kolayından alkış tutmayacağını da gösteriyor.

Yine Suriye üzerinden ön planda duran temel emperyalist aktörlerin, gerici-faşist iktidarın Suriye politikalarına dönük açık ya da örtülü tepkisi de iktidar payına işlerin dünkü kadar kolayından kotarılamayacağını gösteriyor. Öyle ki, girişilecek yeni bir savaş macerasının gerici-faşist rejimi çok daha ağır bir batağın içerisine sürükleme ihtimali günden güne güçleniyor. Böylesi bir süreçte gerek emperyalistlerin gerekse bölgesel güçlerin Erdoğan yönetimini Suriye’de alenen “istenmeyen adam” ilan etmesi de ihtimal dahilinde.

Rejimin faiz politikaları üzerinden devam eden tartışmalara değinmek gerekirse; ortada herhangi bir ekonomi yönetiminden ve orta vadede elle tutulur bir politikadan bahsetmek mümkün değil. Kendi bekasına odaklanmış bulunan iktidar, faizleri düşük tutarak ve rakamlarla oynayarak enflasyon oranlarını bir sınırda sabitlemeye çalışıyor. Düşük faizin cezbi ile kısa vadede büyüme sağlayacak yatırımların gerçekleşmesini umuyor (ki uzun süreli yaşanacak durağanlık ve daralma, kriz gerçeğini inkâr edilmez bir noktaya getirecektir). Her adımında işgücünü alabildiğine ucuzlatarak yabancı sermayeye “cennet” vadediyor. Lakin, sermaye büyüme kadar “istikralı” bir büyümeyi ve sömürü koşullarının sorunsuz devam etmesi için “güven ortamını” esas alır. Sermaye adına Türkiye’de olmayan tam da budur. Bunu gerek TÜSİAD kodamanlarının son açıklamalarında gerekse emperyalist güçlerin ekonomi merkezleri tarafından yapılan değerlendirmelerde görmek mümkün. Onlar da çok yönlü kriz dinamiklerinin Türkiye ekonomisi üzerinde yarattığı belirgin ağırlığın farkındalar. Öyle ya, tek başına faizleri düşük tutarak, bu yolla masa başı enflasyon rakamları belirleyerek işler yoluna konmuyor. Dahası, bu ikili mekanizma TL’nin değer kaybetmesine, çakma enflasyon rakamları üzerinden belirlenen ücret artışları ile emekçilerin alım gücünün alabildiğine aşağı çekilmesine yol açıyor. Sömürü için uygun ortam yaratılsa da bu durum sosyal bunalımı alabildiğine ağırlaştırıyor, emek-sermaye çelişkisini günbegün derinleştiriyor ve ciddi patlamaların önünü açıyor. Ekonominin daha bir kırılgan hale geldiği şu günlerde gelişecek bir sosyal hareketlilik, sermayedarların en son isteyeceği şey olsa gerek.

Ekonomi üzerinde ciddi etkiler yaratacak bir diğer etken ise, içeride ve dışarıda her geçen gün belirginleşen siyasal kaos ortamıdır. Gerici-faşist rejimin güçsüzlüğü ve açmazları, iktidarını korumak adına dış politika alanında ve içerideki gelişmeler karşısında kaosu derinleştirecek politik yönelimlere girmesini de peşinden getiriyor. Suriye’ye dönük savaş hazırlığı, düzen muhalefeti üzerinden toplumsal mücadele güçlerini alenen hedef alan tehditler, rejimdeki çürümenin ortalığa saçılmasına rağmen iktidar sözcülerinin üç maymunu oynaması, faşist-baskı ve zorbalığı tahkim etme hedefiyle gündeme getirilen yasal-fiili uygulamalar vb. olgular, düzen siyasetine rengini veren kaos ortamını her geçen gün derinleştirmektedir. Dolayısıyla, kaosla belirlenen ve öngörülemez hale gelen siyasal konjonktür halihazırda kırılgan olan Türkiye ekonomisi adına bir başka risk alanını oluşturmaktadır.

***

Gerici-faşist rejimin dümeni, çok yönlü krizleri yönetme konusunda “çürümeye ve paslanmaya” da bağlı olarak o denli kilitlenmiş durumda ki, kendisiyle birlikte bütün bir toplumu uçurumun kenarına doğru sürüklemekte sakınca görmüyor. Bu durum, iktidarın esneme ve manevra kabiliyetini hepten yitirdiğini de gözler önüne seriyor.

“Büyükelçiler krizi” örneğinde olduğu gibi “U dönüşleri” yapmak zorunda oldukları bir süreçte bile “hala güçlüyüz” imajı yaratmak için gündeme getirdikleri demagojik söylemler ise eskisi gibi prim yapmıyor. Aynı şey savaş ve saldırganlık politikaları payına da öyle.

Bu noktada işçi ve emekçiler açısından esas sorun, iktidarın yahut düzen siyasetindeki aktörlerin akıbetinin ne şekilde zuhur edeceği değil, giderek ağırlaşan ve her geçen gün faturası büyüyen iktisadi, siyasal ve sosyal bunalımların yarattığı yıkım karşısında nasıl bir yönelim içerisine gireceğidir. Zira, Türkiye kapitalizminin ve gerici düzen siyasetinin kriz ve açmazları, ancak işçi sınıfı eksenli sosyal mücadelelerle derinleştirilebilir, kaynağında kapitalist sistemin yer aldığı krizlerin faturası asalak burjuvalara ancak bu yolla kesilebilir, yani gidişat sistemin aleyhine çevrilebilir. Bu karabasan atmosfer ve ağır yaşam koşulları ancak bu türden mücadeleler ile aşılabilir. İşçi ve emekçiler açısından tersi her türlü gelişme, gerici-faşist rejimin akıbeti ne olursa olsun çok yönlü krizlerin faturasını döne döne ödemekle sonuçlanacaktır.