Önce, “normalleşme” adımı atıldı. Ardından Bahçeli DEM Parti grubu ile tokalaştı. Bunu, Öcalan’ın TBMM’de örgütünü lağvedecek konuşmayı yapmaya davet edilmesi izledi. Erdoğan, Bahçeli’nin bu çıkışlarını övgüye konu etti. Sonra TUSAŞ’a saldırı gündeme geldi. Bu saldırı bahane edilerek Irak ve Suriye’nin kuzeyinde “yüzlerce hedef” bombalandı. Yeniden “terörü bitirme” kudurganlığı sergilendi. PKK lideri Öcalan, milletvekili yeğeni Ömer Öcalan ile görüştürüldü. İçte ve dışta Kürt hareketine yönelik operasyonların sürdürüldüğü bir aşamada Bahçeli, “Kürtleri sevmeyen Türk Türk değildir...” açıklamasında bulundu. Bu kısa süreç içinde aynı Bahçeli, 29 Ekim’de “Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Kürt sorunu yoktur” inkarcılığını tekrarladı vb…
Tüm bu gelişmelerin ardından ve “Barış, kardeşlik ve iç cepheyi daha güçlü tahkim etme’’ söylemleri eşliğinde Esenyurt Belediye Başkanı tutuklandı ve Belediye’ye kayyım atandı. Ardından DEM Parti yönetimindeki Mardin Büyükşehir Belediyesi’ne, Batman ve Halfeti belediyelerine de kayyım atandı. Peşinden, iktidara özel yakınlığıyla bilinen “gazeteci” Abdulkadir Selvi’den, “Bu bir başlangıç gibi gözüküyor...Yani bir süre daha her sabah yeni bir kayyım haberiyle uyanabiliriz” şeklinde bir ‘değerlendirme” geldi...
Tüm cephelerde bir tükeniş ve çaresizlik içinde kıvranan dinci-faşist iktidar, bir yandan “yumuşama, barış, kardeşlik” çağrıları yaparken, öte taraftan devlet terörünü ve yargı sopasını kuşandı. Zorbalığı, öncelikli hedef haline getirdiği Kürt hareketinin, ilerici ve devrimci güçlerin ötesine taşıyarak düzenin ana muhalefet partisi CHP’ye kadar genişletti. Kürdistan’da uygulayıp deneyimledikleri kayyımı, Türkiye’ye de dayattılar. Kaybettikleri belediyeleri zorbalıkla gasp etmeyi deniyorlar.
Seçme ve seçilme hakkını gasp etmek anlamına gelen kayyım saldırısıyla iktidar, Kürtlere “seçemezsin, seçilemezsin” diyor. Benzerini CHP belediyelerine de dayatmaya çalışıyor. DEM ve CHP’yi bir arada hedefleyen saldırı, öteki şeylerin yanı sıra, farklı kimlik ve konumları temsil eden bu iki muhalefet akımının kayyım karşısında oluşturabilecekleri olası bir “birliği” de engelleme girişimidir.
Yerel seçimlerin hemen ardından Van Belediyesi’ne yönelik kayyım saldırısı gündeme gelmiş, saldırı karşısında gösterilen yaygın ve kararlı direniş, iktidara geri adım attırmıştı. Ardında Hakkari Büyükşehir Belediye’si Eş Başkanları görevden alındı. Hemen arkası gelmediği için saldırının Hakkari ile sınırlı kalacağı sanılmış ancak Esenyurt, Mardin, Batman ve Halfeti ile saldırılar yeni bir boyuta taşınmıştır. Seçilme hakkının yanı sıra halkın seçme hakkına da yönelik olan bu saldırı, “seçmen iradesi” üzerine edilen onca lafın ikiyüzlülükten ibaret olduğunu kanıtlamıştır. “Halkın iradesini” gasp eden bu keyfi zorbalık, kırıntı düzeyine düşürülen hak ve özgürlüklere yönelik bir saldırıdır aynı zamanda. Buna karşı emekçilerin direnç göstermesi durumunda ise devletin terör aygıtlarının harekete geçirileceği, kayyım protestolarına yöneltilen saldırılarla bir kez daha ilan edilmiştir.
***
Türkiye toplumunun en yakıcı sorunlarından biri olan ve çözüm bekleyen Kürt sorunu, “teröre karşı mücadele” söylemi eşliğinde bugüne kadar toplumu şovenizmle zehirlemenin, bu yolla kolay yönetmenin ve elbette ki iktidarda kalmanın bir aracı olarak kullanıldı. 2015’ten beri etkili ve işlevli şekilde bu araç kullanılırken, sorunun kısmi sınırlar içinde de olsa çözümüne ilişkin en küçük bir esneme gösterilmiyor, hareketi ve halkın mücadelesini ezme pervasızlığı sergileniyordu. 2015’ten itibaren sistematik olarak sürdürülen çok yönlü teslim alma ve kitlesel tutuklama saldırılarına rağmen 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde Kürt hareketi, “kaybettiği” tüm belediyeleri bir kez daha geri almayı başardı. Yanı sıra, izlediği seçim taktiğiyle CHP’nin büyük kentler başta olmak üzere birçok belediyeyi kazanmasına da katkı sundu. Kürt halkı ve hareketinin bu başarıyı göstermesi, dinci-faşist rejim tarafından büyük bir hazımsızlık ve kinle karşılanmıştı. Şimdi, “yeni süreç”, “demokratik siyasal açılım” ve Bahçeli tarafından yinelenen Öcalan çağrıları eşliğinde yeni bir kayyım saldırısı başlatıldı.
Dinci-faşist rejimin çok yönlü saldırganlığı ve çıkmazı
Kürt sorunu, dinci-faşist iktidarın elinde bugüne kadar toplumu yönetmenin, muhalefeti yedeklemenin ve seçimleri kazanmanın bir imkanı olarak kullanıldı. Son yerel seçimlerde hezimete uğrayan iktidar, Kürtlere karşı şovenist histeriyi yeniden tırmandırdı. Böylece kaybettiği toplumsal desteği yeniden güçlendirmek ve düzen muhalefetini bu sorun üzerinden açmaza almak için ırkçılığı köpürtmeye ve kudurgan bir saldırganlığı sürdürmeye adeta mecbur kaldı. Bu politikanın uygulama alanı Türkiye sınırlarının dışında Kuzey Suriye ve Irak oldu. Amaç Kürtlerin bölgesel kazanımlarının tasfiye edilmesiydi. Kürt sorunu konusunda izlenen çözümsüz politikaların bedelini ise tek başına mazlum Kürt halkı ödemedi, bunun Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerine de çok yönlü ağır faturası oldu.
Çöküntü halindeki ekonomiye nefes aldırmak için IMF’siz IMF programı uygulamak, emekçi sınıflara karşı sosyal yıkım saldırılarını sürdürmek, bu yolla emekçileri ağır yaşam koşullarına mahkum etmek dinci-faşist iktidarın başka bir icraatı oldu. Bu ağır ekonomik ve sosyal yıkım saldırılarına karşı büyüyen hoşnutsuzluk ve çeşitli biçimler içinde gelişen mücadeleyi dizginleme histerisi, iktidarın baskı ve terör aygıtlarını yeni düzeyde pekiştirmesini zorunlu hale getirdi. Toplumsal muhalefet ve ilerici-devrimci akımlar, terör ve şiddetin temel hedefi haline getirildi. Dinci-faşist iktidarın bir diğer temel saldırı alanı ise bugüne kadar ulaştığı siyasal kazanımları hukuksal güvenceye almak için topluma yeni bir “anayasa” dayatmak oldu. Fakat sözü edilen tüm bu saldırıları uygularken, temel bir meşruiyet kaynağı olarak kullandığı seçmen desteğini önemli ölçüde yitirmiş, yirmi iki yıl sonra ikinci parti durumuna düşmüştür.
Çıkış arayışı
Sermaye sınıfı adına Türkiye’yi yöneten dinci-faşist iktidar toplumun üzerine karabasan gibi çökmüş bulunuyor ve hemen her alanda ağır bir kriz içinde debeleniyor. Ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel boyutları olan bu krizin dış politika alanı da tam bir çıkmaz içindedir. Düne kadar düşman sayılan hemen herkesle utanç verici biçimde U dönüşleri yapılarak ilişkiler kuruldu. Ancak bu, dış politikada yaşanan iflaslar serisinin göstergesi oldu. Meşruiyetini ve kitle desteğini de önemli ölçüde yitiren, cephede dökülen, çözüm/çıkış yeteneği ve imkanlarından yoksun olan iktidar, çok boyutlu krizden çıkabilmek adına yeni adımlar atmak zorunda kaldı.
Çıkış arayışını ise birkez daha Kürtler üzerinden gündeme getirdi. Tükenen ve çoklu krizler içinde çıkışsız kalan rejim, Kürt sorunu karşısında içerde olduğu gibi dışarda da adeta soluksuz kalmış bulunuyor. Adına “yeni süreç”, “demokratik açılım” dedikleri adımlarla söz konusu yükten “kurtulmak” hedefleniyor. Fakat tarihsel ve toplumsal derinliği olan Kürt sorununu Türkiye kapitalizmi çözemiyor. Zaten AKP-MHP koalisyonu sorunu çözmeyi değil, kırıntılar karşılığında yatıştırarak denetim altına almayı, silahlı Kürt hareketini tasfiye etmeyi hedefliyor. Nitekim içerideki açmazların yanısıra iktidarı bir kez daha adım atmaya zorlamış görünen dış dinamikler de var. Dış dinamiğin bölgesel boyutu, ABD ve İsrail’in Ortadoğu’da yeni bir düzen kurma yönelimidir. Bölgeselleşen Kürt sorunu ve somut olarak da Rojava özerk yönetimi, ABD’nin bölgedeki hedeflerine ulaşmak için kullanılacak önemli bir öge olarak duruyor. Dinci-faşist iktidar ise bölgede, soykırımcı ABD-İsrail cephesiyle uyumlu davranmaya eğilimli görünüyor.
Cumhur İttifakı’nın yönettiği Türkiye, her alanda kriz ve çaresizlik içindedir. Buradan çıkmak için aradıkları çarelerden biri, bir kez daha Kürtler oluyor. Kürtleri kazanmak, iktidarlarının ömrünü uzatmanın olanaklarından biri kabul ediliyor. Dolaysıyla giriştikleri oyunda bir taraftan saldırıları artırırken, diğer taraftan “barıştan” söz edip Öcalan’ın mecliste konuşma yapmasına dönük çağrılar yapılıyor. Başlatılan sürecin nasıl gelişeceğinden bağımsız olarak, devleti eline geçirmiş bulunan gerici-faşist iktidar, devlet şiddeti ve terörüne daha fazla baş vurmak zorunda kalacak, demokratik hak ve özgürlükler daha fazla budanacak. Dolaysıyla sahte vaatlere aldanmamanın, demokratik hak ve özgürlükler uğruna mücadeleyi yükseltmenin önemi her zamankinden de yakıcı hale gelmiştir.