Fransa son zamanlarda yeni bir yasa hazırlığına ve buna karşı sert mücadelelere sahne oluyor. Hükümet “Küresel Güvenlik Yasası” adı altında, kalan hak ve özgürlükleri gasp etmek istiyor. Emekçi kitleler ise yasa hazırlığının gündeme gelmesi üzerine özgürlük talebini yükseltiyorlar. Toplum nefessiz kaldıkça, bu talep daha yakıcı ve yaygın hale geliyor. Çünkü özellikle Fransa gibi bir ülkede özgürlük karakteristik bir değer olarak görülüyor. Düzenin bugüne kadar “burjuva demokrasisi” bağlamında katlandığı bu değer, artık burjuvazi nezdinde kabul edebilir sınırların dışında kalıyor.
LREM partisinin sunduğu yeni yasa tasarısı, bir torba yasa olarak polis ve kolluk güçleri için birçok düzenleme içeriyor. Yasa geçtiğinde burjuvazi adına kolluk güçlerinin alanı genişlerken, dolaysız olarak toplumun alanı da daralmış olacak.
Burjuva iktidar bu yasayı artan “güvenlik” ihtiyacına bağlıyor ve bundan dolayı kabul edilmesini dayatıyor. Riskin neden arttığına dair bir açıklaması ve çözüm önerisi yok elbette. Bu yüzden sonuç üzerinden çıkarlarını tahkim etmeye bakıyor. Bu, burjuvazinin değişmez bir yöntemidir. Zaten burjuvazinin çıkarlarına dayalı bir düzende mevcut sorunların kaynağı bizzat burjuvazi olduğu için ondan başka türlü davranması beklenemez.
Tüm kapitalist metropollerde olduğu gibi Fransa’daki “güvenlik riski”nin de başlıca nedeni dünya burjuvazisinin doymak bilmeyen sömürü ve baskı düzenidir. Başta Afrika olmak üzere dünyanın dört bir yanını talan eden, kaynaklarını sömüren ve ezilen halklara ölüm götüren Fransız emperyalizmi, bunun dini istismar eden çeteler tarafından Fransa’yı hedef alan saldırılar için kullanılacağını gayet iyi bilir. Fakat elbette sömürgeci kimliğinden vazgeçmez. Bunun yerine, bu durumu da fırsat bilip, yeni işgaller ve başka amaçlar için “operasyonlara” devam eder. Yaşanan tablonun genel politik çerçevesi budur.
Günümüz dünyasında “İslami terör” kavramına gerekçe olan din istismarcısı gerici çetelerin varlığının başlıca kaynağı ve sorumlusu emperyalist-kapitalist sistemden başkası değildir. Afganistan’da ya da Irak’ta, Fransa üzerinden bakıldığında Cezayir’de ya da Afrika’nın herhangi bir köşesinde düğün yerlerini bombalayan, kadınlara tecavüz eden, halkı aşağılayan, Fransa’da doğan göçmenlere, Müslümanlara düşmanca davranıp banliyö köşelerinde geleceksizliğe mahkum eden egemenler, toplumsal intikam duygusunu körüklüyorlar. Söz konusu gerici çeteler, emperyalist saldırganlığın sürekli kıldığı bu somut tablodan besleniyorlar. Emperyalist burjuvazi ölçüyü o denli kaçırdı ki, artık çetelerin eylem yöntemleri bile değişti. Artık bir bıçak alan kişi feda eylemcisi oluyor, bir kamyon bulan, toplu katliama girişiyor. İşte burjuvazi bizzat kendi eliyle yarattığı bu tabloyu toplumun gözüne dayayarak, istediği türden bir baskı rejimi inşa etmeye çalışıyor.
Fransa’daki yasa tasarısı, esasında yardımcı görevlerdeki özel güvenlik birimlerini ve belediye polisi gibi unsurları tahkim ediyor. Ayrıca görüntü alma, fişleme vb. alanlarda yetkinleşebilmesi için polisin olanaklarını genişletiyor. Tasarının en çok tartışılan maddesine göre, artık polislerin görüntüsünü çekmek, yayınlamak vs. yasaklanıyor ve ciddi bir cezaya tabii kılınıyor. Gazeteciler de dahil herkese konulan bu yasağın neyi amaçladığı bellidir. Fransa gibi her yıl onlarca polis cinayeti ve sayısız işkence vakasının yaşandığı bir ülkede mahkemelere ya da topluma ulaşan en açık delilleri tam da yasaklanmak istenen bu tür görüntüler oluşturuyor. Ayrıca tıpkı George Floyd cinayetinde olduğu gibi bu polis şiddeti görüntüleri bir gün Fransa’da da patlamayı tetikleyebilir. İktidarın uykularını kaçıran, tam olarak budur. Nitekim böyle olduğu, son eylemlerde de görüldü.
Yasa tasarısı gündeme geldikten sonra duyarlı muhalif kesimlerden protesto sesleri bekleniyordu elbette. Fakat yasa karşıtlarının bile beklemediği bir şey oldu. Koronavirüs kısıtlamalarına rağmen ülke çapında yaklaşık 500 bin kişi sokağa indi. Eylemi örgütleyenlerin bile beklemediği bu katılımda, eylemden birkaç gün önce polislerin bir siyahı önce evinde, sonra da sokakta uzun süre dövdüğü görüntülerin açığa çıkması etkili oldu. Olay, eyleme katılım kadar eylemlerin muhtevasını da değiştirdi. Daha militan bir duruş kazanan eylemlerde açıktan polis hedef alındı. İkinci hafta eylemlerinde de benzer bir ruh halinin hakim olduğu görüldü. İşte sadece bir görüntüyle bile daha hızlı örgütlenen tepkinin gücünden korktukları için zamana oynayan sermaye temsilcileri, “yanlış anlamaları gidermek için tasarıyı tekrar yazacaklarını” ifade ettiler. Elbette geri çekilmeyeceğini, iptal edilmeyeceğini de vurgulayarak….
Bu, saldırıdan vazgeçemeyecek kadar sıkıştıklarının da ilanıdır. Sıkışıyorlar, çünkü işçi ve emekçilere dayatılan sefalet ve sömürü, pandemi ölümleriyle daha da katlanılmaz hale geldi. Saçma sokağa çıkma yasakları ilan edip sözde önlem alanlara karşı tepki süreklilik taşıyor. Örneğin iktidar liseleri kapatmayıp bulaşma riskini düşürmüyor diye gençlik isyan ediyor, okullara barikat kurup ders boykotu yapıyor. Geleceksizlik duygusu pandemi koşullarında iyice ayyuka çıkıyor ve bu, işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde mücadeleyi besliyor. Tarihsel bilince dayalı bir refleksle eylemlerde “özgürlük” sloganı haykırılıyor. Sözde burjuva devletin temel şiarı olan “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” bugün yine ezilenlerin şiarına dönüşüyor. Sermaye devletinin elinde bu şiarın içeriğinin boşaltılmış olduğu artık genel kabul görüyor. Özgürlük şimdi sokaklarda yeniden bir mücadele talebine dönüşüyor. Egemenler, boğazındaki kemer gittikçe sıkılan emekçi halkın bu süreci sessiz karşılamayacağını da biliyorlar. İşte bu yasa bunun için şimdi dayatılıyor. Geri dönüşsüz-iptalsiz olma zorunluluğu da buradan geliyor.
Sermaye hükümeti için bir bakıma “ekonomiyi canlandırmanın yolu” dahi bu polis yasasından geçiyor. Sermaye temsilcileri bir sonraki adımda yeni bir “sosyal devlet uygulaması”nı ya da işçi haklarını hedef alabilmeleri için önce kolluk gücünü hazırlıyorlar. Sarı Yelekliler ve bir milyon katılımlı genel grev gibi hareketlerden çıkarılan dersler nedeniyle yeni polis yasaları ihtiyaç olarak tanımlanıyor. Zira yeni bir savaş hazırlığındalar.
Macron’un topluma vaat ettiği hiçbir şey yoktu. Onun programı sermayeyi memnun ederken, gerici-milliyetçi eğilimleri ve korkuyu besleyerek halktan destek almak üzerine kurulmuştu. Bu çerçevede terör, göçmen akını ve dış tehdit hikayelerinden başka enstürmanları yok. Macron yönetiminin ne alternatif bir sağlık güvencesi ne de eğitimde fırsat sunmak gibi sözleri oldu. Ama hep bir “güvenlik riski” vardı. Burjuvazinin güvenliği açısından mesele dinci çeteler değil, sosyal mücadelelerdir. Bugünkü yasal düzenlemeleri daha çıkmadan anlamsızlaştıran da budur. Çünkü her ne kadar yeni yasalarla polis şiddetine ve baskı mekanizmalarına alan açarlarsa açsınlar, işçi ve emekçilerin, gençlerin mücadele etme isteği engellenemez.
Dolayısıyla bugün arka arkaya çıkarttıkları yasalar yetmediği için torba yasayla bir seferde birden çok düzenlemeye gidenler korkularında haklılar. Ekonomik-sosyal eşitsizliğe isyan etmek aynı zamanda özgürlük talebinin yükseltilmesini tetiklediği ölçüde, mücadele yol, yöntem ve biçimleri ister istemez düzen sınırlarını aşıyor. Bugün Fransa’da işçi eylemleri dahi yasadışı grevlere dönüyor, fiili-meşru mücadele yöntemleri yayılıyor. Güvenlik yasasına ihtiyaç duyanlar onu aralık ayı bitmeden geçirmek istiyordu. Fakat gelinen aşamada bizzat yasa tasarısının kendisi, engellemeye çalıştıkları toplumsal hareketin fitilini ateşledi. Yasa geçse bile bunun karşısında sınıf ve emekçi kitleler “boynu bükükler” kümesi olmayacak. Yüzleri fularlı, kimlikleri gizli kalan yasadışı muhabirler türeyecek. Geçen yıl yine eylem korkusuyla yüz kapatmak da yasaklanmıştı ama meydanları işgal edenlerin çiğnediği yasalara bir yenisinin eklenmesinden öteye bir karşılığı olmadı bunun.
Öfkeli bir toplumsal hareket geleneğine sahip Fransa’da bugün işçi sınıfının devrimci çıkışını bastıran başlıca etken sermayenin saldırganlığı değil, işçi ve emekçilerin örgütsüzlüğüdür. Yoksa ne burjuvazinin yalanlarına kapılmak ne de korkudan sinmek belirleyicidir. Halihazırda sürmekte olan mücadelenin yetersizliği ise işçi sınıfına devrimci örgütlenme gereğini her geçen gün daha çok hissettirecektir. İşçi sınıfı kitlesel eylemlere, süreklileşmiş genel greve rağmen neden kaybettiğini sorguladıkça, kendi tarihsel ve güncel deneyimlerinden öğrenerek gelişecek ve burjuvazinin karşısına iktidarı isteyen bir ordu olarak çıkmayı başaracaktır. İşte o zaman burjuvaziyi küresel güvenlik yasası da kurtaramayacaktır.