Fransa’da bir öğretmenin öldürülmesiyle başlayan “gerici terör ve İslam ilişkisi” tartışması, Erdoğan’ın olaya müdahalesiyle iktidarlar arası sürtüşmeye döndü. Bu ise ne Fransız öğretmenin gerici çeteler tarafından öldürülmesi ne de Türk devletinin islami “duyarlılığı” ile ilişkilidir.
Fransa'da “ifade özgürlüğü” söylemiyle körüklenen aslında yabancı düşmanlığı ve polis devleti baskısının normalleştirilmesidir. Laik olduğunu söyleyen, ayrımcılığa karşı durduklarını iddia eden emperyalist şefler, Fransa'da sistematik olarak camileri hedef alan faşist saldırılara karşı böylesi çıkışlar yapmıyorlar “İfade özgürlüğü”nü savunanlar, sırf “cumhurbaşkanının kaçırılmasına dair” bir oyun senaryosu yazdığı için bir kadını beş yıl hapis ve on binlerce Euro para cezasıyla yargılıyorlar. Fransız Komünist Partisi'nin merkez binasına faşistler tarafından tehdit içerikli yazılar yazılması da eşitlik savunuculuğu yapanlar tarafından görmezlikten geliniyor. Fransız emperyalizminin riyakarlığına dair çok şey söylenebilir. Ancak son bir hafta içinde gerçekleşen olaylar durumu anlatmaya yeter.
Türk sermaye devleti açısından ise durum daha da vahimdir. Fransa'ya ahkam kesen Erdoğan'ın ne ifade özgürlüğü ne de dinlere karşı eşitlik adına savunabileceği bir pratiği vardır. Fransa'da Müslümanların ve siyahilerin yaşadıklarını Türkiye'de Ermeniler, Aleviler, Kürtler ve diğer ezilen halklar kat kat fazlasıyla yaşamaktadır. “Mevlid-i Nebi” gibi dini bir etkinliği sarayında yapan Erdoğan, yolsuzluk yapıldığı için Almanya'daki bir camiye polis baskınını eleştirmek için “bizde din özgürlüğü var” safsatasını ortaya atıyor. Oysa kendisi Sünni İslamın bağnaz bir yorumunu savunuyor ve bunu tüm ülkeye dayatıyor.
İki devlet arasındaki gerilim bu polemiklerden çok öncesine dayanmaktadır ve gündelik politikada ortaya çıkan küçük bir krizden ibaret değildir. Bu iki ülke burjuvazisinin birbirine savaş açması gibi bir durum da sözkonusu değildir.
Emperyalist-kapitalist sistemin karmaşık yapısı kendini burada da gösteriyor. Bir yanda burjuva devlet politikalarında çelişen çıkarların gerilimi diğer yanda iki ülkenin burjuvazisinin sermaye grupları arasındaki on yılları bulan çıkar ortaklıkları. Bu kendini Erdoğan'ın boykot çağrılarının gülünçlüğünde de gösteriyor. Fransız ürünlerine boykot demek Türkiye’de Renault, Carrefour, Lafarge ve Allianz gibi grupları boykot demektir. Fakat bu Sabancı, Koç ve OYAK gibi Türk sermaye gruplarını da boykot demektir. Fransa’nın Türkiye Büyükelçisi'nin atanmasıyla ziyaret ettiği ilk isimler arasında yer alan Rahmi Koç gibi burjuvalar için bu politika, polemiklerden öteye geçemez.
Le Figaro gazetesine konuşan Fransa Ekonomi Bakanı Le Maire, Fransız iş insanlarından dini ayrımcılıkla mücadeleye katkıda bulunmalarını istese de, Fransız patronlarının örgütü, “Yanlışa yanlışla yanıt veremeyiz. Kimseyi boykot etme söz konusu değil” diyor. Siyasal düzlemdeki çatışmanın ekonomik boykotla sürmeyeceği açıktır. Renault fabrikalarından en verimlisinin Türkiye'de olması bile boykotun saçmalığını göstermeye yeter. Ne Fransa bu fabrikayı kapatabilir ne Türkiye Renault'a ek vergi vb. yaptırım uygulayabilir.
Sermaye devletinin yürüttüğü politikalardan hareketle İsrail'den daha ciddi bir gerilimin Fransa'yla yaşandığı gerçektir. Zira İsrail ile Filistin üzerinden propaganda amaçlı bir sürtüşme yaşanırken, Fransa ile çıkar kavgasına girmeyi deniyorlar. İsrail ile Ortadoğu'da Amerika'nın ileri karakolu olma misyonu paylaşılırken, Fransa'dan rol çalma hesaplarıyla karşı kamplarda karakol kuruluyor. Libya'da, Suriye'de, Kıbrıs'ta, Yunanistan'da ve son olarak Ermenistan'da yaşanan bu karşı karşıya gelmenin yeni bir cephesi olarak Avrupa zorlanıyor. Erdoğan'ın temsil ettiği burjuva devletin artık tüm alanlarda kozlarını oynama politikası sürtüşmeleri başlatıyor. Avrupa'daki Türkiyeli göçmenler içerisinde din temelli örgütlenmelerin bizzat devlet güdümünde güçlendirilmesi, politik eksenli mobilize edilmeleri salt Türkiye’nin iç politika ihtiyaçları için değildir. Erdoğan bunu Avrupalı emperyalistlere karşı bir koz olarak da kullanıyor. Ve gelinen yerde bu Türkiyelilerden tüm Müslüman göçmenlere doğru genişletilerek Avrupa cephesinde de elini güçlendirmeye çalışıyor. Suriye'deki çatışmalardan kaçanları Avrupa'ya gönderme tehditlerinde olduğu gibi, etki alanındaki gerici örgütlenmeleri emperyalistlere karşı tehdit malzemesine çeviriyor.
Fransız emperyalizmine gelince… Öğretmenin katledilmesini gerici terör olarak tanımlamanın meşruluğunu kullanarak polis devleti politikalarına gerekçe yapan Fransız devleti, bu gerilimden de besleniyor. Macron “din olan değil ideoloji olan İslam” gibi, din istismarlı gerici çete tanımına yaslanarak saldırı yasalarını devreye sokuyor. Dernek kapatmaktan göçmenleri sınır dışı etmeyi kolaylaştırmaya, anti-terör adı altında anti-demokratik uygulamaları hızlıca kabullendirmeye uzanan bir liste oldu-bittiye getiriliyor.
Bu tarz politik hamleler “iç siyasete dönük” tanımına sıkıştırılsa da, bunun emperyalist sistemin küresel misyonundan bağımsız olmadığı gözden kaçırılıyor. Gerilim, yaklaşan seçimlere bağlanarak özünden kopartılıyor. Elbette burjuva klikleri bu konuları iç siyasette istismar ediyorlar. Fakat hedeflenenin bundan ibaret olmadığını görmek gerekiyor. Fransa için de Türkiye için de kavga sebebi, hedeflerin çakışmasındadır. Fransa “gerici islami ideolojiye karşı cumhuriyeti savunma” adına Afrika ve Ortadoğu'daki işgalci politikalarını gerekçelendirmeye çalışırken, Türkiye ise “İslam düşmanlığına karşı sömürgecilere karşı birlik” çıkışıyla Fransa'nın etki alanındaki Müslümanların yoğun olduğu ülkelerden güç devşirmeye çalışıyor. Fransa ile Türkiye arasındaki bu sürtüşmeler ya daha büyük gerilimlere evrilecek ya da sönümlenecektir. Ancak görünen, çıkar çatışmasının süreceğidir. Bu da iki ülkedeki işçi sınıfı ve ezilen halklara yeni faturaların kesileceği anlamına geliyor. İki ülkenin burjuvazisi ise bu süreçte de ortaklıklarını sürdürerek saltanatlarına devam edecektir.
Fransız ve Türk burjuvazisi emekçiler arasında alt kimlik bölünmelerinden faydalanarak öfkeyi kendisinden öteye yönlendirebiliyorsa, kitleleri işgalci politikalara destekçi konumuna düşürebiliyorsa, sınıf devrimcileri olarak misyonumuz bu ikiyüzlülüğü teşhirden ötedir. Genel olarak ezilenlere karşı ayrımcılığın sınıfsal ayrımcılıktan beslendiğini, bu temele dayanarak var olabildiğini gösterebilmeliyiz. Bu da doğal olarak emperyalist-kapitalist sistemin hedef alınmasını gerektirir. İşçi sınıfının birliğini sağlamak, ezilen halkların her tür baskı ve ayrımcılıktan kurtulmalarının da temel güvencesidir. Halkların kardeşliği, devrimci sınıf mücadelesinin ürünü olarak kurulabilir ve işçi sınıfı iktidarında kalıcı hale getirilebilir.