2021 senesi toplu sözleşmeye tabi milyonlarca çalışanın 2010’dan bu yana alım gücünün en fazla düştüğü yıl olarak kayda geçti. Alım gücünün düşmesinde maaşlara yapılan zammın düşük kalmasının yanı sıra yüksek enflasyon etkili oldu. Yoksullar kenara koydukları birkaç kuruşu bile enflasyona yem ederken zenginlerin geliri astronomik oranda arttı. Telepolis gazetesinden seçtiğimiz makale Alman Metzler Bankası Başkanı Emmerich Müller’in şu sözlerine dikkat çekiyor “Bir ‘kemer sıkma politikası’ ile seçimler kazanılamaz ve daha yüksek vergiler ekonomik büyümeyi yavaşlatabilir”. O zaman geriye kala kala enflasyon kalıyor...
Britanya’da kovid-19 nedeniyle parlamentodan geçen antidemokratik yasalar ülkenin polis devletine dönüşünü giderek daha da gözler önüne seriyor. Halkın ellerinden alınan veya kısıtlanan yasal hakları arasında protesto hakkı ve mülteci hakları da var.
Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un aşısız vatandaşları azarlaması hem toplumda hem parlamentoda öfkeye neden oldu. Milletvekilleri, Macron’un “burunlarından getireceğim” sözleri tepki gördü. Meclis de aşı pasaportunun günlük yaşama girmesi kararını onayladı. Sağlık krizinin tüm sorumluluğunu aşılanmamış insanların sırtına atmak Macron’un seçim stratejisi olarak görülüyor.
Enflasyon tasarrufları yiyor
Bernd MÜLLER
Telepolis
Almanlar zengin. Paralarını harcamazlar, banka hesaplarında saklamayı tercih ederler. En azından DZ Bank’ın güncel bir raporu böyle ifade ediyor. Federal Almanya Cumhuriyeti’ndeki birçok kişi geçen yıl finansal varlıklarını artırdı -o kadar ki özel haneler artık “hiç olmadığı kadar zengin”. Bu nedenle, neredeyse 7,7 trilyon avroluk rekor bir değere sahipler.
DZ bankası ekonomisti Michael Stappel, “Zenginlik birikiminin arkasındaki ana itici güç, tarihsel karşılaştırmada biraz daha düşük olmasına rağmen tasarruflardı” dedi. Her 100 avroluk harcanabilir gelir için, özel haneler bir kenara 15 avro koydu. Bu tasarruf etme dürtüsünün nedeni açık: 2021 yazına kadar korona kısıtlamaları alışveriş turuna veya seyahat etmeye pek izin vermiyordu. Kısıtlamalar düştüğünde tasarruf oranı tekrar düştü. Federal İstatistik Dairesi, 2021’in üçüncü çeyreği için tasarruf oranını yüzde 10,7 olarak belirlemişti ve böylece kriz öncesi seviyeye geri döndü.
Ancak, Metzler para evinin bankacılarına inanılırsa, Almanlar birikmiş servetlerine uzun süre sahip olmayacaklar; enflasyon önümüzdeki birkaç yıl içinde bunun büyük bir kısmını tüketecek. Metzler bankasının başkanı Emmerich Müller geçtiğimiz günlerde Handelsblatt’a bu konuda ilginç bir röportaj verdi. Ona göre; hükümetler pandemi ile mücadelede devasa bir borç dağı biriktirdi ve şimdi önlerinde duruyor. Prensip olarak, şimdi borçları azaltmak için yalnızca üç seçenek var: Tasarruf etmek, vergileri yükseltmek veya enflasyonun yürürlüğe girmesine izin vermek. Müller, bir “kemer sıkma politikası” ile seçimler kazanılamaz ve daha yüksek vergiler ekonomik büyümeyi yavaşlatabilir diyor. Kala kala enflasyon kalıyor.
Hükümetler için hoş olan, vatandaşları etkiliyor. Müller burada tasarruf sahiplerinin gizli bir mülksüzleştirilmesinden söz ediyor. Sorunu, Almanların tasarruflarının çoğunu banka hesaplarında veya hayat sigortalarında biriktirmesinde görüyor. Ona göre Almanların servetini kurtarabilecek tek şey, paralarının mümkün olduğu kadar çoğunu hisse senetlerine yatırmak.
Çok az geliri olan insanlar için, bu tartışma tamamen onlarla dalga geçmek anlamına geliyor. Mali zenginlikteki büyüme, ülkedeki sosyal bölünmenin her zamankinden daha ciddi bir şekilde büyüdüğünü gösteriyor. Çünkü pandemideki bazıları paralarıyla ne yapacağını bilemezken, Federal Cumhuriyet’te yoksulluk oranı yeni bir rekora yükseldi.
Ve bankacılar hisse senetlerine daha fazla para yatırmak için çağrı yaparken, halkın çoğunluğunun derdi ayın sonunu getirmek. Her halükarda, bedava yiyecek dağıtan yardım kurumları bu yıl müşterilerinin aşırı artacağını biliyor.
Federal Sosyal İşler Bakanlığı’nın Federal Meclis’teki Die Linke parlamento grubunun bir soru önergesine verdiği yanıttan da anlaşılacağı gibi, geleceğe yönelik beklentiler pek parlak değil. Almanya’da her üç çalışandan birini yaşlılığında ayda bin 300 avrodan az bir emekli maaşı bekliyor. Sağlık ve bakım sigortası düşüldükten sonra geriye sadece bin 160 avro kalıyor. Bu durumdan en fazla kadınlar ve Doğu Almanya’da yaşayanlar etkileniyor. Doğu’da her ikinci kişi böyle bir emekli maaşıyla yetinmek zorunda.
Servetin toplamı, toplumdaki refah hakkında çok az şey söylüyor, çünkü yarın yalnızca öldürmeyen de güldürmeyen de bir emekli maaşı alırsanız, bugün yalnızca geçinmeye yetecek bir geliriniz var demektir. Mevcut emeklilik düzeyinde, 45 yıllık çalışmanın ardından brüt bin 300 avroluk yasal emekli maaşı alabilmek için ayda en az 2 bin 800 avro kazanması gerekiyor. Yaşlılıkta bin 500 avroya ulaşmak isteyen herkes brüt en az 3 bin 200 avro kazanmak zorunda.
(Çeviren: Semra Çelik)
Birleşik Krallık, demokrasi kılığına giren bir polis devleti olma tehlikesiyle karşı karşıya
Owen JONES
The Guardian
Otoriterliğe yenik düşen ülkelerde, bir gün özgürlüğün var olduğu ve ertesi gün birdenbire olmadığı duruma geçiş nadiren aniden olur. Normalde bu, gizlice aşındırılan hak ve özgürlüklerin bir yıpranma sürecidir. Siyasi atmosfer giderek daha hoşgörüsüz hale geliyor: Yeni bir baskıyı haklı çıkarmak için sözde ihlalleri dikkatle seçilen muhaliflere karşı histeri kamçılanıyor. Yasalara saygılı bir çoğunluk ile aşırı uç arasında savaş hatları dikkatle tanımlanmış. Bir zamanlar Liberal Enternasyonal’e bağlı olan ve şimdi sanal bir diktatörlük kuran bir parti tarafından yönetilen Macaristan’da olan da budur. Kendi ülkemizin de karşı karşıya olduğu tehlike budur.
21 yaşındaki öğrenci Louis McKechnie ile, kendisinden önceki sayısız isyancıya yabancı olmayan hapishane kapısında konuştum. İklim protesto grubu Insulate Britain ile bağlantılı bir aktivist, yol ablukalarına karşı bir ihtiyati tedbiri ihlal ettikten sonra altı hafta hapsedildi. “Hükümetin iklim krizi konusundaki eylemsizliğinden, mahkemelerin bana vereceği herhangi bir yanıttan daha çok korktuğum bir noktaya geldim” dedi. Hapishaneden “korkmuştu”, ancak hapsedilmesi onu caydırmaktan çok, daha kararlı hale getirdi. Sekiz aktivist arkadaşıyla birlikte hapsedilmeleri, Britanya’nın uzun süredir devam eden barışçıl sivil itaatsizlik geleneğini benimsemek isteyen herkese bir uyarıydı.
Insulate Britain popüler değil, ama Moskova’da bir kiliseye saldırdıklarında Rusya’da Pussy Riot da değildi. Baskıyı diğer ülkelerde tanımak daha kolaydır. Insulate Britain’a karşı uygulanan cezai önlemler, otoriter bir bataklığa düşen bir ülkenin örneğidir.
Başka bir ülkenin, polisin protestoları çok gürültülü olduğu veya “ciddi rahatsızlık” yarattığı gerekçesiyle kapatmasına, şüphe duymadan ‘durdurma ve arama’ya izin vermesine, belirli kişilerin protestolara katılmasını yasaklamasına ve devlete hangi protestoların yapılacağına karar vermesi için geniş yetkiler vermesine izin veren bir yasa çıkardığını hayal edin. Muhafazakarların “Polis, suç, ceza ve mahkeme yasaları”nın mevcut haliyle izin verdiği şey budur. Insulate Britain’a karşı tepkiyi kullanan hükümet, yasayı sertleştirdi. Bazı yorumcuların, üst düzey bir gazetecinin belirttiği gibi, Boris Johnson’ın yol gösterici felsefesinin “bunu yapmak için çok büyük bir neden olmadıkça özgürlüklerimizi kısıtlamamak olduğu” şeklindeki gülünç iddialarını ifşa ediyor.
İnsan hakları örgütü Liberty’den Emmanuelle Andrews’in dediği gibi, “insanların protesto etmesini engellemeyecek, ancak protesto için dışarı çıkan daha birçok insan tutuklanma riskiyle karşı karşıya kalacak. Sesimizi benzeri görülmemiş bir şekilde duyurma yeteneğimizi küçültüyor.”
Yasaklama emirleri, protestoyla ilgili birden fazla suçtan hüküm giyen herkesin demokratik haklarını kullanmasını engelleyebilir. Kendilerini başkalarına, bir zemine veya bir nesneye zincirleyen (veya buna niyetli olduğu düşünülen) protestocular hapis cezasına çarptırılıyor. Bir protestonun büyük bir kamu rahatsızlığına neden olduğu düşünülüyorsa, o zaman “durdurma ve arama” cezasız bir şekilde kullanılabilir.
Ölümcül bir virüsün yayılmasını önlemek için geçici kısıtlamaları İngiltere’yi bir polis devletine dönüştürmek olarak tanımlayan Marcus Fysh gibi “Burası Nazi Almanya’sı değil. Otoriter bir kamanın ince ucu” diyen Muhafazakar milletvekillerine dikkat edin. Veya “Belge istediğimiz ve insanları özgürlüklerinden mahrum ettiğimiz bir toplumda” yaşamak istemediğini söyleyen Tim Loughton’a. Zor kazanılmış hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran ve devletin kendi vatandaşlarını özgürlüklerinden mahrum etme yeteneğini çarpıcı biçimde genişleten önlemleri desteklediler ve oyladılar.
Siyah Londralıların dur ve ara mağduru olma ihtimalinin de sekiz kat daha fazla olduğunu biliyoruz ve Londra Polis teşkilatı olan Metropolitan Polisinin beyaz insanlara kıyasla kovid kuralları kapsamında siyahları cezalandırma olasılığının iki katı olduğunu da.
Her şey bitmedi. Lordlar Kamarası yasayı ocak ayında tartışacak, ancak İngiltere’nin izlediği yol belli. Polis yasa tasarısından, mültecileri ve göçmenlere karşı daha da gaddarlaşan ve milyonlarca çifte vatandaşı vatandaşlıktan çıkarma yetkisi veren “vatandaşlık ve sınırlar yasası”na kadar, demokrasi kılığına giren bir polis devletine benziyor. Atalarımızın büyük bir bedel karşılığında uğrunda savaştığı hak ve özgürlüklerin zar zor bir mırıltı ile elimizden alınmasını izlemek ne kadar da ürkütücü. Onların direnme cesaretlerini tekrarlamaya karar verip vermememiz bize kalmış.
(Çeviren: Haldun Sonkaynar)
Sorumsuz lider
Cyprien CADDEO
L’Humanite
Cumhurbaşkanı (Macron), 4 Ocak salı akşamı Parisien gazetesinde internet üzerinden yayımlanan röportajda şu sözleri kullandı: “Aşılanmamış insanların yaşamını gerçekten burunlarından getireceğim ve bunu sonuna kadar yapmaya devam edeceğiz.” Ve daha sonra, aşı karşıtları konusuna eğilerek: “Eğer kendi özgürlüğüm başkalarının özgürlüğünü tehdit ediyorsa, sorumsuz oluyorum. Sorumsuz bir kişi artık vatandaş değildir” ifadesini kullandı. Aşı pasaportuna ilişkin Meclis tartışmaların ortasında bu sözleri söyleyerek, Cumhurbaşkanı, siyasi ve kurumsal bir krizi tetikleyerek ülkenin yaralarına tuz basmayı tercih etmiş oldu. Virüse karşı başta “savaşta” olan Emmanuel Macron şimdi aşısızları düşman gösteriyor. Damgalama ve suçluluk söyleminde bir dönüm noktasına gelindi.
Bunlar acele sözler değil, tam tersine iyi düşünülmüş sözler. Macroncu çoğunluk, başkanın açıklamasını (bazen utandığını gizleyerek) savunuyor. Aynı slogan, Milletvekili Thomas Mesnier’den Bakan Agnès Pannier-Runacher’e kadar Macroncular tarafından defalarca tekrarlanıyor: Başkan “birçok Fransız’ın sessizce düşündüğünü yüksek sesle söylüyor”. Hükümet Sözcüsü Gabriel Attal daha da ileri giderek, “Fransız halkının büyük çoğunluğunun öfkesinin çok altında kalan sözler” dedi.
Fakat, muhalefete göre başkanın çıkışı sağlık tartışmasının özünü değiştiriyor. Komünist Aday Fabien Roussel (Fransız Komünist Partisi) “Pandemi karşısında ortaya çıkan gerçek sorunlardan dikkati uzaklaştıran” “rezil ve sorumsuz açıklamaları” kınıyor. Aşı pasaportuna karşı çıkan Fransa Boyun Eğmeyenler Partisi Adayı Jean-Luc Mélenchon, “Bundan sonra mesele aşıya ikna olmak değil, hayatınızı burnunuzdan getirmek isteyen bir adama itaat etmek meselesi olacak” dedi. Ayrıca, aşı meselesi konusunda DSÖ’nün “zorlama değil ikna etme” çağrısında bulunduğunu hatırlatıyor. Yeşiller Adayı Yannick Jadot, “Emmanuel Macron’un aşısızlara yönelik kullandığı sözler, aşı pasaportunun gereksizliğini doğruluyor” dedi.
Sağcılar (Cumhuriyetçiler partisi), 2022 için Pécresse-Macron düellosunun kozunu oynama fırsatını yakaladılar. Aday Pécresse kendisini “bu beş yıllık aşağılama dönemine son verebilecek tek kişi” olarak görüyor: “Fransızları bir araya getirmek ve sevmek, ülkeyi düzeltmemiz gerekiyor” dedi. Özellikle göç, güvensizlik ve terörle ilgili temalar üzerine oluşan Cumhuriyetçilerin ön seçim tartışmalarını takip eden herkes buradaki ironiyi fark edecektir. (…)
Yarattığı duygunun arkasında, cumhurbaşkanından böylesine çirkin bir çıkışa ne anlam verilebilir? Belli ki, bunun aşılamayı hızlandırmakla ilgisi yok. Hakaretin, aşının yararlarından hâlâ şüphe duyanlar ve özellikle radikal aşı karşıtları arasında herhangi birini nasıl ikna edebileceğini görmek zor. Aksine, utanmadan ve tarihe saygı duymadan “aşı apartheidi”nden bahseden her türden komplocuların ekmeğine yağ sürüyor. Başkan, artık vatandaş olmayan “sorumsuzlar”dan bahsederek bu tür söylemleri besliyor. Bu ahlaki ve politik bir çifte hatadır. Ancak Macron için mesele farklı. Salgından sadece aşılanmamış insanları sorumlu kılmak ve genel sağlık tartışmasını sağlık pasaportu meselesine indirgemek istiyor. Bu, 2017’den bu yana devlet hastanelerinde 17 bin 500 yatağın iptal edilmesi ve (sağlık sektörünü) yoksullaştırma politikasının sonuçlarından kurtulmasının bir yolu. Ayrıca, tedavi sorunları, yeni varyantların ortaya çıkmasını önlemek için patentlerin kaldırılması veya iki yıllık krizden bitkin hale gelen hastane personeli eksikliği konularını tahliye etme taktiği.
Le Parisien ile yaptığı röportajda Emmanuel Macron, kendisini tekrar aday göstermek istediğini söylüyor ve “yanlış bir gerilim olmadığını” doğruluyor. Bu nedenle konuşması, en radikal ve muhafazakar seçmeninin belirli bir otorite beklentisine de tekabül ediyor. Bunlar 2018 ve 2019’da Sarı Yeleklilere yönelik polis baskısını destekleyen aynı kesim. 31 Aralık’ta Emmanuel Macron, gerici konuşmaların tipik bir formülü olarak “görevler haklardan önceliktir” demişti. Cumhurbaşkanı, sağlık tartışmasını düşük bir seçim hesaplamasına indirerek, aşılı nüfus da dahil olmak üzere, hükümetin sağlık politikasına olan güvenini tekrar sarstı. Bu kendisini, en başta gelen sorumsuz olduğuna işaret ediyor.
(Çeviren: Diyar Çomak)
Evrensel / 09.01.22