‘60’lı yılların ikinci yarısındaki yükselişi temsil eden genç kuşağın aradığı devrimci çıkışı bizzat yaratmak zorunda kaldığını vurgulamıştım. Ama yeterli bir teorik donanım ve deneyim birikiminden yoksun olduğu için ortaya doğru bir devrimci çizgi koyamadığını da eklemiştim. ‘70’li yılların ortalarına doğru onlardan bayrağı devralan ve devrimci heyecanını, yönelimini ve kararlılığını da onlara borçlu olan yeni kuşak hiç de daha iyi bir durumda değildi. Kendisini önceleyenlerin öğretici deneyimlerine sahipti ama teorik donanım yönünden belirgin biçimde zayıftı.
Öte yandan, ‘71 Devrimci Çıkışı’ndan arta kalan ve yeni dönemde çeşitli grupların önderliğini üstlenen kadroların gerçekte bir kırılma yaşadıklarını, buradan gelen bir yenilgi ruh haliyle sakatlandıklarını da dile getirmiştim. Bu nokta, 1974-80 dönemi devrimci önderliğini anlayabilmek bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Büyük bir bölümüyle bunlardan oluşan parti ve örgüt yönetimleri, belli bir dinamizm ile akan hareketle birlikte sürüklenmenin ötesine fazlaca geçemediler. Onlardan bağımsız olarak patlak veren hareket kendine kanallar açıyor, ülke çapında yayılıp genişliyordu. Bu dönemin önderlikleri -çeşitli grupların yönetim kademeleri- ideolojik ve pratik açıdan sözü edilebilir bir önderlik misyonu ortaya koyamadılar. Hareketin kendiliğinden yönelişine bilinçli bir müdahalede bulunamadılar, ona doğru bir yönelim sağlayamadılar, daha çok hareketle birlikte sürüklenmekle kaldılar.
Kendi dinamizmiyle büyüyen hareket
Hareket kendi kanallarında kendi dinamizmiyle aktı. Yeni hareketlenme öncelikle öğrenci gençlik ve işçi sınıfı saflarında başlamıştı. Başlangıçta ve doğal olarak büyük kentlerde, öğrenci ve işçi hareketi belli bağlar ve bağlantılar içinde, birbirini etkileyerek gelişti. Bir noktadan sonra birbirinden uzaklaşır gibi oldu. İşçi sınıfı esas olarak reformistlerin denetimine girdi, öğrenci gençlikse devrimci-demokratların denetimindeydi. Dönemin sonuna doğru iki hareketin yolları yeniden kesişti. Devrimci-demokrat gruplar büyüyüp kitleselleştikçe, bu kitleselleşme bütün halk sınıf ve katmalarına doğru yayıldıkça, işçiler, memurlar, öğretmenler, şehir yoksulları ve gençler, çeşitli hareketlerin saflarında birbirlerini yeniden buldular. Ama bu bile esası yönünden hareketin kendi dinamizminden gelen bir sonuçtu; bilinçli bir önderlik müdahalesinin, buna yönelik bir yönelimin ürünü değildi.
Kuşkusuz dönemin tüm grupları marksist-leninist olmak iddiasındaydı. Kendisini böyle görüp, böyle kabul edenler elbette işçi sınıfının da farkında idiler. Türkiye gibi bir ülkede, hele de o dönemin sosyal hareketliliği içerisinde işçi sınıfı belirgin bir yer tutuyorken, onu görmemek, pratikte mücadelesiyle kesişmemek mümkün değildi. Bir dizi grup bu olanağı buldu ve kendince değerlendirmeye çalıştı. Bu, dönemin hemen tüm önemli grupları için geçerlidir. Ama dönemin önderlikleri, biriken güçleri yöntemli bir müdahaleyle, hareketi kalıcı kılacak sınıfsal alana yöneltemediler.
Teslim Demir kuşağı, çeşitli grupların saflarında toplanmış binlerce militan demekti. Bunlar büyük bir inanç, enerji ve samimiyetle geceli gündüzlü çalışıyor, devrim mücadelesinin başarısı için uğraşıyorlardı. Ama doğru ve anlamlı bir çizgi, bir parti, dolayısıyla bir önderlik bulamadılar. Bu, dönemin çeşitli gruplarının başındaki önderlik kolektiflerinin öznel kusuru da değildi. Onlar da önderlik konum ve misyonuna hazırlıksızdılar. Bu iş onların omuzlarına onlara rağmen kalmıştı. Kuşkusuz bu konumlarını benimsemekte çok da gecikmediler ama bunu bir önderlik misyonu olarak gerçekleştirmede tümüyle başarısız kaldılar. Toplam bilanço üzerinden baktığımızda, hareketin önünü açmaktan çok tıkadılar. Onu sağlam bir gelişme çizgisine oturtabilmek bir yana yapısal olarak bozup sakatladılar.
Bu, 1974 ile birlikte coşkulu bir devrimci mücadeleye atılan kuşağın büyük talihsizliği oldu. Kendini devrim için adamaya hazır binlerce, on binlerce genç militan vardı, ama saflarında yer aldıkları gruplar bir çizgiden, bir önderlikten, anlamlı bir yönelimden yoksun durumda idiler. Hareketin alabildiğine parçalanmışlığı da ayrı bir sorun alanıydı. O sorunlu önderlikler gerçeğinden de çok ayrı değildi.
İdeolojik planda yapısal zaafiyet
Dönemin hareketi alabildiğine dinamik ama ideolojik-kültürel birikim yönünden de aynı ölçüde zayıftı. Önderlik kadrolarının birikimiyle ortalama bir militanın birikimi arasında büyük mesafeler yoktu. Nitekim dönemin düşünsel birikiminden bugüne kalan sözü edilebilir bir şey yok ortada. Mahir Çayan ya da İbrahim Kaypakkaya’nın yazılarını devrimciler bugün hâlâ da belli bir ilgiyle karşılayabiliyorlar. Ama ‘70’li yıllardan bugüne kalan anlamlı bir şey bulmak çok zor. Bu, o dönem ortaya ciddi ve kalıcı bir düşünce konulamadığının en dolaysız bir göstergesidir.
Dönemin önderlikleri sınıfsal öz ve bilimsel yöntem bakımından marksist bakış açısından yoksundular. Çizgi ya da programlarını tarihsel dönemin ve kendi toplumlarının özgün bir incelemesine değil, fakat dünya solundaki bölünmeler üzerinden taraf olmaya göre belirlemişlerdi. Siyasal çizgi, şu veya bu temel soruna ya da konuya ilişkin tutum saptamalar, seçtikleri uluslararası odağa göre şekilleniyordu. ÇKP çizgisi benimsenince bir türlü, AEP çizgisi benimsenince bir başka türlü bakılıyordu sorunlara. Gerçeği olgularda değil uluslararası merkezlerde arayan, taklitçi, aktarmacı, kalıpçı, tümüyle skolastik bir sözde düşünce üretim biçimiydi sözkonusu olan.
Bu marksist bir davranış değildi, devrimci bir parti çizgisi böyle ortaya konulamazdı. Marksist dünya görüşünü iyi kötü edinip içinden geçmekte olduğunuz tarihsel döneme ve yaşadığınız toplumsal gerçekliğe bakmak durumundasınız. Dünya sol hareketi bünyesinde yaşananlara eleştirel bakmak, sonuçta kendi öz bilincinizle sonuçlara varmak zorundasınız. Yapılan bu değildi, daha çok bir kolaycı etkilenme dönemiydi sözkonusu olan. Ve o küçük-burjuva konum, kimlik ve kültürün de bir sonucu olarak, uçlara savrulmalar da aynı kolaylıkla yaşanıyordu. 1976 sonbaharında Mao Zedung öldüğünde ona tam bir tapınma düzeyinde sahip çıkanlar, yalnızca bir buçuk sene sonra onu en bayağı ve inkarcı bir biçimde reddedebildiler. Bir uçtan öteki uca bu denli kolayca savrulabildiler.
Bütün bu tutarsızlıkları yaratan, o dönemde Marksizmi kendi bilimsel yöntemi ve devrimci sınıf içeriği üzerinden ele alan birikimli önderlik kadrolarının olmamasıdır. Böyle oluşturulan fikirler doğal olarak kalıcı olamaz, bugünlere de kalamazdı. Mahir Çayan gencecik bir insan olarak bir dizi özgün tez koydu ortaya. Elbette dünya örneklerinden, Küba ve Çin devrimlerinden belirgin bir esinlenme vardı. Ama kendine göre bir bakışaçısı, bunun ifadesi bir özgünlüğü de vardı. ‘71 devrimcilerinde sorunlara kendince özgün bir bakış kesinlikle vardı. Genç Kaypakkaya o güne kadar genelde benimsenen bazı kabulleri bir yana bırakarak, özgün bazı şeyler söylemeye çalıştı. Çin Devrimi modelini neredeyse olduğu gibi taklit ettiği bir gerçektir, ama gerçek hiç de bundan ibaret değildir. Türkiye’nin özgün koşullarına bakarak Kürt sorunu ya da örneğin Kemalizm üzerine farklı şeyler söylemeye çalıştı. Bunu yaparken belli hatalar da yaptı kuşkusuz. Ama bunları yapan, öldüğünde daha yirmiüç yaşında olan gencecik bir insandı. ‘70’li yılların ikinci yarısındaki önderlikler bu kadarını başarmak bir yana hemen hiçbir şey ortaya koyamadılar.
Biçim olarak en derli toplu yönetimlerden biri TDKP’de idi. THKO kadroları olarak hareketin arta kalan güçlerini pek az kayıpla yeni döneme taşımışlardı. Öte yandan bir dizi gruptan önce Türkiye’ye yayılan bir etki alanını hazır bulmuşlardı. Nihayet nispeten erken bir zamanda iyi kötü bir örgütsel yapı ve işleyiş de kurmuşlardı. Ama tüm bu avantaj ya da üstünlüklere rağmen düşünsel temelleri yönünden uzun süre belirsizlik ve bulanıklar içinde bir hareket olarak kaldı. TDKP önderleri nihayet bir şeyler ortaya koyduklarında ise ya saçmaladılar. Örneğin “yarı-feodalizm” üzerine o içi boş, tümüyle skolastik ve bıktırıcı tartışmalar bunun ifadesiydi. Ya da kendilerinden önce zaten ortaya konmuş düşünceleri bazı kaba kusurlarından arındırarak benimsemekle kaldılar. Bunu yaparken de dürüst davranmadılar. Kaypakkaya’nın düşüncelerini devralıp sonra da Kaypakkaya hakkında en olmadık şeyler söyleyebildiler. Böylece düşünsel-siyasal ahlak yönünden de zayıf olduklarını göstermiş oldular. Diğer parti ve örgütlerin yönetimleri de, belki bu son nokta bakımından değil ama bilimsel marksist düşünceye uzaklık bakımından çok da farklı bir durumda değillerdi.
Mesele bir grubun dar önderlik ihtiyacına yanıt vermek olsaydı, bunu herşeye rağmen yapabilirlerdi ve nitekim bunu bazıları hiç değilse belli sınırlarda yaptılar da. Oysa gerçek ihtiyaç Türkiye gibi bir toplumda sınıflar mücadelesine devrimci önderlikti. Bu ise birikim ve deneyim, zorlu mücadelelerin ürünü olarak hak edilmiş bir önderlik otoritesi gerektiriyordu. Önderlik misyonuyla ortaya çıkanlar kategorik olarak bundan yoksundu.
O günün Türkiye’sinde, hareketin ihtiyaçlarına yanıt verebilen bir önderlik, yeni dönemde mücadeleyi omuzlayanların içinden de kolayca çıkamazdı. Hareketin çok hızlı gelişimi bunu olanaksız değilse bile hayli güç kılıyordu. Nitekim buna mecbur kalanlar da oldu ama sonuç farklı olmadı. ‘71 Devrimci Çıkışı’na önderlik eden kadrolar bu açıdan çok daha avantajlı olmuşlardı. Sayıları çok az olsa da, hem dönemin gençlik hareketinin gerçek önderleri ve hem de hiç değilse bir kısmı, çok bilinen Mahir Çayan örneğinde olduğu gibi, aynı dönemin sol dergilerinin tanınmış yazarlarıydı. Bir kısmı da doğrudan taraf oldukları ciddi bazı ideolojik mücadelelerin içinden geliyorlardı. Belli bir birikimin temsilcileriydiler demek istiyorum. ‘70’li yılların yeni genç kuşağı bu birikimden yoksundu.
‘76 yılı başına kadar devrimci grupların yayınları yoktu. Dönemin genç devrimcileri bu yayın boşluğunda biraz olsun marksist klasikleri inceleme olanağı buldular. Bu bir bakıma onların şansı oldu. Sonra gruplar peş peşe yayınlar çıkarmaya başladılar. Böylece bunlarla sınırlı, dolayısıyla alabildiğine sığ ve sistemsiz bir eğitim dönemi başladı. Bu dönemin yayınlarının ajitasyonuna genç insanlarının gerçekte ihtiyacı yoktu. Kendileri zaten coşkulu bir devrimci eylemin içinde idiler.
İdeolojik şekillenme alanındaki belirgin zayıflık konusunda Devrimci Yol örneğine bakalım. Direniş komiteleri ve faşizme karşı aktif savunma dışında bugün akılda kalan ne var? O günün Türkiye’sinin en büyük sol grubu olan Devrimci Yol’un Türkiye toplumuna, toplumsal sınıflara, devrimin karakterine ve stratejisine ilişkin açık seçik bir görüşü yoktu. İçinden çıktığı ve sürdürücüsü göründüğü harekete ilişkin açık ve net bir değerlendirmesi yoktu. Dönemin sonuna kadar da bu böyle sürdü. Ama öte yandan bu aynı hareketin on beş günde bir çıkan gazetesi yüz bini aşan sayılarda basılabiliyordu. Birçok kentte aynı anda her birine on binlere varan kitle katılımının olduğu mitingler örgütleyebiliyordu. Etrafında gerçekten büyük bir kitle gücü vardı. Binlerce militan vardı ama hareketin ihtiyacına yanıt verebilen bir önderlikten yoksundu. Birikim yönünden olduğu kadar devrimci kimlik bakımından da. Önderliğinin başını çekenler 12 Mart’ta kırılma yaşamış insanlardı. 12 Eylül sınavı devrimci kimliklerinin sınırları konusunda herhangi bir kuşku bırakmadı.
Devrimci kimlikte yapısal zaafiyet
Sorun basitçe önderlik kapasitesindeki sınırlılıklar olsaydı, bunu anlamak yine de mümkündü. Ama sorun yazık ki bunun ötesindeydi, devrimci kimlikle doğrudan ilintiliydi. 12 Eylül sonrasında TDKP liderliği poliste örneği az bulunur bir politik-manevi çöküntü yaşadı. Oysa aynı günlerde, hatta aynı mekanda gencecik kadrolar onurlu direniş örnekleri sergiliyorlardı. Üstelik yanı başlarındaki parti yönetiminin neredeyse toplu olarak çözüldüğünü bile bile. Bu, ‘74 kuşağı ile 12 Mart’tan arta kalan kuşak arasındaki derin farkı gösteriyor. Onlar Denizler’in ruhunu taşısalardı, ‘74 sonrası dalganın da önderlik onurunu taşıyan insanları olarak, işkence tezgahlarında, zindanlarda yeni direniş örnekleri yaratabilirlerdi. Ama yenilgi ruh haliyle derinden sakatlanmış bir kuşağın mensuplarıydılar. ‘74’teki sarsıcı dalga kuşkusuz bunlara bir devrimci ruh, bir mücadele gücü aşıladı. Ama 12 Eylül ile birlikte dalga kırılır kırılmaz kendi gerçeklerinin sınırı ortaya çıktı. İşte bu olgu, Teslim Demir’in en iyi temsilcilerinden biri olduğu kuşak için büyük bir hayal kırıklığı oldu ve içlerinden bir kısmının direnme ve mücadele gücünü kırdı.
Bunlar yenilmişlik ruh hali yaşamış ve buradan sakatlanmış bir kuşağın mensuplarıydı demiştim. İsim anmadan son derece açıklayıcı bir örnek vermek istiyorum. THKO’dan arta kalanların en ilerisi ve yeni oluşturulan merkezi organın sekreteri, Türkiye’nin umut dolu devrimci kaynaşmalar içinde olduğu bir sırada, daha 1976 yılında, sekreteri olduğu organa haber bile vermeden görevini terk edip yurtdışına kaçmıştı. THKP-C’nin lider kadrosundan arta kalanlar (Halkın Yolu şefleri) erken bir tarihte gidip Perinçek’in partisine katıldılar. Devrimci Yol’un bir nolu liderinin gerçeğini kendi samimi anlatımlarından, TKP-ML/TİKKO’da Kaypakkaya’dan sonraki kişinin gerçeğini zindandan çıkar çıkmaz yeniden Perinçekçi olmasından biliyoruz. Bu örnekler 12 Mart’tan arta kalan kuşağın sınırları konusunda bir fikir veriyor.
Bu insanlar 1974-80 kuşağına önderlik edecek kimlik ve kapasitede değillerdi. ‘74 kuşağı, ruhu devrimle yoğrulmuş, devrimci enerji dolu, adanmışlığı Denizler’den, Mahirler’den, İbrahimler’den devralmış bir kuşaktı. Devrim için herşeyi yapmaya hazırdı ve nitekim çok şey de yaptı. Yüzlercesi, binlercesi öldü, birçoğu işkencede ya da zindanlarda ölümüne direndi. Bugüne kalan ve hâlâ da bayrağı yükseklerde tutan insanların büyük bölümü de bu kuşaktan kalmadır. Teslim Demir bunun en soluklu örneklerinden biridir. Çok sayıda kuşağa yoldaşlık etmiş olmak bile başlı başına bir iştir; bir dizi zorlu aşamayı alnının akıyla aşmış olmayı, her aşamada kitlesel ölçülerde dökülmelere neden olan güçlükleri göğüsleyerek ölümüne kadar devrimci kalmayı anlatır.
12 Eylül, 12 Mart’tan farklı olarak, devrimci hareketin kökünü kazıma, devrimci kimliği bitirme girişimiydi. Bu politika egemen sınıf katında kapsamlı bir değerlendirmenin ürünüydü. Karanlık bir baskı, terör, işkence ve cinayet dönemi olan 12 Mart’ın hemen ardından hareket daha da güçlü bir biçimde yeniden patlak vermişti. Emperyalizmin ve egemen sınıfın temsilcileri bundan sonuçlar çıkarmışlardı. 12 Eylül’de bunu gözeterek davrandılar.
Zindanlardaki korkunç zulüm bunun ürünüydü. İşkencede iyi kötü ayakta kalmış insanları zindanlarda yeni bir sınav bekliyordu. Yıldırıcı bir etkiyle teslim almak istiyorlardı. Metris zindanı direnişin en önemli mevzilerinden biriydi. Teslim Demir yoldaş da direnişin içindeydi kuşkusuz. Fakat ölümünün ardından açığa çıkan tanıklıklar, direnişin yalnızca içinde değil fakat önündeki kadrolardan da biri olduğunu gösteriyor. Yoldaş bunca yıllık parti yaşamında bundan bize sözetmek ihtiyacı duymamıştı. Gerçeğin bu yönünü, daha doğrusu bunun gerçek kapsamını, bizler bile ölümünün ardından dile getirilen tanıklıklarla öğrenmiş olduk. Zindan direnişi, esası yönünden sorumluluğunu taşımadığı o utanç verici Nisan çöküntüsünde aldığı yarayı onardığı bir zemin oldu Teslim Demir için.
Partimizin açıklaması bu konuda şunları söylüyor: “1986 Nisan’ında zindandan direnişler içinde moral açıdan yenilenmiş ve düşünsel bakımdan daha da olgunlaşmış olarak çıktı. Bizzat yaşadıkları ve gözlemlediklerinin de etkisi altında eski önderlik, örgüt ve çizgiye güvenini önemli ölçüde yitirmişti. Bu onun 12 Eylül yenilgisiyle yüzleşme ve devrimci özeleştirel bir yenilenmeye yönelmesine adeta önden bir hazırlık olmuştu.”
Yeni baştan başlama güç ve iradesi
Zindandan çıkar çıkmaz Teslim Demir ne yaptı? Türkiye çapında hâlâ da önemli bir etki alanı olan eski partisini (kuşkusuz bir iç mücadelenin ardından) bir yana bırakarak sıfırdan yeni bir siyasal yaşama başlamayı seçti. Geride bırakılan pratik etki alanı, hiç de belirli bir ideolojik-politik çizginin ürünü değil, fakat yoldaş gibilerinin kendi öz emeklerinin dolaysız bir mirasıydı. Teslim Demir gibi yerel kadrolar onu mücadele içerisinde, emekle, çalışarak, savaşarak, dövüşerek, güven vererek yaratmışlardı. Sözde çizgi nihayet ortaya konulduğunda hareket çoktan ulaşabildiği boyutlara ulaşmış durumdaydı. Sonradan nihayet çıkagelen o “çürütülemez çizgi”, geçici kalan bir moral etki dışında, hareketin gelişimine esaslı bir şey eklemedi.
Bir zamanlar böylesine önemli bir gücü temsil eden bir partiyi Teslim Demir bir yana bıraktı. Zira önderliğinin yaşadığı manevi çöküntünün yarattığı derin güvensizliğin ötesinde çizgisine de bir güveni kalmamıştı. TDKP ya köklü bir çizgi ve kimlik değişimi yaşayacak ya da saflar, dolayısıyla yollar ayrışacaktı. Sürecin başından itibaren bu konuda tereddütsüzdü. Yoldaşın gözlemleri çok kimseden daha güçlü ve daha dolaysızdı. Eski partisini, hele de onun yönetici ekibini, zorlu sınavlar içinde tanımıştı. Çizginin çürüklüğünü de çok kimseden daha erken fark edenlerdendi.
Bu muhasebe döneminde yoldaşın seçtiği nedir? Maddi planda neredeyse tümüyle bir boşluk. Örgüt yok, kadro yok, geçmişten kalma bir taban yok. Dahası binbir türlü yalan, iftira ve karalama var, üstelik utanç verici bir kampanya halinde. Teslim Demir bütün bunlara cesaretle göğüs gerdi. Arkasına dönüp bakmadı bile. Zamanında binlerce, on binlerce kişiyi seferber etmiş bir örgütün yöneticisiydi, yeni dönemde sıfırdan örgüt yaratmak zorlu işine yönelen bir sıra neferi oldu. Nitekim çok geçmeden bu örgüt yaratıldı da. Bu, yalnızca üç buçuk yıl sonra, seçilmiş delegelerden oluşan geniş bir temsille ilk konferansını toplamayı başaran, illegal temellere oturan devrimci bir örgüttü ve kararlı bir sınıf yönelimi içindeydi.
Tarihsel TKP sonrası sol hareketin tarihi temelde iki ana safhadan oluşuyor. İlki ‘60’ların ikinci yarısından başlayıp ‘80’lerin başına, 12 Eylül faşist askeri darbesine dek süren oluşum, gelişme ve serpilme dönemi. İkincisi 12 Eylül yenilgisiyle başlayan dağılma, çözülme, tasfiye ve giderek tükenme dönemi.
İlk dönem, dünyada ve Türkiye’de devrimci yükselişlerle belirlenmektedir. ‘60’lı yıllarda dünya ölçüsünde güçlü mücadeleler var. ‘70’li yılların ortasında Vietnam Devrimi’nin zaferiyle doruğuna ulaşan devrimci kabarıştı bu. Aynı evrede kısa aralıklarla Türkiye kendi devrimci yükselişlerini yaşıyordu. Böyle bir dönemde çeşitli grupların, partilerin, akımların çıkması, gelişmesi, serpilmesi, kitle desteği kazanması, kadrosal güç bulması, birtakım değerler yaratması bir güçlük taşımıyordu.
TKİP’yi ortaya çıkaran süreç, yenilgi sonrası bir dönem, ‘80’li yılların sonudur. Başlangıç adımı 1987 yılıdır. 1987, Gorbaçov’un kötü ünlü 70. yıl konuşmasını yaptığı yıldır. 70. yıl konuşması dünya çapında büyük sarsıntılar yaratan yeni bir çöküşün başlangıcıdır. Sovyetler Birliği’ni ve Doğu Avrupa’yı yıkılışa, dünya çapında biçimsel olarak varolan komünist hareketi yıkıma götüren bir sürecin başlangıcıdır.
Teslim Demir ve yoldaşları, TKİP’yi böyle bir dönemde, dünya ölçüsünde yükselişlerin değil fakat dağılma ve tükenişlerin yaşandığı bir dönemde yarattılar. Sıfırdan başlandı, kendini her açıdan yaratan bir parti oldu TKİP. Bugün TKİP’nin bir teorik temeli ve politik çizgisi, bir programı ve tüzüğü var. Örgütü, kadrosu ve moral değerleri var. Bütün bunların ürünü bir devrimci dinamizmi, bir yaşam gücü var.
İnsanlık tarihi açısından neo-liberal karanlık çağ dediğimiz bir dönemde başarıldı bu. Neo-liberal karanlık çağın başlangıcı, 1980’lerin başına denk gelir. Ama yeni bir düzeyde güç kazanması, ‘89 yıkılışı sonrasıdır. İşte TKİP adına ne yapıldıysa tam da bu dönem yapıldı. TKİP herşeyini insanlık ölçüsündeki bu koyu karanlık dönem içinde yarattı. Dünya ölçüsünde karanlığın katmerli olarak çöktüğü bir dönemde yarattı.
Teslim Demir işte böyle bir partinin kurucusu olmanın büyük onurunu taşımaktadır.
Ekim, sayı 319, Ekim 2019