Portekiz’de 5 Ekim 1910’da ilan edilen cumhuriyet, az gelişmiş bir sanayinin, uzun çalışma süresi ve düşük ücretlerin yol açtığı işçi muhalefetinin, tarımda düşük üretimin başlıca göstergelerini oluşturduğu toplumsal ve ekonomik bunalıma bir çözüm sunmaktan uzak kaldı. Beklenen darbeyi küçük bir ordu komutanı, General de Costa gerçekleştirdi. Yanına General Carmona ve 1925’te bastırılan bir ayaklanmanın lideri olan komutan Mendos Cabeçadas’ı da alarak üçlü cuntayı oluşturdu ve kısa bir süre sonra da bu üçlü cunta tarafından bir Milli Hükümet atandı. Bu hükümette, Maliye Bakanlığı görevini kabul eden Antonio Salazar, kendisine harcamalar konusunda tam yetki verilmeyince istifa etti. Ancak iç ve dış borçlar konusuna Salazar’ın halefinin çözüm getiremeyeceği anlaşılınca, kısa süreli çözümlerden vazgeçilerek, cunta hükümetine yeniden Salazar’ın alınması kararlaştırıldı, 30 Temmuz 1930’da Salazar, bundan böyle ülkenin tek yasal siyasal örgütü olacak Uniao Nacional’in (Milli İttifak) Manifestosu’nu açıkladı. Aynı yılda başbakanlık görevini de üstlenerek, Marcelo Caetano gibi arkadaşlarının da yardımıyla milli devlet yerine “korporatizm”i uygulamaya koymaya karar verdi. İlk adım olarak Caetano’ya hazırlattığı Estado Novo’yu (Yeni Anayasa) belirli seçmenlerin iştirakine izin verilen bir seçimle onaylattı. Bu anayasanın bir hedefi de, Portekiz’in sömürgelerinde istikrarlı bir düzeni yerleştirmekti. Milli İttifak, hükümetin bürokratik işlerini denetleyen hiyerarşik bir örgüt haline getirildi, ayrıca diğer faşist partilerde olduğu gibi, kısa sürede pasif yığınları da saflarına alarak sivil bir polis örgütü oluşturulmasına önayak olması sağlandı.
Salazar, bütün bu örgüt çalışmalarının yanısıra, Legiao Portuguesa (Portekiz Lejyonu) gibi aşırı sağ silahlı militanları barındıran para-militer hücreler kurdu. Dış politikada da Portekiz, Avrupa’nın diğer ülkelerindeki faşist hareketleri destekliyordu. Örneğin İspanya’ya 20 bin kişilik bir Portekiz Lejyonu gönderildi, İspanya’dan Portekiz’e kaçmak isteyen cumhuriyetçiler sınırdan geri çevrilerek ölüme gönderildi. “Savaşa girme, ticaret yap” sloganıyla savaşa girmeyen Portekiz’de başbakan, her zamanki olağan ikiyüzlülüğüyle, savaş sonrasında Hitler’i desteklememesinin haklılığının ortaya çıkmış olduğunu dile getirebiliyordu. Salazar, İngiltere’ye de zaferinden ötürü bir kutlama mesajı göndermeyi ihmal etmedi. Savaş sonrasında, yoksulluğun, sefaletin, açlığın ve hastalıkların kol gezdiği bir ülke olma konumunu sürdüren Portekiz’de Salazar’ın, ilkini 1953-58, İkincisini 1959-64 yılları arasında uygulamaya koyduğu kalkınma planları iktisadi gerilemeyi biraz olsun durdurabildiyse de, işçi ve köylülerin sorunlarını çözmekten oldukça uzaktı. Buna eklenen sömürgeler sorunu siyasal huzursuzluğun artmasına yol açtı. Ayrıca hükümetin, başkanlık seçimleri için kendi gösterdiği adayların karşısına çıkarılanlara “halk düşmanı” muamelesi yapması, umudunu serbest seçimlere bağlamış pasif yığınları da siyasal mücadelenin içine çekmeye başlıyordu.
26 Eylül 1968’de işbaşına gelen yeni başbakan Caetano, kendi döneminde Salazarist rejimin temel ilkelerini olduğu gibi korudu, düzmece seçimler geleneğini sürdürdü. Bu dönemde, Portekiz ekonomisi yabancı sermaye sayesinde, 1970’de yüzde 27’ye varan yüksek büyüme oranları kaydetti. Toplumsal yaşamın diğer alanlarında da değişiklikler yaşanmasına rağmen, ordu içerisinde rejime muhalif güçlerin sayısı giderek artmaktaydı. Nihayet Temmuz 1973’de Movimento das Forças Armadas (Silahlı Kuvvetler Hareketi - MFA) adında gizli bir örgüt kuruldu. 1974’de “ultra-Salazarist” beş birlik dışında bütün hava, deniz ve kara kuvvetleri harekete geçmeye hazırdı.
Karanfil Devrimi
25 Nisan 1974’te, gün boyu süren uzun askerî operasyonların sonucunda, Antonio Salazar’ın 1928’den beri kademeli olarak oturtmuş olduğu ve 1968’den beri Marcelo Caetano’nun yönetiminde sürmekte olan diktatörlük sona erdi. Avrupa’nın bu en eski diktatörlüğünün sona ermesine yol açan harekat, MFA içinde yer alan 200 kadar subay tarafından planlanıp gerçekleştirilmişti. Yeni oluşturulan askerî cuntanın başkanlığına, Portekiz’deki yabancı sermayeyle ve NATO’yla iyi ilişkileriyle bilinen General Spinola getirildi. Portekiz halkı, darbeci askerleri kurtarıcılar olarak, daha sonra olaylara adını verecek olarak kırmızı karanfillerle karşıladılar. Askerlerin silahlarına takılan karanfillerden dolayı, 25 Nisan 1974, revoluçao das cravos (Karanfil Devrimi) olarak anıldı.
Portekiz, 1974’e gelindiğinde yalnızca Avrupa’nın en eski diktatörlüğü değil, aynı zamanda en eski sömürgeci gücüydü de. “Denizaşırı eyaletler” olarak adlandırılan Afrika’daki sömürgeleri Gine-Bissau, Sao Tome, Angola ve Mozambik’te ulusal kurtuluş mücadeleleri sürmekteydi ve durum sömürgeci Portekiz için giderek umutsuzlaşmaktaydı. Portekiz, bir yandan Avrupa’nın en büyük sömürgecisi niteliğini taşırken, diğer yandan da Avrupa’nın en yoksul ülkelerinden biriydi. 1974’de Portekizlilerin büyük çoğunluğu neredeyse sefaletin eşiğindeydi. Kişi başına ortama yıllık gelir 640 dolarla Avrupa’nın en düşüğüydü ve halkın yüzde 80’i ulusal gelirin yarısından azını paylaşmaktaydı. Vergiler 1960’dan beri dört katına çıkmıştı. Kentlerde, düşük ücretler beslenme yetersizliğine neden olmaktaydı ve konutlar son derece yetersizdi: Lizbon’da halkın yüzde l0’u gecekondularda yaşamaktaydı. Sağlık hizmetleri çok yetersizdi, çocuk ölümleri çok yüksekti (yüzde 44.8) ve 15 yaşından yukarı kırsal kesim halkının en az yüzde 30’u okuma yazma bilmiyordu. En can alıcı toplumsal sorunların başında tarım sorunu geliyordu. Çalışan nüfusun yüzde 31’i tarım alanında faaliyet gösteriyordu. Bir yandan ülkenin kuzeyinde çok küçük işletmelere (4 hektara kadar), öte yandan güneyde çok geniş büyük arazilere rastlanmaktaydı. Toprak sahiplerinin yüzde 81’i ekilebilir toprakların yüzde 14’ünü paylaşırken, 113 büyük toprak sahibi bir hektardan daha az toprağı olan 314 bin küçük toprak sahibinin 4 katı, 505 bin hektar toprağı ellerinde bulundurmaktaydı. Afrika’da sürmekte olan savaş, ülkede çekilmekte olan sefaleti artırmaktaydı ve işçilerin yanısıra, şehirlerdeki orta tabakalar da bu durumdan paylarını almaya başlamışlardı.
Portekiz’de işçi hareketi, kökleri Salazar diktatörlüğü öncesine kadar uzanan, daha çok anarko-sendikalizmden etkilenmiş bir mücadele geleneğine sahipti. Bu hareket, diktatörlük boyunca ezilmeye çalışılmış, fakat köklerini kazımak mümkün olmamıştı. Salazar rejimi, işçilerin beş günlük çalışma haftası, işten çıkarmaya karşı korunma, işyeri kurulları, çeşitli sosyal haklar, toplantı ve grev hakkı gibi haklarını teker teker ellerinden almış, bağımsız sendikaları yasaklamıştı. Buna rağmen işçiler, en yoğun baskı koşullarında bile grev yapmaktan geri durmamışlardı. Diktatörlüğün son yıllarında işçi sınıfı, Salazar’ın korumacı politikaları terk etmesi ve ülkenin kapılarını yabancı sermayeye açması üzerine sayısal olarak büyümüş, sanayide çalışanların tüm çalışan nüfusa oranı 1950’de yüzde 25’den 1970’de yüzde 35.8’e yükselmişti. Ülke nüfusunun sınıfsal yapısındaki bu değişiklikler ve yaşanan ekonomik bunalım sonucunda (fiyatlar 1969’la 1974 arasında iki misli artmıştı) diktatörlüğün son yıllarında, özellikle büyük şehirlerde işçi mücadelelerinde bir artış söz konusuydu.
MFA subaylarının programı üç ana noktadan oluşuyordu: Dekolonizasyon, demokratikleştirme, gelişme. Binbaşı Melo Antunes’in çevresinde toplanan subayların hazırladığı MFA programında yer alan demokratikleşme noktası, siyasal polisin ortadan kalkmasını, bütün siyasal suçluların affını, sansürün kaldırılmasını, seçimlere gidilmesini öngörüyordu. İlk seçim tarihi, devrimin birinci yıldönümü olan 25 Nisan 1975 olarak saptanmıştı. MFA’nın iyi niyetli, fakat gerçekte muğlak kalan ve yeterince ayrıntılarına inilmemiş bu programının karşısına General Spinola gerçek bir tasarıyla çıktı. Tecrübesiyle ordunun, şiddetin sömürge sorunlarını çözemeyeceğini bilen Spinola, özerk duruma gelmiş eski sömürgelerden oluşan bir federasyonun, “Portekiz Birliği”nin kurulmasını savunuyordu. Spinola’nın tasarısı modernize edilmiş yeni-sömürgeci ve kapitalist bir Portekiz tasarısıydı ve yeni elde edilen barış içinde, diktatörlüğün korumacı yapılarını terkedip, kararlı bir biçimde modern kapitalist süreçler içinde yer almadan yaşayamayacağını anlayan Portekiz burjuvazisinin bir bölümünün sözcülüğünü yapıyordu. Kendisini geçici cumhurbaşkanı seçtirmeyi başaran Spinola, kazanmayı umduğu 1975 seçimlerini beklerken, dekolonizasyonu mümkün olduğunca engelleyerek planını hızla gerçekleştirmek istedi ve kendi programının uygulanmasını yakından izleyen MFA ile anlaşmazlığa düştü.
İşçi Komisyonları
25 Nisan’ı izleyen günlerde, devreye ne MFA’nın, ne de onu destekleyen Portekiz burjuvazisinin hesaba katmadığı bir faktör girdi: Kitleler harekete geçti. Ülkenin çeşitli yerlerinde kitlesel gösteriler düzenlendi, işçiler yıllardan beri kendilerine tanınmayan grev hakkını kullanmaya başladılar. Fabrikalar işgal edildi, işyerlerinde diktatörlük yandaşı olarak tanınanlar ve muhbirler kovuldu. İşçiler ücret artışları, daha fazla tatil ve sosyal haklar talep ettiler. Yeni yönetim, işçilerin en acil taleplerini yerine getirdi, asgari ücretler yükseltildi, işsizlik sigortası ve sosyal sigorta uygulamalarına geçildi. Fakat, MFA yönetiminin işçilere sunabileceği bunlarla sınırlıydı. Kısa süre sonra, sermayeyi Portekiz dışına aktarmaya, işyerlerini azaltmaya başlayan burjuvaziye ve mesleklere göre örgütlenmeye devam eden ve giderek bürokratikleşerek işçilerin taleplerine cevap vermekten uzaklaşan sendikalara karşı mücadeleler yeniden başladı. Yeni mücadele örgütleri, kısa süre içinde yaygınlaşarak hemen hemen tüm sektörlerde oluşan işçi komisyonlarıydı.
İşçi mücadeleleri 1974 sonundan itibaren radikalleşerek yoğunlaştı. Mayıs 1974’de gerçekleştirilen ücret artışları, fiyatların artması sonucu yıl sonunda değersiz hale gelmiş, işçiler, Karanfil Devrimi’nin kendi yaşam koşullarında fazla bir değişiklik getirmediğinin farkına varmışlardı. Komisyonlar yaygınlaşmaya devam ediyorlar, pek çok fabrikada tüm çalışanların katıldığı toplantılarda demokratik yöntemlerle seçilerek oluşturuluyorlardı. 11 Mart 1975’de Spinolacı güçler tarafından gerçekleştirilen bir darbe girişiminin başarısız kalması, harekete yeni bir ivme kazandırdı. Hareketin taleplerine uygun olarak banka ve sigorta şirketlerinden başlayarak sanayinin büyük bir bölümü millileştirildi. İşçi komisyonları, işten çıkarmalara, sermayenin Portekiz dışına kaçırılmasına, yatırımların durdurulmasına karşı etkili bir biçimde mücadele edebilmek için işçi denetimini sağlayabilmek amacıyla yeni örgütlenme biçimleri üzerinde tartışmaya başladılar.
25 Nisan’dan sonra ortaya çıkan bir diğer taban örgütlenmesi biçimi de mahalle komisyonları oldu. Kitlelerin, insanca bir yaşamı sağlayacak konut, sağlık hizmetleri vb. talepleri, Temmuz 1974’den itibaren kurulmaya başlayan mahalle komisyonlarıyla örgütsel bir çerçeveye kavuşmuş oldu. Mahalle komisyonları, o mahallede ikamet edenlerin yaptıkları toplantılarda seçilen 10-20 üyeden oluşuyordu. Boş ya da sahipleri tarafından terkedilmiş evlerin işgali, yönetimine ve örgütlenmesine tüm mahalle sakinlerinin katıldığı çocuk yuvası vb. projelerin hayata geçirilmesi, kültürel etkinlikler, ortak talepler tespit edilerek yerel yönetimlere iletilmesi, mahalle komisyonlarının başlıca işlevleri haline geldi.
Marttaki darbe girişiminin ardından, MFA içinde de radikal, sosyalizm yanlısı kanat hâkim duruma gelmişti. Yeni kurulan “Yüksek Devrim Konseyi”, en yüksek iktidar organı olarak tüm bankaların ve büyük sanayinin millileştirilmesine karar verdi, işyerlerinin işçiler tarafından denetlenmesini, güneydeki Alentejo bölgesinde topraklara tarım işçileri tarafından el konmasını yasallaştırdı. Millileştirme uygulamalarının ve işçi denetiminin anayasaya alınmasına karar verildi. Halk hareketini desteklemek, sağlamlaştırmak ve geliştirmek için “kültürel canlandırma” diye adlandırılan bir kampanya başlatıldı.
MFA’nın Bölünmesi ve “Normalleşme”
Siyasal partiler, ne kendi iktidarlarına ortak olabilecek taban örgütlenmeleriyle, ne de “kültürel canlandırma” kampanyaları ile mutabık değillerdi. Sağ partiler “sağduyu”ya, özellikle kuzeydeki küçük köylülerin tutucu ve “barışçı sağduyusu”na dayanmak istiyorlardı. Sol partiler ise, politize olmuş kitlelerin kendilerinden kaçarak partiye dönüşmüş ya da kendi öz partisini kurmuş bir MFA’ya gitmesinden endişe ediyorlardı. 1973’de Federal Almanya’da SPD’nin desteğiyle kurulmuş olan Mario Soares’in önderliğindeki Sosyalist Parti, MFA’nın eylemlerine ve önerilerine karşı çıkarken, Salazar diktatörlüğü süresince yıllar boyu tek muhalif güç olan Komünist Parti MFA’yı onaylıyordu. Gerçi işçi komisyonlarına karşı aldığı tavrın en belirgin özelliği, bu örgütlenmeleri sendikal hareket içinde eritmek yönünde olmuştu; fakat diğer sol güçler ve MFA’yla birleşerek Sosyalist Parti’yi de bu birliğin içine katılmaya zorlamak, böylece devrimin kazanımlarını sürekli kılmak istiyordu. 25 Nisan 1975 seçimlerinden Sosyalist Parti oyların yüzde 37.8’ini alarak en güçlü parti olarak çıktı. Komünist Parti, oyların yalnızca yüzde 12.5’i ile ancak üçüncü parti olabildi.
Seçimlerden kısa süre sonra, Temmuz 1975’de MFA bölündü. Yeni oluşan ılımlı kanat, artık Sosyalist Parti’nin taleplerinden yana tavır alıyor, millileştirmelerin durdurulmasını, sendikaların ve Komünist Parti’nin etkinliğinin azaltılmasını, Batı’nın daha fazla korkutulmamasını ve Avrupa Topluluğu’ndan alınması umulan kredilerin yolunun açılmasını savunuyordu. MFA içindeki bu gelişmeler, ülke içindeki sağ güçlere de cesaret verdi. İçinde Salazarcılardan sağ liberallere, Sosyalist Partililerden tutucu küçük köylülüğe kadar çeşitli kesimlerin yer aldığı vurucu birlikler oluştu. Kuzey Portekiz’de Komünist Parti merkezleri ve sendika büroları ateşe verildi, genel bir komünist avı başladı. Sağcılarla birlikte Sosyalist Parti de MFA içindeki sol kanadın temsilcisi kabul edilen başbakan Vasco Gonçalves’in geri çekilmesini talep etti. Gonçalves, hem MFA içindeki hem de dışardan gelen muhalefete karşı üç hafta boyunca hükümette kalarak sol çizgiyi korumaya çalıştı. Eylül başında çekilmek zorunda kaldı. Yeni kurulan geçici hükümette çoğunluk sosyal demokratlar ve liberallerden oluşuyordu ve derhal işçilerin kazanımlarını ve sosyal haklarını geri almaya başladı; kredi umutlarıyla yabancı sermaye için çekici koşullar oluşturma çabası içine girdi. MFA içinde, eski devrimci çizgiyi savunmaya devam eden, karşı devrimci olarak değerlendirdiği kararları uygulamayı reddeden bir kanadın varlığını sürdürmesi, yeni hükümeti rahatsız eden konuların başında geliyordu. 25 Kasım 1975’de Lizbon’un 50 kilometre kadar kuzeyindeki Tancos’daki paraşütçü birliklerin ayaklanması, son darbeyi indirme fırsatını yarattı. Günlerdir subayları tarafından terkedilmiş ayaklanmacı askerler, özel bir komando grubu tarafından kısa sürede yenilgiye uğratıldılar. Başta MFA’nın sol kanat önderi Carvalho olmak üzere öncüleri ev hapsine kondular, bir kısmı yedeğe ayrıldı, ülke dışına kaçtı, bazıları da tutuklandı.
Nisan 1976’da yapılan seçimleri Soares’in başkanlığındaki Sosyalist Parti kazandı, 1976’dan itibaren, anayasada yeralan reformların tümü önce ekonomik önlemlerle, daha sonra da hukuki olarak ortadan kaldırıldı. Tarım alanında oluşmuş olan kolektif işletmelere devlet tarafından öncelikle verilen krediler kaldırıldı. Aynı şekilde millileştirilmiş sanayi dallarına devlet tarafından sağlanan kaynaklar kesildi. Devlet işletmelerinde işçi denetimi kaldırıldı. Yine 50’den daha az işçi çalıştıran işletmelerde işçi denetimi, 20’den daha az işçi çalıştıran işletmelerde işçi komisyonlarının kuruluşu yasaklandı.
27 Haziran 1976’da, Tancos olayının bastırılmasında belirleyici bir rol oynayan Ramalho Eanes, geçerli oyların yüzde 61.5’ini alarak cumhurbaşkanı seçildi. Portekiz halkının önemli bir kesimi seçimlerde oy kullanmayarak (kayıtlı seçmenlerin yüzde 24.5’i), kendisine sunulan yönetimle tam mutabık olmadığını ve kendisinden devrimin çalınmış olduğu duygusunu taşıdığını belli etti, fakat bu tek belirgin hoşnutsuzluk gösterisi oldu. Başlangıçta hedeflenen sürece, yani burjuvazi için de ayak bağı oluşturmaya başlamış olan diktatörlükten kurtulunarak, Batılı ölçüler içinde demokratik yöntemlerle bir kapitalist modernleşme sürecine artık girilmişti. (48. Fasikül, s.1571-1577)