Burada Hatice yoldaşı salt bir Ölüm Orucu direnişçisi olarak ele almayacağım. Dahası bu yönünü öne de çıkarmayacağım; zira bu, onun tümüyle onur verici olan örgütlü devrimci yaşamının yalnızca özel bir evresini, asıl anlam taşıyan partili yaşam bütününden koparmak olur.
Elbette ki Hatice Yürekli yoldaş, tüm öteki siper yoldaşları gibi, bu uzun maratonu soluklu bir biçimde koşmuş ve alnının akıyla göğüslemesini bilmiş bir komünisttir ve bu çerçevede de söylenecekler olmalıdır, olacaktır. Fakat Hatice Yürekli’yi salt Ölüm Orucu direnişçisi kimliği ile ele almak, uzun yıllara yayılan partili devrimci yaşamını onun özel bir evresine indirgemek anlamına gelir.
Hatice Yürekli bir sıra neferi ruhuyla devrim uğruna ölmesini bildi; fakat biz partimizin açıklaması üzerinden de biliyoruz ki, o partimizde uzun yıllar önemli görev ve sorumluluklar üstlenmiş, partimizin kuruluş kongresine de ön hazırlık sürecinden itibaren katılmış ileri düzeyde bir komünist kadroydu. Önemli olan bu partili yaşamın tümünü anlamak, anlamlandırmak ve ondan öğrenmesini bilmektir.
Kesintisiz ve pürüzsüz bir partili devrimci yaşam
Hatice Yürekli saflarımıza ‘90’ların hemen başında, henüz oldukça genç bir insanken katılmış bir yoldaştır. Örgütlü devrimci yaşamı, tıpkı daha önce kaybettiğimiz yoldaşlar gibi, tümüyle saflarımızda başlamış, kesintisiz olarak sürmüş ve saflarımızda ölümsüzleşmiştir. Bu, örgütlü partili yaşam, profesyonel devrimci kimlik, parti üyesi olmanın onurunu yükseklerde tutmak, bunun bir gereği olarak her alanda direnişçi kimliğin temsilcisi olmak vb. bakımlardan örnek ve pürüzsüz bir yaşamdır. Komünist bir partili devrimcinin yaşamında aslolan ve kalıcı olan da bu ayırdedici yönlerdir zaten.
Bu çerçevede tanıma dikkat ediniz; ben bir devrimcinin kişi ve insan olarak şu veya bu üstünlüğü ya da kusuru olarak koymuyorum meseleyi. Bu açıdan ele alındığında, istinasız her devrimcinin tartışılacak yönleri, sözü edilebilir kusurları ve eksiklikleri muhakkak ki vardır. Burada Hatice Yürekli’nin örnek ve pürüzsüz partili devrimci yaşamından sözederken kastettiğim bu değildir. Her partili yoldaş gibi elbette onun da çeşitli kusurları ve yetersizlikleri vardı. Fakat yaşamını devrim uğruna feda etmiş bir devrimci değerlendirilirken üzerinde durulması gereken, bu tali ve geçici yönler değil, devrimci yaşamın temelini oluşturan, belirleyici ve kalıcı nitelikte olan öğelerdir.
Partili bir devrimci olmanın temel önemde ölçütleri ve gerekleri vardır; bunlar bizde en başından itibaren net bir biçimde ortaya konulmuş ve son olarak partimizin kuruluş kongresinde temel önemde ölçütler olarak bir kez daha formüle edilmiştir. Bunlar komünist kadroda ideolojik kimlik, devrimci/direnişçi kimlik ve örgütlü kimlik olarak ortaya konulmuştur. Bunlardan ikincisi, devrimci/direnişçi kimlik, partimizin kuruluş kongresinde ayrıca tanımlanmıştır. Hayatın her alanında sınıf devrimciliği üzerinden gösterilmesi gereken bu kimliğin, daha özel olarak da siyasal poliste, zindanda ve mahkemede parti üyesi olmanın onurunu yükseklerde tutan örnek bir direnişçi tutum ve pratik anlamına geldiğinin altı çizilmiştir.
Örnek partili devrimci yaşamın temel ölçütleri işte bunlardır ve buradan bakıldığında, Hatice Yürekli’nin yaşamı gerçekten pürüzsüz bir partili devrimci yaşam örneğidir.
Partili kadroları şahsında parti
Fakat burada temel önemde bir nokta var. Söz konusu ölçütler partinindir; parti, saflarına kazandığı her devrimci militanı bu ölçütler temelinde eğitmeye ve şekillendirmeye, mücadelenin zorlu koşullarına ve zor sınavlarına hazırlamaya çalışır. Buradan bakıldığında, Hatice Yürekli’nin örnek devrimci yaşamından yansıyan, aynı zamanda partimizin üstünlükleridir. Partili bir kadronun üstün niteliklerini bu noktada partisinden ayırmak, ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu, daha önce kaybettiğimiz öteki iki yoldaşımız, Habip Gül ve Ümit Altıntaş üzerinden de ifade edilmişti. “Onlar partimizin özü ve özetidirler” tanımıyla ortaya konulmuştu bu.
Şimdi bu üç şehit yoldaşımızı birarada ele alıp, temel önemde bazı ortak özelliklerini birlikte sıralayalım: Üçü de örgütlü devrimci yaşama partimizde başlamış, bunu kesintisiz bir biçimde sürdürmüş, sonunda ölümü de partimizin onurlu birer üyesi olarak göğüslemişlerdir. Üçü de birçok kez işkenceden geçmiş ve her seferinde tam direniş göstermiş, mahkemelerde siyasal savunmalar yapmış ve zindanlarda direnişçi çizginin örnek temsilcileri olmuşlardır. Üçü de partinin düşünce yaşamına aktif bir biçimde katılmış, partinin yayın organlarına düzenli olarak katkılarda bulunmuşlardır. Üçü de partinin sıradan üyeleri değil, fakat üst düzey kadroları arasındadır; Habip ve Ümit MK üyesidirler, Hatice yoldaş ise uzun yıllardan beridir sürekli İK düzeyinde görevler üstlenmiştir. Ümit ve Hatice partimizin kurucu üyeleridir, Habip’i bundan alıkoyan ise zindanda bulunması olmuştur.
Bunlara başka özellikler de eklenebilir, fakat bir fikir vermesi bakımından bu kadarı yeterli. Ortaya çıkan sonuç, bu yoldaşların ortak kimliği üzerinden yansıyan bir kolektif niteliktir. Bu, partidir; partimizdir, TKİP’dir. TKİP, coşkulu yükseliş dönemlerinin değil, çifte yenilginin ağırlığı altında yaşanan zor bir dönemin partisi olarak şekillendi. Saflarında da bu dönemi kavrayan, ona bilinçli, inançlı, dirençli ve soluklu devrimciler olarak yanıt veren kadrolar yetiştirdi. Habip, Ümit ve Hatice yoldaşların devrimci yaşam çizgileri, temel önemde ortak özellikleri, bunun somut ve tartışılamaz göstergeleri olarak durmaktadır önümüzde.
Partimizin bu alandaki başarısını tam olarak değerlendirebilmek için, onun inşa edildiği özel tarihi dönemin özelliklerine bakmak durumundayız. Bunu yakın geçmişin yükseliş dönemleriyle, ‘60’lı ve ‘70’li yıllarla kıyaslama içinde yapmak, ayrıca açıklayıcı olacaktır. Bu ise bize, bu dönemde saflarımızda yetişmiş Habip, Ümit ve Hatice türünden yoldaşların değerini yerli yerine oturtma olanağı sağlayacaktır.
Yakın tarihimizin üç dönemi
Her dönemin devrimci kuşakları kendi dönemlerinin toplumsal-siyasal ortamı içerisinde şekillenirler. Her tarihi dönemde, ulusal ve uluslararası düzeyde, sınıflar mücadelesinin belirli bir durumu ve seyri, dönemin bu temel üzerinde kendini gösteren bir siyasal-moral atmosferi vardır. Dönemin devrimcileri de, son tahlilde, bu atmosfer içerisinde şekillenirler. Bu, dönemin devrimci tipini belirlemekle kalmaz; döneme özgü devrimciliğin anlamı ve değeri de ancak bu temel üzerinde tam olarak kavranıp yerli yerine oturtulabilir.
Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda, sosyal mücadelelerdeki yükseliş açısından üç önemli dönem olduğunu görüyoruz. (Karşı-devrimin belirlediği yenilgi dönemlerini dışında tutuyorum, zira bunlar genellikle yükseliş döneminin kitlesel çapta ürettiği devrimciyi yine kitlesel çapta tüketen dönemlerdir). Bunlardan ilk ikisi, ‘60’lı ve ‘70’li yılların yükselen halk hareketleriyle belirlenen dönemlerdir. Üçüncü dönem ise, kabaca 87’den başlayarak günümüze uzanan dönemdir. Bu son dönemin özelliği, Türkiye ve dünyada birbirini izleyen çifte yenilginin ağır yükünü taşıması; yanı sıra, kendine özgü biçimde yaygın kitle eylemlerine sahne olsa da, mücadelenin bir türlü devrimci yükselişe dönüşebilen bir çıkış yapamamasıdır. Bu dönem herşeye rağmen bir sosyal hareketliliğe sahne olduğu için ilk iki döneme benzer, fakat bu haraketliliklerin devrimci akımları besleyen bir devrimci yükselişe dönüşememesiyle de onlardan ayrılır.
Uluslararası koşullar açısından da benzerlikler ve farklılıklar belirli sınırlar içinde bir paralellik gösterir. ‘60’lı ve ‘70’li yıllar dünyada, her ülkedeki mücadeleye büyük moral güç kaynağı oluşturan bir devrimci yükselişler dönemidir. ‘90’lı ve 2000’li yıllar dünyada yaygın sınıf ve kitle mücadelelerine sahne olsalar da, bu yılları belirleyen asıl yön devrimci yükseliş değil, fakat henüz ‘89 yıkılışı sonrasının yıkıcı havasından kurtulma, bu anlamıyla bir siyasal-moral toparlanma çabasıdır.
Türkiye’de ‘60’lı yıllar öncesine kadar oldukça zayıf bir sol hareket var, büyük ölçüde TKP’de temsil edilen. Bu zayıflık elbette bir rastlantı değil; zira ilerici, devrimci akımları üreten zemin olarak modern sosyal mücadele ‘60’lı yıllara kadar Türkiye’de henüz son derece cılız durumda. Cumhuriyetin ilk yıllarında, daha çok da İstanbul’da, işçiler belli bir hareketlilik gösteriyorlar. Toplumsal koşulların aşırı geriliği ve işçi sınıfının sayısal cılızlığı düşünülürse bu hareketlilik önemsiz de değil. Fakat kemalist iktidar, Kurtuluş Savaşı'nın içinden gelen, onun gücüne, prestijine ve imkanlarına sahip olan genç bir rejim olarak, bu hareketliliği çok çabuk bloke ediyor ve işçi hareketi üzerinde de uzun yıllar sürecek denetimini kuruyor.
İzleyen bir kaç onyıllık dönem, ki ‘60’lı yılların başını buluyor bu, sosyal mücadele açısından büyük ölçüde ölü bir dönemdir. Ne herhangi bir köylü hareketi, ne sözü edilebilir bir işçi mücadelesi, ne öteki katmanlarda herhangi bir hareketlilik vardır. Buna rağmen bir sol akım, onun taşıyıcısı olan bir parti iyi-kötü varsa ve kesintili biçimde de olsa yaşamını sürdürebiliyorsa, bu, ülkedeki sosyal mücadelenin verdiği güçten çok dünyadaki mücadelelerden alınan güç ve moral sayesindedir. Sovyetler Birliği’nin varlığı, öteki ülkelerdeki güçlü sınıf hareketleri ve hızla büyüyen komünist hareket, ‘30’lu yıllardaki ve emperyalist savaş dönemindeki anti-faşist halk hareketleri, savaşı izleyen büyük ulusal kurtuluş savaşları dalgası ve önemli güce sahip bir sosyalist kampın oluşumu, bunda denebilir ki belirleyici bir rol oynamıştır. Türkiye’nin solcusu, ilerici aydınları buradan beslenerek, siyasal ve moral güçlerini buradan alarak ayakta kalmaya, davayı Türkiye toprakları üzerinde de savunmaya çalışmışlardır. Bu çok kendine özgü, bir hayli farklı bir dönemdir.
Yükseliş dönemlerinde devrimcilik
Üzerinde asıl durulacak dönem, modern sosyal mücadelelerin, devrimci yükselişlerin ve karşı-devrimci bastırma ve ezme hareketlerinin yaşandığı ‘60’lar sonrası dönemdir. Türkiye’de kapitalist gelişmenin belli bir düzeye vardığı, modern sınıflaşmanın nispeten ileri bir noktaya ulaştığı, bu temel üzerinde sosyal çelişkilerin keskinleştiği ve sert sınıf mücadelelerine dönüştüğü bir tarihi dönemdir bu. Ve bu, tam da bu toplumsal-siyasal zemin üzerinde, Türkiye solu için de büyük bir uyanış ve kitleselleşme dönemidir. Umut ve iyimserlikle dolu, coşkulu bir mücadele dönemidir bu.
Aynı dönemde dünyada da büyük bir uyanış var, neredeyse tüm kıtalarda büyük mücadeleler var. Latin Amerika’da güçlü gerilla hareketleri, Çin’de Kültür Devrimi, Vietnam’da görkemli bir kurtuluş mücadelesi, Asya’da ve Afrika’da emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı güçlü ulusal kurtuluş hareketleri, dünyanın her tarafında güçlü sosyal mücadeleler ve halk hareketleri var. ‘60’ların ikinci yarısında bazı Avrupa ülkelerinde bir tarafta işçi hareketleri, öte tarafta yaygın ve kitlesel gençlik hareketleri var. Büyük bir kadın hareketi var yine o dönemin dünyasında. ABD’de ırk ayrımına karşı siyahların güçlü bir hareketi var. Dünya ölçüsünde mücadelenin türkü söyler gibi yürütüldüğü umut dolu coşkulu bir dönemdir bu, özetle.
Aynı dönemde Türkiye’de de işçi ve köylü mücadeleleri, öğrenci hareketleri kendini gösteriyor. Beri yandan bir aydınlanma dönemi, bir sol aydın uyanışı var. Aydınların büyük bir kesimi soldan, sosyalizmden yana tavır koyuyorlar. Sosyalizm anlayışları tartışılabilir ama, sonuçta niyet ve duygu olarak emekçilerden yana, sosyalizmden yanalar. Gerici akımların etki alanı dışında kalan emekçi kitleler ve gençler, toplumsal gerçeklere gözlerini açtıkları andan itibaren sol düşüncelere kolayca bağlanabiliyorlar.
Bir sosyal uyanış dönemi, bir aydınlanma dönemidir bu. Sanatçılar, aydınlar büyük ölçüde soldan, emekten yana bir eğilim içindedirler. Türkiye’ye sosyalist düşünceler geliyor, marksist eserler çevriliyor, yoğun bir okuma-öğrenme dönemi, gerçekten bir sol aydınlanma dönemidir bu. Sol hareketin ideolojik ve kültürel açıdan en güçlü olduğu ve toplum çapında ciddiye alındığı bir dönem. Türkiye solunun ideolojik ve kültürel alanda da bir alternatif olarak toplumda önemli bir yer tuttuğu ve etkili olduğu bir dönemdir bu.
Ama öte yandan, devrimci bir partiden, harekete yön verecek ve onu devrimci bir stratejik çizgide ilerletecek öncü bir partiden de yoksunluk dönemidir bu. Devrimci bir partinin yokluğu koşullarında, şekilsiz bir sol harekettir söz konusu olan. Uzun bir süre için TİP, ardından onunla çatışan MDD, gerçek bir partiden çok, değişik eğilimden grupları, grupçukları, çevreleri, kişileri toplayan şemsiye oluşumlardır. Dönemin sol programları düzeni aşan programlar değildir gerçekte. Ne amaç ve hedefleri, ne de çözüm yolları ve araçları yönünden devrimci bir nitelik taşımaktadırlar. Düzeni reforme etmeye dayalı bu programlar, bununla uyumlu bir biçimde, düzen kurumlarına dayalı çözümler peşindeydiler. Düzen ordusuna bel bağlayan darbeci çözüm arayışları ile düzen parlamentosuna bel bağlayan anayasacı çözüm arayışları, gerçekte burjuva sosyalizmi ortak paydasında birleşiyorlardı.
Bundan dolayıdır ki, egemen düşünce sistemi ve buna dayalı programlar üzerinden, biz bu dönemi burjuva sosyalizmi dönemi olarak tanımlıyoruz, sol hareketin tarihine ilişkin değerlendirmelerimizde. Ama yine de kendine göre bir temizliği, saflığı ve içtenliği olan bir dönemdir bu. Burjuva sosyalizmi nitelemesi burada bir suçlamadan çok dönemin nesnel bir değerlendirmesi olarak algılanmalıdır. O dönemin sol hareketinin kendi gelişmesi içerisinde ürettebildiği kimlik bu olabilmiştir. Hareket içinde orta sınıftan gelme aydınların, kendi sınıfsal konumlarının ufkunu aşamayan bir ideoloji ve politik tutumla belirlediği bir perspektif ve kimliktir bu. Ayrışmalar dönemin sonuna doğru yaşanıyor. Düzene, düzen kurumlarına karşı tavır ile devrimcilik ve kaba oportünist çizgideki ısrarlı tutumuyla reformizm, dönemin sonuna doğru giderek ayrışmaya başlıyor. Bu, bir yandan kitle hareketindeki gelişmenin ve radikalleşmenin, öte yandan dünya sol hareketindek iç çatışmaların ideolojik bir yansıması olarak ortaya çıkıyor.
Burada amacım bu dönemin bir sol hareket tablosunu sunmak değil elbette. Amacım, Türkiye’nin yakın tarihindeki iki önemli yükseliş dönemiyle kıyaslama içinde, ‘90’lı yılların devrimciliğinin zorlu koşulları hakkında bir fikir vermek ve bunu yoldaşlarımızın sergilediği örnek devrimci yaşamın anlamına bağlamaktır.
Bu dönemde, ‘60’lı yıllarda, sosyal mücadeleler içinde sosyalizmden ve emekten yana tavır almak, bu uğurda kendini ortaya koymak gerçekte çok zor değil. Mücadelenin genel akışı ve etkisi altında neredeyse kendiliğinden yaşanan bir durum bu. Dönemin genel koşulları, bu koşullardan beslenen genel iyimserlik atmosferinde, bu heyecan ve mutluluk verici, düşünsel ve manevi olarak insanı zenginleştiren bir tutum ve tercih.
Bu dönemin sonunda ortaya çıkan devrimciler düzene karşıtı bir konuma kayıyorlar. Gerçi eskiyi tam olarak aşamadıkları gibi mücadelenin yolu ve yönteminde de yanlışa düşüyorlar, kitlelerden kopuyorlar. Ama kalıcı olan, geleceğe kalan yan bu değil. Bu kusur, çok geçmeden, ‘71’den yalnızca üç sene sonra aşılmıştır. Burada kalıcı olan, özgürlük ve bağımsızlık için, emeğin kurtuluşu ve sosyalizm için savaştığına inanan devrimcilerin ortaya çıkmaları, kurulu düzene kafa tutmaları ve gerektiğinde bu uğurda kendilerini feda etmeleridir. Kalıcı olan, geleceğe kalan budur. Bizim Denizler’e, Mahirler’e, Kaypakkaya’ya sahip çıkmamızın gerisinde de bu vardır. Mesele o gün onların hangi ideolojiyi savunduğu, hangi yolu doğru bulduğu değil, kime karşı ve kimden yana tavır aldığıdır. Onlar düzene karşı emekçilerin özgürlüğü, baskı ve sömürüden kurtuluşu için, ülkenin bağımsızlığı için, emeğin kurtuluşu ve sosyalizm için ortaya bir tavır koymuşlar, kendilerini böyle tanımlamışlar, bu uğurda fedakarca ve gözüpek bir biçimde kavgaya atılmışlardır. Önemli olan, kalıcı olan, bugüne kalan budur, bu devrimci tavır ve tutumdur.
Bu dönem, adları bugün hala canlı bir biçimde yaşayan, mücadelede sembolleşen yiğit devrimciler çıkardı. Bunlar sosyal mücadeleler içerisinde yetişmiş devrimcilerdi. Deniz Gezmiş bir öğrenci lideridir. Mahir Çayan bir öğrenci lideridir ve öğrenci hareketi içerisinde bir teorisyendir aynı zamanda. Kelimenin olumlu anlamıyla, o büyük hareketliliğin akıl hocalarından biridir. Deniz Gezmiş daha çok bir militandır, sokağa çıkıp, elini kaldırıp, arkasına kitleleri takandır. Mahir Çayan biraz daha geri planda duran, ama öğrenci hareketi içerisinde özel bir düşünsel yönlendirci gücü, ağırlığı olan bir genç liderdir. İbrahim Kaypakkaya, daha lise çağlarından itibaren o dönemin sosyal hareketliliği içerisinde yer alan genç bir devrimcidir. Bunlara kendi alanlarında birer gençlik lideri olan öteki birçok genç devrimciyi ekleyebilirsiniz.
Şunu vurgulamak istiyorum. Bu devrimciler yaygın ve çok yönlü kitle mücadeleleri içerisinde yetişiyorlar. Öğrenci hakları için sokaklara döküldükleri gibi, 6. Filo'ya karşı da alanlara çıkıyorlar. Kendi sorunları ile toplumun sorunları, kendi mücadeleleri ile emekçilerin mücadeleleri arasında dolaysız düşünsel ve pratik bağlar kuruyorlar. İbrahim Kaypakkaya gidip Trakya’daki köylü çalışmasına ve hareketlerine katılıyor. Diğerleri için de bu bir siyasal çalışma ve davranış biçimidir. Grevleri destekliyorlar, köylü hareketlerine katılıyorlar. 15-16 Haziran Direnişi gerçekleştiğinde, Dev-Gençliler bu büyük işçi başkaldırısına etkin biçimde katılıyorlar. Devrimciler sadece o dönemin sosyal hareketliliğinden moral ve güç almakla kalmıyorlar, bizzat bunun içinde yetişiyorlar, kimliklerini bunun içinde buluyorlar.
Bu yönüyle kolay ve verimli, eğitici ve geliştirici bir dönem bu. Güzel bir ortam, coşkulu bir ortam. Elbette o dönemin mücadeleleri de karşı-devrimin, devlet merkezli faşist baskı ve terörün hedefi oluyordu. Amerikan 6. Filosu’na karşı direnen göstericileri katleden dönemin şeriatçılarını bizzat devlet Komünizmle Mücadele Dernekleri üzerinden örgütlüyor, dönemin devrimcilerini ve sosyal mücadelelerini sakatlamak, boğmak için kullanıyordu. Türkeş’in faşist kampları o dönemde kuruldu. Faşist katliam çeteleri ilk olarak o dönem gençliğinin üzerine salındılar. Peşpeşe devrimciler katledilmeye başlandı. Devlet aygıtı kullanılarak sosyal mücadeleler üzerinde baskı ve terör estirildi. Ve bu terör dalgası sonuçta 12 Mart askeri faşist darbesine, balyoz harekatlarına, devrimcilere karşı vahşi bir sürek avına vardırıldı.
Benim “kolaylık”tan kastım elbette bu değil. Ben o dönemin dünya çapında ve Türkiye’de egemen genel iyimser atmosferinden sözediyorum. Rüzgarın dünya çapında devrimden, kurtuluş mücadelelerinden ve sosyalizmden yana esmesini vurgulamak istiyorum. Rüzgarın dünya ölçüsünde kurulu düzene karşı devrimden yana estiği bir tarihi dönemde devrimci olmanın, devrim mücadelesine katılmanın, kendini bu uğurda ortaya koymanın özel güçlükler taşımadığını vurgulamak istiyorum.
Cumhuriyet Türkiye’si tarihinde eşi görülmemiş bir kitlesel hareketliliğe ve devrimci yükselişe sahne olan ‘70’li yıllar, ‘74-’80 dönemi, devrimci mücadeleye kitlesel ve coşkulu katılım bakımından hiçbir dönemle kıyaslanamaz ölçüde elverişli, aynı anlama gelmek üzere kolay yıllar. Devrimcilik neredeyse kendiliğinden bir olaydı bu yıllarda. Rüzgar kapılanı önüne katıp mücadele alanına sürüyor, devrimci mücadeleye kitlesel katılım yıldan yıla büyüdükçe büyüyordu. ‘60’lı yıllarda insanlar hiç değilse önce kitap-roman okuyorlar, önce bir şeyler öğreniyor ve düşünsel olarak irdeliyor, ardından giderek bir tercih yapıyorlardı. ‘70’lerde buna bile ihtiyaç kalmadı, pratiğin etkisi ve sürükleyiciliği altında kitlesel çapta bir katılım vardı devrimci mücadele saflarına. Çok güçlü bir sosyal uyanış, güçlü bir devrimci eylem dalgasıydı söz konusu olan. Dönemin toplumsal uyanışını 12 Mart faşizmine tepki ve ‘71 direnişinin moral gücü ve etkisi tamamlıyordu. Dönemin uluslararası ortamının elverişliliği bütün bunları ayrıca tamamlıyordu. Çin Hindi’nde ve Afrika’da ulusal kurtuluş mücadelelerinin emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı birbirini izleyen zaferleri dünya ölçüsünde devrimci bir rüzgar estiriyordu.
Bütün bunların birleşik etkisi altında Türkiye’de devrimcilik neredeyse kendiliğinden bir olaydı. Doğru dürüst bir ideolojik temeli olmayan, ilan edilmiş programları ve tanımlanmış açık bir stratejik çizgileri olmayan tek tek akımlar, buna rağmen yüzbinleri bulan insan kitlelerini etkiliyorlardı. Dev-Yol buna bir örnektir. TDKP ve Kurtuluş kendi çapında buna birer örnektirler. Bunlara yine son derece güçlü olan bazı reformist akımları ve bu arada Kürt akımlarını da ekleyiniz, bu dönemin muazzam sol kitle potansiyeli ve devrimclik iddiası taşıyan önemli kadro gücü konusunda yeterli bir fikir verecektir size. Sol gruplar birbirlerini şöyle ya da böyle niteleseler de, şu veya bu partinin (buna TKP, TSİP vb. akımlar da dahil) etkisi altındaki kitleler kendilerini sisteme karşı devrimin, sosyalizmin, bir başka toplumsal sistemin taraftarları olarak görüyorlardı. Buradan baktığınız zaman, muazzam bir kitlesel ve kadrosal güç vardı ortada.
Dolayısıyla devrimciliği seçmek herhangi güçlük taşımak bir yana, kitlesel çapta bir eğilim olarak döneme damgasını vuruyordu. İnsanlar akşam yazıya, afişe çıktıkları ya da bir yerde nöbet tuttukları zaman, her an vurma ve vurulma durumlarıyla karşılaşacaklarını biliyorlardı ve bu hiçbir biçimde sorun değildi, kimsenin gözü bunları görmüyordu. Gündelik olarak 10-15 kişinin öldüğü dönemler yaşandı, ama bu ne kimsenin hızını kesiyor, ne devrimcik tercihini etkiliyordu. Döneklik, kaçaklık, mücadeleyi bırakmak, tam da bu devrimci yükselişi acımasızca ezmek için gündeme getirlen 12 Eylül faşist askeri darbesinin ardından yaşanan sorunlar oldu. Darbe öncesinde, dönemin yükselişi içerisinde ve bu yükseliş sürüyorken bunlar rastlanan türden olaylar değildi. Umut, güç ve moral veren görkemli bir yükseliş dönemiydi söz konusu olan.
Dünyada da yükseliş yaşanıyordu, bunu daha önce de hatırlattım. Vietnam, Kamboçya, Laos zafer kazanmıştı. Portekiz sömürgelerde peşpeşe yeniliyordu. Başka ülkelerde sosyal mücadeleler vardı, sistem zorlanıyordu çeşitli bakımlardan. Dünyada da hava oldukça olumluydu ve iyimserlik doluydu. Dolayısıyla bu dönemde devrimcilik yapmak en olağan işlerden biriydi. Sosyal-kültürel ortamınız uygunsa, gericilik özel bir ideolojik-politik çabayla sizi kuşatmamışsa, doğal bir biçimde devrimci oluyordunuz. Şu veya bu kentte, yörede ve köyde insanları devrimci yapmak için çok özel bir örgütsel çaba da gerekmiyordu, devrimci bir öğrencinin kendi yöresindeki birkaç haftalık tatilinin bile o yörenin gençlerini devrimci mücadeleye çekmeye yetebildiği bir dönemdi bu.
Ama bu dönem aynı zamanda sığ bir dönemdi de. Bilinç gerçekten son derece sınırlı ve köksüzdü. Bilinç çoğu durumda neredesye salt bir siyasal tercihten ibaretti, kafalarda çok az şey vardı. Bu açıdan bakıldığında ‘60’lı yıllara göre çok büyük bir gerileme vardı. ‘60’lı yıllar bir aydınlanma dönemiydi. ‘70’li yıllar ise tersinden, deyimi hoş görünüz ve doğru anlayınız, bir tür cahilleşme dönemiydi. Mücadeleye özellikle ‘76-77’den sonra katılanlar gerçekten okumaya pek az vakit buldular, buna gerek de görmediler. Kendi grup gazetelerini okumaklı sınırlı bir eğitimle mücadeleye kendini adayan bu insanlar gerçekte genellikle cahil kalıyorlardı. Bu bir bilinçsizlik durumuydu. Bilinç faktörünü burada politik bir tercih ve kuru bir inanç olarak değil de, bir dünya görüşünün ve onun değerler sisteminin edinilmesi ve içselleştirilmesi olarak anlamak gerekir. Buradan bakıldığında, devrimci bilinçte büyük bir gerileme, bir sığlaşma ve cahilleşme dönemidir bu aynı zamanda.
Bu kendini dönemin öncü olmak iddiasındaki akımları üzerinden de, onların sözde önderlik kadroları üzerinden de bütün açıklığı ile ortaya koyuyordu. Bu bakımından da ‘70’li yıllar ‘60’lı yılların çok gerisindedir. ‘60’li yıllarda öncülük iddiası taşıyanlar hiç değilse bunu ortaya bir teorik çerçeve ve stratejik çizgi koyarak yapıyorlardı. Buna ilişkin güçlü tartışmalar yürütülüyor, stretejiler tartışılıyordu. ‘70’li yıllarda bu çapta bir önderlik de ortaya çıkmadı. TDKP’nin bugünden baktığımızda çok ilkel görünen görüşleri o dönem ortalığı sarsabiliyordu. TDKP ‘90’lı yıllarda o dönemin programını yeniden yayınlayacak gücü bulamadı kendisinde. Oysa zamanında, ‘70’li yıllarda bu program öteki bazı akımlar için önemli bir sıkıntı kaynağıydı. Bu, dönemin ideolojik düzeyi konusunda bir fikir verebilir. Bir başka çarpıcı örnek; ‘60’lı yıllarda genç bir devrimcinin, İbrahim Kaypakkaya’nın (öldüğünde henüz yalnızca 23 yaşındaydı) ortaya koyduğu düşüncelere ‘70’li yıllarda TİKKO’cu akımlar neredeyse hiçbir şey ekleyemediler. Hala da Kaypakkaya’nın deneyim ve birikim bakımından en genç olduğu bir dönemde yazdıklarıyla idare ediyorlar. Bunlar salt dogmatizmin değil, bunu da koşullayan bir etken olarak, ideolojik düzeyin ne kadar geri olduğunun bir göstergesi sayılmalıdır.
Ama binlerce, onbinlerce devrimcinin mücadeleye coşkuyla, gözünü kırpmadan atılmasına hiç de engel değildi bu zaafiyetler. Devrimcilik kitlesel çapta bir eğilimdi bu dönem. Pratiğin önplanda olduğu ve herşeyi belirlediği coşkulu bir mücadele dönemiydi bu. Özetle devrimcilik bu dönemde zor bir tercih değil, tersine her açıdan kolay, neredeyse kendiliğinden kitlesel bir eğilimdi.
‘90’lı yıllarda ve bugün bilinçli, inançlı ve soluklu devrimciliğin ne anlama geldiğini ve ne ifade ettiğini doğru anlamak ve yerli yerine oturtabilmek için, bütün bunları gözününde bulundurmak gerekir.
Herşeye rağmen iyimserliğin korunduğu bir ara dönem
Yeni döneme, ‘87 sonrası dönem geliyoruz. Neden ‘87 sonrası? Çünkü 12 Eylül döneminin ardından, işçi ve öğrenci hareketinde ilk önemli eylemli kıpırdanışların ortaya çıktığı bir tarihi işaretliyor 1987 yılı. Bu aynı ‘87 yılı aynı zamanda EKİM’in siyasal mücadele sahnesine çıktığı tarihi de işaretliyor. Bu bir rastlantı gibi görünse de, daha derinden bakıldığında, gerçekte hiç de öyle değil. Burada bir rastlantıdan çok anlamlı bir çakışma, mantıksal bir paralellik var. Yeni bir dönem başında, geçmiş dönem, yenilgi dönemi üzerinden yaşanan bir iç hesaplaşma, ayrışma ve yeniden saflaşma söz konusu burada.
Yenilgi döneminin muhasebesi, bu denli ağır ve kolay bir yenilgiye yolaçan ideolojik-politik ve örgütsel zaafların değerlendirilmesi, tam da bu yeni dönemin başında, temel önemde bir ihtiyaçtı. Buna yaklaşım ise ilkesel önemde bir ayrım noktası... Yeni bir dönem başlamaktaydı. Bu yeni döneme geçmiş dönemin sorumluluğunu taşıyanlar kaldıkları yerden mi katılacaklardı, yoksa geçmiş dönemin devrimci eleştirel bir değerlendirilmesi temelinde kendilerini devrimci temeller üzerinde yenilemiş olarak mı?
Bu, dönemin iç ayrışmasını ve saflaşmasını belirleyen, oportünizm ile ciddi ve sorumlu devrimciliği ayrıştıran temel önemde bir ayrım noktasıydı. Biz bu ayrışmada ikinci tutumu temsil ediyorduk ve bunun ürünü olan bir iç mücadelenin sonunda ortaya çıktık. Dolayısıyla, bugün TKİP’de temsil edilen ve somutlanan komünist hareketin ortaya çıkışı ile kitle hareketindeki yeni bir canlanmanın üstüste düşmesi, birbirinden bağımsız bu iki gelişmenin aynı dönem içinde paralel yaşanması, bir rastlantı olmak bir yana anlamlı ve mantıksal bir örtüşmeydi.
‘87 yılı, bir yenilgi sonrası dönemin başlangıcını işaretliyordu. 12 Eylül yenilgisi son derece ağır bir tahribat yaratmıştı. Örgütsel yapılar çökmüş ve hemen tümden dağılmıştı. Fakat yenilginin asıl tahrip edici sonuçları, kendini ideolojik-politik alanda göstermekteydi. Devrimden ve örgütten kaçışın kitlesel boyutlarda yaşandığı bu ağır tasfiye süreci, asıl yıkıcı sonuçlarını ideolojik-politik düzeyde de üretmişti. Ortak paydası liberalizm, devrimden ve örgütten kaçış olan güçlü bir tasfiyeci akım çıkarmıştı ortaya.
Tüm bunlara, yenilginin tüm bu ağır yüküne ve tahribatına rağmen, gene de ‘87 sonrası, hayli iyimser bir havanın egemen olduğu bir dönemin başlangıcıydı. Zira bu bir silkinme, yeniden toparlanma dönemiydi. Bu doğrultudaki çabalar doğal olarak bir umut ve iyimserlik havası oluşturuyordu. Kitle hareketi cephesindeki gelişmeler ise buna uygun bir dış atmosfer oluşturuyordu. İşçi hareketinde, öğrenci hareketinde bir ilk canlanmanın heyecan verici örnekleri, Kürdistan’da ise bir uyanış vardı, tam bu sıralar. Toparlanmayı kolaylaştıran ve hızlandıran da bir bakıma bu koşullardı. Öte yandan, yaygın biçimde 12 Mart’tan çıkışın anılarıyla bakmanın da getirdiği bir iyimserlikti bu aynı zamanda. Hareket 12 Mart’ta da ağır bir biçimde ezilmişti, fakat bu dönemden çıkışın hemen ardından, ‘60’lardakini de aşan yeni bir devrimci yükseliş yaşanmıştı. Bunun yeniden yaşanacağı beklentisinin güçlü olduğu, bundan da kaynaklanan bir iyimserliğin hakim olduğu bir dönemdi.
Ama bu iyimserliğin üzerine ‘89 çöküşünün yarattığı büyük uluslararası sarsıntı bindi. Ekim Devrimi’yle başlayan sürecin artık biçimsel kalıntı ve simgeler düzeyinde de terkedildiği bir gelişmeydi söz konusu olan. Bu dünya ölçüsünde büyük bir gericilik dalgasının önünü açtı. Sosyalizmin bittiği, kapitalizmin ebedi ve olanaklı tek toplumsal sistem olduğunun kanıtlandığı, dolayısıyla “tarihin sonu”nun geldiği üzerine teorilerin bir ideolojik saldırı, bir gericilik dalgası halinde ortalığı kapladığı bir dönemdi bu.
Bu gericilik dalgasının en hararetli evresinde Türkiye’nin devrimcileri yine de iyimser ruh hallerini koruyorlardı, zira kendi topraklarında farklı bir hava vardı. İşçi hareketi giderek büyüyordu, ‘87’deki ilk kıpırdanışlar ‘89’da büyük bir bahar dalgasına dönüşmüştü. Türkiye tarihinin en geniş katılımlı işçi hareketleri gerçekleşiyordu. Henüz geri, barışçıl biçimler içinde de olsa, söz konusu olan güçlü bir işçi hareketi dalgasıydı. Yasakların fiilen çiğnenmesine dayanan, kendi meşruiyetini eylemliliği ile yaratan bir hareketlilikti bu. Kürdistan’da da toplumun havasını gitgide daha çok etkileyen bir mücadele vardı ve güçlü bir biçimde gelişiyordu. Kürt hareketi ‘90’ların başında Serhildan denilen kitle eylemlerini ortaya çıkarmış, o güne kadar gerilla hareketi olarak gelişen mücadele artık politik kitle hareketiyle birleşmişti. Yine ‘90’ların başında Türkiye’de beklenmedik bir sosyal dinamik, kamu çalışanları hareketi gündeme girmişti, eylem ve örgütlenme alanında hızla mesafa katediyordu. Ve nihayet, ‘87’de başlayan işçi hareketinin doruk noktası olarak Zonguldak madenci fırtınası patlak vermişti. Haftalar boyu süren ve kenti sürekli bir eylem alanına çeviren madenci direnişi tüm Türkiye’nin ilgi odağı haline gelmişti ve sınıf hareketinin yeni düzeyine bir gösterge olarak algılanıyordu.
‘87-91 başını kapsayan bu çok yönlü kitle hareketliliği, Türkiye sol hareketini dünyada yaşanan sarsıntının yıkıcı etkisinden bir süre için koruyan özel ortamı oluşturuyordu. Yine de bu dönemde dünyadaki gelişmelerden anında ve yıkıcı bir biçimde etkilenen bir kesim vardı. Bunlar solcu aydınlar ve revizyonist akıma mensup sol partilerin kadrolarıydı. Sosyal mücadeleden uzak, dünyadaki sarsıntının düşünsel ve moral etkilerine ise son derece açık bu kesimler düşünsel, moral ve siyasal iddialarını hızla bir yana bırakarak düzenle bütünleşme yolunu tuttular. Uzun onyıllar boyunca kendilerini revizyonist çizgideki yozlaşmış Sovyet sistemine endekslemiş, ideolojik ve moral gıdalarını ülke toprağından çok buradan almış bu çevrelerin gelişmeler karşısında ayakta kalması zaten beklenemezdi. Ama varlığını herşeye rağmen kendi ülkesindeki sosyal mücadeleye borçlu olan, moral gücünü de buradan alan örgüt ve çevreler, içerdeki sosyal hareketlilik sayesinde ve bu gelişme seyrini koruduğu sürece, dünyadaki sarsıntının etkilerine bir süre için dayanmayı başardılar.
‘91’deki kırılma ve yeni tasfiyeci dalga
Ama sonuçta ‘91 başında bu dalga kırıldı ve yerini kitle hareketinde hızlı bir gerileme ve zayıflamaya bıraktı. ‘91 Körfez Savaşı burada bir dönüm noktası oldu. Savaş gerekçe gösterilerek işçi hareketi dalgası kırıldı ve o güne kadarki sınıf hareketliliğinin ortaya çıkardığı öncü işçi kuşağı toplu tensikatlar yoluyla tasfiye edildi. İşçi hareketi bu saldırı karşısında geri çekildi ve benzer çıkışı o günden bugüne bir daha yaşayamadı. Sınıf eylemlilikleri elbette şu veya bu biçimde hep süregeldi; ama ‘87’de başlayan, ‘89’da bahar eylemleri dalgasına dönüşen ve Zonguldak madenci eylemiyle doruğuna ulaşan gelişme temposu ve düzeyi o günden bugüne bir daha yakalanamadı. Öğrenci hareketi de zamanla daraldı, kısırlaştı ve giderek uzun yıllar için marjinal bir görünüm kazandı. Denebilir ki bir tek kamu çalışanları hareketi herşeye rağmen şu son yıllara kadar canlılığını korumayı başardı. Fakat o da genel atmosferi köklü biçimde etkileyecek güçte değildi ve zaten zaman içerisinde o da reformist sendika bürokratları sayesinde dinamizmini kaybetti.
Esası itibarıyla hala da böyle bir dönemin içindeyiz. Arada daha çok da İstanbul’da geçici ve kısmi bir semt hareketliliği, bunun sarsıcı bir örneği olarak Gazi Direnişi ve ertesi yıl onu izleyen başarılı ‘96 Ölüm Orucu Direnişi var. Bu dönemde geleneksel küçük-burjuva sol grupların semtler üzerinden sınırlı bir kitle desteği kazanması ve bunun etkisiyle abartılı bir moral bulması var. Ama bu aldatıcı bir durumdu, böyle olduğu çok geçmeden herkes tarafından anlaşıldı. Bunu saklı tutarak, sınıf ve kitle hareketinin genel gidişi üzerinden bakarsanız, ‘91’deki kırılmayla birlikte harekete egemen çizgi, kendini bir türlü aşamayarak döne döne tekrarlamaktan ibaret kaldı.
Dünyadaki yenilginin etkileri, Türkiye’deki sosyal hareketliliğin zayıflamasıyla birlikte, kendini nihayet ve son derece yıkıcı bir biçimde göstermeye başladı. Zamanında “solda tasfiyeciliğin yeni dönemi” olarak tanımladığımız ikinci tasfiyeci dalga böylece başlamış oldu. Umutlar yeniden ve bir kez daha yıkıcı bir biçimde kırıldı. ‘87 toparlanması döneminde mücadeleye katılan ve 12 Eylül öncesi dönemden kalan birçok insan hızla safları terketmeye başladı. Bu büyük bir dökülme, mücadeleden kaçış ya da daha geri, giderek düzen içi mevzilere çekilme dönemidir. Devrimci örgüt, devrimci siyasal mücadele anlayışı hızlı bir erozyona uğradı, devrimciliğin gerektirdiği fedakarlıklara katlanma ve bedelleri ödeme birçok kişi ve çevre için giderek anlamını kaybetti.
Bunu kişilerden ve çevrelerden öteye, iyi-kötü bir geçmişi olan grup ve partilerin akıbeti üzerinden örneklemek mümkün. Gelişmelerin etkisi altından TDKP, siyasal yaşamını devrimci bir çizgide ve bir yeraltı örgütü olarak sürdürecek gücü bulamadı kendinde, legale çıkarak reformist bir çizgi üzerinde EMEP’leşti. Böylece barışçıl, yumuşak, korunaklı bir alana, düzenin icazet alanına geçilmiş oldu. Dev-Yol bir akım olarak zaten 12 Eylül süreci içinde, yani daha ilk yenilgi döneminde yozlaşmış ve liberalleşmişti. Onu bu yeni tasfiyeci evrede benzer bir çizgi üzerinde Kurtuluş, TKEP vb. akımlar izledi. ‘87 sonrasında bir süre için korunan devrimci söylemler bu akımlarca hızla terkedildi, devrimci örgüt ve parti fikri ve pratiği tümden bir yana bırakıldı. Sonu ÖDP’de Dev-Yol ve TKP artıklarıyla buluşma olan bir liberal tasfiye süreci içine girildi. Bazı parti ve gruplar ise bu dönemde neredeyse tümden tasfiye oldular. TKP-İşçinin Sesi ve TKP-B bunun örnekleri oldular. PKK’nın kendisine bugünkü akıbeti hazırlayan “siyasal çözüm” çizgisine kayması yine bu döneme rastlar ve genel çizgilerini verdiğim gelişmelerle sıkı sıkıya bağlantılı bir değişimdir bu. Herşeye rağmen devrimci hattını korumaya çalışan diğer bazı grupların da aynı tasfiyeci dalganın etkisi altında hangi savrulmaları yaşadığını da biliyoruz, bunlar zamanında basınımızda irdelenip tartışıldı.
Bu denli yıkıcı bir tasfiye dönemiydi sözkonusu olan.
Böyle üstten baktığınızda, ilk dönemin iyimser devrimciliği ile son dönemin (‘91 kırılmasını izleyen dönemin) tasfiyeciliğinin temelinde, ülkedeki sosyal olayların akışının olduğunu görürsünüz. 12 Eylül’deki büyük tasfiyeci yıkımın ardından ‘87 sonrası bir umut, bir toparlanma, bir iyimserlik dönemiydi. Ama bu ömürsüz olmaya mahkumdu; zira geçmişi anlamaya, onunla köklü bir hesaplaşmaya, bu temelde çok yönlü bir yenilenmeye, böylece çok geçmeden kendini gösterecek yeni güçlükleri göğüslemeye dayalı değildi. Söz konusu olan kalınan yerden eski kafayla ve eski biçimiyle devam etmeye kalkmaktı. Bunun bir yere götürmeyeceğini, ya da ancak yeni tasfiyeci bozulma ve yıkımlara götüreceğini biz daha en baştan söyledik ve çok geçmeden olaylar tarafından doğrulandık.
Zor bir dönemin devrimcileri
Ama biz, işte tam da böyle bir dönemde, tutarlı ideolojik ve örgütsel temeller üzerinde yeni bir hareketi inşa etmeyi ve onu partileşme düzeyine çıkarmayı başardık. TKİP bugün gözler önündedir ve yeni dönemde ortaya çıkıp da bunu başarabilen tek siyasal hareket olmanın onuruyla durmaktadır dostun-düşmanın karşısında. TKİP’yi ortaya çıkaran dinamiklere bakıldığında, bu rastlantı olmadığı gibi şaşırtıcı da değildir. Ama burada konumuz bu değildir. Burada konumuz, üç şehit yoldaşımızın siyasal yaşam çizgisidir. Fakat bu yaşamı partimizin gelişme çizgisinden ayırmak olanaksız olduğuna göre, onlar üzerinden elbette gerisin geri partimizin kendisidir.
Son derece dikkate değer bir olgu üzerinden sözü yoldaşlarımıza bağlayabiliriz. Tam da sınıf hareketindeki kırılmanın ve onu izleyen yeni tasfiyeciliğin yaşandığı evre, her üç yoldaşımızın da örgütlü militanlar olarak saflarımızdaki yerlerini aldıkları evredir. Habip Gül ‘87’den beri, yani hareketin başlangıcından itibaren saflarımızdadır. Fakat ‘90’ların başındaki ilk tutuklanmasına kadar, örgütün çeperinde sempatizan bir fabrika işçisidir. Kendini bulması ilk zindan yaşamı ile başlamıştır ve bu da sözünü ettiğim yeni tasfiyeci dalgaya denk gelmektedir. Ümit ile Hatice yoldaşın örgütlü yaşama geçişleri de tamı tamına bu döneme denk geliyor.
Dikkate değer olgu da işte buradadır. Yeni bir tasfiyeci dalganın yaşandığı bu dönemde, sonradan örnek devrimci yaşamlarıyla tanıyacağımız genç devrimciler hareketimizin saflarında örgütlü yaşama başlıyorlar. Yani dünyada gerici rüzgarların estirildiği ve Türkiye’de sosyal mücadelenin gerilediği, bu ikisinin birleşik etkisi altında solda yeni bir tasfiyeci cereyanın yaşandığı bir evrede, devrimci mücadeleyi seçen ve bunun gerektirdiği davranış çizgisini her alanda gösteren bir devrimcilik örneğiyle karşı karşıyayız. Böyle bir dönemde devrimcilik sağlam bir bilinç, sarsılmaz bir inanç ve mücadeleye soluklu bir bakış gerektirmektedir. Bu üç yoldaşımızı kesen ortak özellikler de zaten bunlardır ve biz zor bir dönemde, yeni bir hareketi tam da bu türden devrimcilerin omuzları üzerinden, onların açık bir bilince ve sağlam bir inanca dayalı emekleri sayesinde inşa etmeyi başarabildik.
Saflarında yetiştikleri partinin bayrağına leke sürmeyen devrimciler
Biz burada, ‘90’ların başında, yani bir çifte yenilgi sonrası dönemde, bir yıkım ve umutsuzluk, devrimden ve örgütten kitlesel kaçış döneminde, 20 yıllık örgütlerin tasfiye olduğu, düzene kitlesel kaçışların yaşandığı, deneyimli devrimcilerin safları terkettiği bir dönemde, gencecik insanların devrimcilik için ortaya çıkmalarını, devrimci bir hareketten yana saf tutarak örgütlenmelerini ve bu zor tarihi dönemde büyük zorluklar yaşatan, dolayısıyla büyük fedakarlıklar gerektiren bir mücadelenin yükünü omuzlamalarını konuşuyoruz.
Kişisel karakterleri, bireysel zaafları ya da üstünlükleri yönünden değil temel devrimci ölçütler üzerinden baktığımızda, partili yaşam çizgileri benzer özellikler gösteriyor bu üç yoldaşın. Sosyal kökenleri, geldikleri sosyal ve kültürel ortam farklı, başlangıçtaki gelişim seyirleri farklı, ama örgütlü yaşam içinde kendilerini bulmalarıyla birlikte temel özellikleri yönünden birbirlerine benzediklerini görüyoruz.
Üçü de henüz genç yaşlarda ve zor bir dönemde saflarımıza katılıyorlar. Ortada devrimci bir yükseliş ortamının güç ve moral kaynağı olacak olanakları bir yana, az-çok politikleşme vaadeden bir kitle hareketi bile yok. Gelişmelerin seyri, örneğin ‘70’lerdeki gibi yakın devrim hayalleri değil, fakat mücadelenin gitgide zorlaşan koşullarını açığa çıkarıyor. Bu ortamda devrimi ve bunun gereği olarak da örgütlü devrimci yaşamı seçmek, belli ki zorlu, soluklu, uzun süreli bir mücadeleyi seçmektir. Baskı ve terörün, işkence ve toplu tutuklamaların, sokakta infaz ve kayıpların, özetle her biçimiyle kirli savaşın yoğunlaştığı o yıllarda mücadeleyi seçmek, bunun sonuçlarını da göze almak, bu doğrultuda seçim yapmaktı.
Yoldaşlarımızın toplam örgütsel yaşam çizgileri bu seçimi tümüyle bilinçli olarak yaptıklarını açıklıkla ortaya koyuyur. Düşünsel sorunlarda son derece aktif ve üretken olan bu yoldaşlar neyi seçtiklerinin tümüyle bilincindeydiler ve bilinçleri onlar için gerçek bir güç kaynağı idi. Bu son nokta özellikle önemlidir. Zira dönemin ve bir bütün olarak devrimci mücadeleyi seçmenin ne anlama geldiğinin daha derinden bilincine vardıkları ölçüde, bazı soysuz ve karaktersiz kimselerin bunu kaçışa dönüştürmelerine de tanık olduk biz bu aynı dönem içinde.
İşte şehit yoldaşlarımız böyle bir dönemin devrimcileridir. Zor dönemde devrimden ve sosyalizmden yana tercih yapmış bilinçli ve inançlı devrimcilerdir onlar. Bu bilinçle örgütlü mücadeleyi seçmişlerdir ve her üç yoldaşımızın da o andan itibaren kesintisiz olarak süren bir örgütlü yaşam çizgileri vardır.
Her üçü için de bu kelimenin tam anlamıyla bir profesyonel devrimcinin yaşamıdır.
Habip hapisten kaçmış, Adana çalışmasına verilmiş, burada yeniden tutuklanmıştır. Malatya Cezaevi'nde yatmış, çıktıktan sonra geçip İstanbul’da çalışmıştır. Tekrar tutuklanmış, direnmiş, hapis yatmış, çıkar çıkmaz bu kez geçmiş Ankara’da çalışmıştır. Burada yeniden tutuklanmış, poliste direnmiş, mahkemede siyasal savunmalar yapmış ve katledildiği Ulucanlar’da zindan direnişinin örnek temsilcisi olarak sivrilmiştir. Soluk soluğa süren kesintisiz ve örnek bir profesyonel devrimcinin örgütlü yaşamıdır bu. Bütün bu yaşamı boyunca kendini eğitmek, ideolojik ve kültürel düzeyini yükseltmek için sürekli çaba harcamış, partinin düşünce yaşamına aktif biçimde katılmış, partinin yayınlarına düzenli olarak katkılarda bulunmuştur. Ve temel önemde bir nokta, dört çocuk babası bu yoldaş işçi kökenlidir, kelimenin tam anlamıyla bir proleterdir; hareketin saflarına katıldığında Nevzat Çiftçi adını taşıyan bir çelik işçisidir. Başlangıç döneminin bu sıradan çelik işçisi, zorlu mücadelenin ateşi ve sınamaları içinde, zaman içinde dost-düşmanın tanıdığı isimle TKİP Merkez Komitesi üyesi Habip Gül olmayı başarmıştır.
Aynı çizgiyi Ümit yoldaş üzerinden görüyoruz. Daha üniversite öğrencisiyken örgütlü çalışmaya profesyonel devrimci bir bilinç ve ruhla katılmış, gençlik çalışması dışında birçok pratik görev üstlenmiştir. Ardından tümüyle profesyonel örgüt yaşamına geçmiş, legal ve illegal çalışmanın birçok alanında örgütsel görevler üstlenmiştir. Öğrencilik yıllarından başlayarak birçok kez tutuklanmış, ilk yakalanmasından itibaren poliste hep direnişçi bir çizginin temsilcisi olmuştur. Partide her düzeyde ve parti yaşamının her alanında görevler üstlenen bu yoldaş, partinin düşünce yaşamına da en etkin biçimde katılan yoldaşlardan biri olmuştur.
Hatice’nin örgütlü yaşamı da benzer çizgidedir; kesintisiz, pürüzsüz ve soluk soluğa bir profesyonel devrimcinin yaşamıdır bu. Örgütlü çalışmaya profesyonel bir kadro olarak İzmir’de başlamış, ardından İstanbul’a geçmiş, ‘95 baharındaki bir operasyonda (aynı evden yoldaşı Habip Gül ile birlikte) yakalanmış, poliste direnmiş, hapisten çıktıktan sonra İstanbul’da gerektiğinde bizzat işçi olarak işçi çalışması yürütmüş, sonra Güney çalışmasının başına geçmiştir. Parti kongresine güneyden delege olarak katılmış ve kongre sonrasında bu kez Ankara’da çalışmaya başlamıştır. Burada yeniden tutuklanmış, yine direnmiş, yargılandığı davalarda (TKİP ve Ulucanlar katliamı davaları) yine siyasal savunmalar yapmış ve bu onurlu yaşamı Ölüm Orucu direnişçisi olarak, parti üyesi olmanın onurunu yükseklerde tutarak noktalamıştır. Habip katledilmesinden hemen önce partiye gönderdiği mektupta “Biz hazırız, partimizin bayrağına leke sürmeyeceğiz!..” demişti. Hatice Yürekli ise ailesine yazdığı 12 Kasım ‘00 tarihli veda mektubunda “... siyasi kimliğimizi, devrimci kişiliğimizi ve insan onurumuzu teslim almaya dönük bu kapsamlı saldırıya karşı, ölümüne bir direnişi başlatmış bulunuyoruz”, diyor ve bunun, “yaşamı köleleştirilmiş milyonlarca işçi ve emekçinin haklı davasını savunmak” anlamına geldiğini söylüyordu. Ne dediğinin ve ne yaptığının tümüyle bilincinde olarak o, dediğini yaptı. Kendisini ölümüne yakın ziyaret eden bir yoldaşının kolunu güçsüz eliyle sıkarak, “merak etmeyin!” demişti. Bu mesaj partiyeydi ve anlamı açıktı. Habip’in son mesajı ile aynı anlama geliyordu bu: “Ben hazırım, partimin bayrağına leke sürmeyeceğim!..”
Burada, her üç yoldaşın siyasal yaşamı üzerinden, partili kimliğin ortak paydasını oluşturan temel özellikleri görmekteyiz. Üçü de partinin ideolojik çizgisini özümsemiş, örgütlü yaşamın ve direnişçi kimliğin hakkını veren örnek profesyonel devrimcilerdir. Zaten bunun ileri ve örnek temsilcileri olmasalardı, partinin ileri düzeylerde görevler üstlenen kadroları olmayı başaramazlardı.
Burada sağlam bilince dayalı bir devrimci kimlik, buna dayalı bir siyasal ve örgütsel tutum, bunun ifadesi bir siyasal yaşam çizgisi var. Bu yoldaşların devrimci olarak yetiştikleri özel tarihi ortamı gözönünde bulundurmazsak eğer, bu kimliği ve tutumu, bunun somutlandığı siyasal yaşam çizgisini de tam olarak kavrayamaz, yerli yerine oturtamayız. Tanımlanan dönem içinde böyle devrimcilerin yetişmesi kolay değildir herhalde. Ama bu başarılmıştır, böyle bir dönemde böyle devrimciler yetişmiştir. Devrimci kadroyu partisinden ayırmak olanaklı olamadığına göre, elbette bu başarının onuru da partimize aittir. Partimiz bu yoldaşları genç devrimciler olarak kazandı ve dönemin mücadelesi içinde teorik ve pratik açıdan eğitti, sonuçta kendilerini mücadelenin gereklerine ileri düzeyde uyarlayabilen devrimciler düzeyine çıkardı. İşte devrimci kimlik kartları ortada. Örgütlü yaşamdaki kesintisiz kimlik ortada, siyasi polisteki direnişçi kimlik ortada, zindanlarda ve düzen mahkemeleri önündeki devrimci kimlik ortada.
Bunca anlatımın ardından yanıtlarını açıkta bırakacağım birkaç sıradan soru: Bu özelliklerden birinden birini değil ama istinasız tümünü bir arada taşıyan devrimcilerin yetişmesine tanımlanan dönem ne denli elverişlidir acaba? Bu ülkede ve bu özel tarihi evrede, devrimci kimliği tanımlanan bütünsellik içinde temsil eden devrimcilerin yetişebilmesi ne kadar kolaydır acaba?
Kendilerini partileriyle özdeşleştirmiş devrimciler
Habip Gül ezilen sınıftan, ezilen ulustan ve ezilen mezhepten geliyor. Çok yönlü bir ezilmişlikten geliyor, ama bunu komünist sınıf bilinciyle anlamlandırıyor. Ezilmişlik onu devrimciliğe itiyor, ama o devrimciliğini bilimsel bir bilinçle tamamlıyor. İlk tutukluluğu olan Buca’dan gönderdiği ilk mektuplarında henüz yazılı Türkçe’yi kullanamayan bir insan iken, cezaevinden parti yayınlarında düzenli olarak kullanılabilen yazılar kaleme alabilen bir devrimci olarak çıkması, bilincini emekle, sistematik bir çabayla geliştirmesine bir gösterge. Başlangıçta henüz nokta ve virgül kullanmasını bile bilmeyen bir sıradan işçinin gelişme seyri içinde ulaştığı bilinç ve devrimcilik düzeyi ortada. Habip Gül’ün devrimci yaşam çizgisi ve düzeyi ortada.
Ümit yoldaş az-çok iyi halli bir küçük-burjuva yaşam içerisinden geliyor. Babası bir astsubay, yani ordunun ayrıcalıklarından yararlanabilen bir aileye mensup. Bu yaşam içinde yetişmiş bir genç insanın devrimcilik tercihi, tümüyle bir bilince dayalıdır, bunun ötesinde herhangi bir özel sosyal-kültürel neden yok. Kendi anlatımına göre küçük yaştayken, okumaya çok meraklı bir insan olarak, bir ansiklopediden okuduğu komünizm maddesinden etkileniyor ve bu onun devrimi ve devrimci yaşamı seçişinin başlangıç noktasını oluşturuyor. Bir ansiklopediden komünizmin eşitliğe dayalı bir toplumsal düzen ve bunu hedefleyen bir dünya görüşü olduğunu öğreniyor, bundan etkilenerek devrimciliğe yöneliyor. Ne ezilen ulusa ya da mezhebe, ne de ezilen sınıfa mensup. Bilinciyle seçmiştir devrimciliği. Ama o bilinci emekçi sınıflardan yana kullanarak devrimcileşmeye çalışmıştır. Ve siyasal yaşam karnesi ortadadır.
Hatice yoldaş daha arada bir yerde duruyor. Yoksul bir aileden geliyor. Genç yaşından itibaren çalışmak zorunda kalıyor. Partinin sınıf çalışmasının gerekleri doğrultusunda fabrika ve atölyelere girip çalışmadaki rahatlığı ve başarısı onun ezilen sınıf damarına bir gösterge. Ezilen sınıfa ve ezilen cinse mensup. Ama devrimciliği seçişinde bu ikinci ezilmişliğin özel bir rolü var mıdır, sanmıyorum. Zira biz Hatice yoldaşı bildik bileli, cins ezilmişliğinden gelen herhangi bir sorununu görmedik. O ezilen cins kimliğinin hiçbir izini taşımayan, bu açıdan son derece rahat ve güçlü, komünist insan kimliği üzerinden kendini ortaya rahatça koyan bir yoldaş. Ezilen cinse mensup olmaktan gelen zayıflıkları, sınırlılıkları, dizginlemeleri aşmış, bu açıdan gerçekten örnek bir kadın komünist yoldaş. Bu da onun bir başka üstünlük alanı.
Ben, Habip ezilen sınıftan geliyor, işçi sınıfının temsilcisi; Ümit genç aydın kökenli, aydın temsilci derken, Hatice yoldaş da ezilen kadının temsilci diyemiyorum. Çünkü gerçekten öne çıkan özelliği bu değil. Yani ezilen cins olma çemberini kırarak, o alanda mücadele ederek gelen bir yoldaş değil. O kendini devrimci olarak gören, bu çerçevede cinsiyetinin farkında bile olmayan bir insan. Bundan da hareketle, onu partimizin ezilen cinsten çıkardığı örnek bir devrimci olarak göstermek yerine, profesyonel devrimciliğin bir örnek temsilcisi olarak, direnişçi komünist kadronun bir temsilcisi olarak görmek ve göstermek gerekir. O işçi sınıfıyla, işçi sınıfının sosyal yaşamıyla içiçe bir yoldaş oldu ve ona illa bir köken aranacaksa bu onun ezilen sınıfa mensupluğu olmalıdır. Bu yoldaş siyasi çalışmanın ihtiyaçları çerçevesinde sık sık fabrika ve atölyelere girerek fiilen işçilik yapan, üretici çalışmayı ve ücretli emek sömürüsünü yaşayan bir yoldaş.
Hiçbir şey onun örgütüyle ve sonrasında partisiyle ilişkilerini zedeleyemezdi. Zaman zaman partiden şu veya bu nedenle sert eleştiriler de aldığı olmuştur. Ama bu tür eleştiriler onun partiyle ilişkilerini zerre kadar etkilememiştir. Bu özellik, Habip Gül şahsında belki de en iyi temsilcisini gördüğümüz, kendini partiyle özdeşleştirme tutumunun bir örneği ve yansımasıdır. Partimizin yüz akı olan Habip Gül yoldaş, sanılabileceğinin tersine, zaman zaman partinin sert eleştirileriyle yüzyüze kalabilmiştir. Ama bu onun partisiyle ilişkilerini zedelemek bir yana, bu tür sorunların ardından partiyle daha ileri düzeyde bütünleşmesine vesile olmuştur.
Hatice Yürekli şahsında da kendini partisiyle özdeşleştirmiş bir devrimciyle yüzyüzeyiz. O, şu veya bu yoldaş üzerinden partiye bakan, ilişkisini buna göre güçlendiren ya da zayıflatan biri değildi. O kendini bu partinin asli temsilcilerinden, deyim uygunsa, partinin organik dokusundan biri olarak gören bir yoldaştı. Kendisine yöneltilmiş bir eleştiriyi, kendisine parti tarafından gösterilen bir tepkiyi hiçbir biçimde sorun etmeyen, bunu partiyle olan genel ilişkileriyle hiçbir biçimde karıştırmayan bir yoldaştı. Bu açıdan belki birçok eleştiriyi hakeden de bir yoldaştı. Ama bunlar onun için partisiyle ilişkileri açısından hiçbir zaman bir sorun nedeni ya da alanı olmadı.
Tarihi ortam ve devrimci kimlik
Ortada tutarlı ve bütünsel bir direnişçi kimlik var ve siz bunu tarihsel ortamından soyutlayarak değerlendiremezsiniz. ‘60’lardaki ve ‘70’lerdeki görkemli devrimci yükselişleri bu nedenle örneklemiştim ve şimdi de gerisin geri oraya bağlamak istiyorum. Siz direnişçi kimliği ortamından soyutladığınızda; İbrahim Kaypakkayalar’ın, Deniz Gezmişler’in, Mehmet Fatih Öktülmüşler’in çıktığı bir ülkede Habip Gül, Ümit Altıntaş ve Hatice Yürekli türünden direnişçi devrimcilerin çıkmasını olağan karşılayabilirsiniz. Ama bu pek kolay ve yüzeysel bir değerlendirme olur. Ekim Devrimi’nin etkisini sürdürdüğü bir dönemde devrimcilik yapmak, kendini feda etmek başkadır; Ekim Devrimi’nin kazanımlarının yok edildiği, yeryüzünden silindiği bir dönemde devrimcilik yapmak başkadır. Ülkede sosyal uyanışın, kitle hareketinin adım adım gelişip güçlendiği bir dönemde devrim için hayatını ortaya koymak başkadır; bunun kırıldığı, “tarihin sonu”nun ilan edildiği, işçi hareketinin kısırlaşıp kendini tekrarladığı, şovenizmin toplumu zehirlediği bir tarihsel-toplumsal ortamda başkadır. Habip Gül, Ümit Altıntaş, Hatice Yürekli gibi yeni dönem devrimcilerini, onların bütünsel direnişçi kimliğini değerlendirirken, bunu önemle gözönünde bulundurmak gerekir.
Ve bu yoldaşlar tümüyle, yeni temeller üzerinde ortaya çıkan, yeni bir geleneğin ve kültürün temsilcisi olmak iddiası taşıyan bir partinin saflarından yetişmiş devrimcilerdir. Bu ülkede ‘90’lı yıllarda, olumsuz koşullarıyla, dezavantajlarıyla tanımladığım dönemde ortaya çıkmış örnek profesyonel devrimci kimliğin temsilcisi devrimcilerdir onlar. Bu anlamıyla örnek devrimcilerdir. Bu gözle bakmak, değerlendirmek, anlamak ve anlamlandırmak gerekir onları. Buradan bakılıp bu çerçevede kavranmadığı zaman, bu tarihi dönemde gösterilmiş örnek devrimciliğin değeri de tam olarak anlaşılmaz.
Ölüm Orucu direnişi süresince 90 devrimci kaybedildi, hepsinin anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. Ama bu bizim nesnel ve bilimsel bir değerlendirme yapmamıza yine de engel değil. Hatice Yürekli’yi Ölüm Orucu direnişçisi olarak anlatmayacağım, bu onun devrimci yaşam çizgisini daraltmak olur derken, bu ayrıma dikkat çekmeye çalıştım. Bu ülkede zindanlarda gerçekten kitlesel hale gelmiş bir direniş geleneği var. Devrimciler iyi-kötü kendilerini orada ortaya koyuyorlar. Bu nedenle ben, Ölüm Orucu direnişinin sınırları içerisinde bir Hatice Yürekli’yi anlatmak yerine, ‘90’lı yılların başından itibaren bir profesyonel devrimci olarak örnek bir devrimci ve direnişçi kimlik ortaya koymuş bir devrimciyi anlatmaya çalıştım.
Kişisel insani karakterleri ya da özellikleri vb. üzerinden değil de, partinin ortaya koyduğu ölçüler üzerinden, yani ideolojik kimlik, örgütlü kimlik, direnişçi kimlik üzerinden baktığınızda, Hatice yoldaşın yeri tamı tamına öteki iki yoldaşın yanıdır. Ben saflarımızdaki her kadro bu konumdadır demiyorum, hayır bunu iddia etmek mümkün değildir. Ben diyorum ki, siyasal mücadelenin akışı içerisinde ve tümüyle bizim irademiz dışında kaybettiğimiz bu üç yoldaşımıza baktığımızda, dikkate değer bir biçimde, temel devrimci özellikleri ve siyasal yaşam çizgileri bakımından aynı yere konulabildiklerini görüyoruz.
Devrimci partinin sınıf ve emekçilerle devrimci bütünleşmesi
Dönem devrimci direnişçi kimlik ve değerlerin geniş çaplı erozyonu dönemi olduğu için, ben daha çok yoldaşlarımızın bu yönüyle örnek kişilikleri üzerinde durdum. Ve temel önemde bir nokta olarak, bunu partimizin yarattığı ve pekiştirmeye çalıştığı genel devrimci bilince ve kimliğe bağladım. Sağlam bir devrimci bilinç ve inanç, buna dayalı bir devrimci örgüt kimliği, devrimci bir partinin olmazsa olmaz temel özelliği olmak durumundadır. Zira bunlarsız devrim, devrimci iktidar mücadelesi asla düşünülemeyeceği gibi, bu nitelikten yoksun olanların devrim ve sosyalizm iddiaları kaba ve bayağı bir yalan ve aldatmacadan ibaret kalır. Bugünün Türkiye’sinde bunun örneği durumundaki sözde devrim ve sosyalizm savunucusu, gerçekte ise liberal ve omurgasız sol partilerden geçilmediği için, bu nokta özellikle önemlidir. Bunsuz düzenin kılına dokunabilmek bir yana, onun ciddi bir karşı saldırısı karşısında siyasal ve manevi açıdan yok olur gidersiniz.
Bu temel önemde noktayı gözönünde bulundurmak kaydıyla, sağlam bir devrimci kimliğin kendi başına yeterli olmadığını da bilmek durumundayız. Bunun sınıf ve emekçi kitlelerle devrimci temeller üzerinde bütünleşme ve onların mücadelesine devrimci bir çizgide yön verebilme yeteneği ile de birleşebilmesi lazım. Devrimci kimliği ve geleneği yaratmış ve bunca birikimin ardından artık güvenceye almış durumdaki partimiz için artık önemli olan bunu başarabilmektir.
Bu açıdan da şehit yoldaşlarımızdan, özellikle de Habip Gül’den öğreneceklerimiz var. Habip Gül her hapisten çıkışının ardından, sırasıyla üç önemli kentte, önce Adana’da, sonra İstanbul’da ve son olarak da Ankara’da çalıştı. Dışarıda geçen bu çalışmaların herbiri altı ayı geçmediği halde, bu kısa süre içerisinde söz konusu kentlerdeki sınıf çalışmamıza gerçekten bir soluk kazandırdı. Fabrika ilişkileri hızla yaygınlaştı ve çalışmanın örgütsel düzeyi aynı hızla yükseldi. Ümit okuduğu üniversitede gerçek bir öğrenci lideriydi ve Hatice Yürekli yoldaş, bir ara gerçekten önemli bir güç kazanan İstanbul’daki tekstil çalışmasının asli unsuru durumundaydı. Demek istiyorum ki, Habip sınıf eksenli kitle çalışmasının saflarımızdaki en iyi temsilcilerinden biri olsa bile, bu konuda öteki iki yoldaş da benzer başarıların temsilcileri oldular.
Partimiz için bugünün temel ihtiyacı da budur; doğru ve etkin bir çalışma tarzıyla sınıf ve kitle çalışmasında hızla ilerleyebilmektir. Yoldaşlarımızdan bu açıdan da öğrenebileceklerimiz var. Devrimci kimliğin sınıf ve emekçilerle devrimci temeller üzerinde sağlam ve etkin bir bütünleşmeyle tamamlandığı bir yerde, partimiz yıkılmaz olacak ve programının gösterdiği yolda geleceği başarıyla kucaklayabilecektir.
(TKİP Merkez Yayın Organı Ekim’den alınmıştır...)