Türkiye Kime Kalacak? (II) - Nilgün Cerrahoğlu

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 17 Haziran 2012
  • 04:32

“Türkiye Kime Kalacak?”ın en düşündürücü bölümleri, “korku” ve “kaygılara” ayrılmış olan sayfalar...

“Korku imparatorluğu” söylemiyle Türkiye’de sıkça atıf yapılan bu dinamiğe; Osman Ulagay daha farklı bir “korku kültürü” ifadesiyle başvuruyor. Ve korkunun kökenlerini, RTE Türkiye’sinde kendisini güçlü biçimde hissettiren otoriter uygulamalardan çok; “eski ayrıcalıkları” yitirmeye bağlıyor.

İnsanlar diğer deyişle; telefonları dinlendiği ve birbirleriyle konuşamaz hale geldikleri için değil, düzenlerini tersyüz eden değişimi anlayamadıkları için korku yaşıyorlar Ulagay’a göre...

Bir “güç kaybının paniğini” duyuyorlar...

Muhalif konumda bulunan insanlar zorbalıkların kurbanı oldukları için değil; bizatihi kendi zorbalıklarını başkalarına dayatamadıkları için korku yaşamış oluyor yazarın bu analizi uyarınca...

Bunun, Türkiye’deki durumun gerçekliğini karşılayan ve yansıtan bir saptama olduğunu düşünmüyorum.

Ulagay bana göre bu tahlil hatasına; Türkiye’deki “korku imparatorluğunu”, Batı’daki “değişim korkusuyla” karşılaştırdığı için düşüyor.

Dominique Moisi’nin “Duyguların Jeopolitiği” adlı kitabında ele aldığı “korku analizinin” cazibesine kapılan yazar; Batı’daki küreselleşme altüst oluşunun korkularıyla Türkiye’deki “korku imparatorluğunu” bir/koşut tutuyor.

Küresel değişim süreci içinde Batı’nın üstünlüğünü yitirmesi, Batı’da nasıl bir güven kaybı yarattıysa; “Türkiye’de de statükonun sarsılması... Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren ülkeyi yöneten ve yönlendiren kadroların... gelecek üzerine söz söyleme ve belirleyici olma konumlarını kaybetmelerine yol açıyor...”

Ulagay’a göre laik Cumhuriyetçiler bu nedenle korkuyorlar ve tıpkı Batı’da olduğu gibi “ayrıcalık yitirme” sancısı yaşıyorlar. “Üstünlük kaybı” yüzünden girdikleri “korku sarmalıyla” etraflarındaki değişimi okuyamıyorlar. Ve “korku kültürü” abesliğini bir yana bırakıp bir türlü “umut kültürüne” sarılamadıkları için; kitlelere gelecek vaat edemiyor, kaybetmeye mahkûm kalıyorlar...

‘Ayrıcalık’ değil... ‘hakları’ yitiriyoruz

“Korku imparatorluğu”; Batı’nın-Moisi’nin!-“korku kültürü” ile karşılaştırılabilir mi?

Bana göre hayır.

Batı’nın kaygıları, bizimkilerin yanında, çok görece kalıyor.

Batı’da düzen değişikliğinden duyulan kaygıların; Avro’nun sarsılmasından, göçmen işçi akımına, geleneksel siyasetin etkinliğini yitirmesine... Avrupa’nın liderliğini kaybetmesine dek uzanan... binbir nedeni var.

Türkiye’deki korkuların nedeni ise yalın ve tek: Bizler, baskıcı bir din devleti olmanın korkusunu yaşıyoruz.

Askeri vesayetten, sivil vesayete dönme korkusunu; kadın erkek eşitliği gibi çok yaşamsal hakları kaybetmenin korkusunu duyuyoruz.

Buradaki korkular genel geçer “ayrıcalıkları yitirmenin” korkusu değil...

Kazanılmış/kazanılmış olduğu düşünülen “hakları yitirmenin” korkusu!

Batı’da gökkuşağı gibi değişen/değişken korkularla; gece ve gündüz çizgisindeki farkı belirleyen Türkiye’deki korkuları karşılaştırmak olası değil.

Türkiye bir “rejim değişikliği” (Türkçesiyle “sivil darbe”) yaşıyor.

Batı’da, böyle bir sorun yok.

Bizde geleceği tutsak alan korkular, Batı’daki gibi, adı konulamayan “belirsizliklerden” kaynaklanmıyor; kaygılar bizde bilakis fazlasıyla belirgin olan ancak buna rağmen önü alınamayan bir gidişata yönelik...

Türkiye’de insanlar Avrupalılar gibi, önlerini göremedikleri için korkuya kapılmıyor.

Tersine...

Yönelinen istikameti gayet açık ve sarih kestirebildikleri için kâbus yaşıyorlar...

Badire, burada göre göre; göstere göstere geliyor...

Türkiye’nin “korku travmasını”, Batı’nın travmasıyla karşılaştırmak bu durumda bana göre -heyhat!- biraz oryantalist kaçıyor.

Hikâyenin önemi...

“Türkiye Kime Kalacak?”ta Ulagay’ın öne çıkardığı bir diğer husus, siyasi başarıyı şartlayan “hikâyenin” önemi...

Yazarın ısrarla vurguladığı görüşe göre; Erdoğan’ın başarısının sırrı etkileyici bir “hikâyeye sahip olmasından” kaynaklanıyor.

Muhalefetin, güçlü bir hikâyeden yoksun olması; tamamıyla ters orantılı biçimde, başarısızlığın kaynağını oluşturuyor.

Muhalafet ve CHP’nin bozuk plak gibi eski hikâyeye saplanıp kalmasının, kitleleri artık harekete geçiremediğini ve heyecan yaratmadığını söylüyor özetle Ulagay.

Hikâyenin önemi de, oldukça görece.

Kime ve neye göre “hikâye”?

Hikâyenin önemine kim karar veriyor?

Küresel düzenin bol miktarda gaz verdiği Sarkozy ve Berlusconi gibi liderlerin de “güçlü hikâyeleri” vardı örneğin...

Medyalar; hikâyesi olan bu liderlere, Erdoğan’a olduğu gibi vaktiyle küçümsenmeyecek oranda destek, güç ve gaz verdi.

Sonunda bu karşı konulmaz hikâyeler, büyük bir kriz konjonktüründe, patlamış balon misali, aniden sönüverdi.

Berlusconi’nin yerini Çizmede renksiz bir teknokrat; Sarkozy’nin tahtını da (ülkesinin “eski cumhuriyet değerlerine” sahip çıkan) hikâyesiz, normal, sıradan bir vatandaş kapıverdi...

Diyeceğim o ki... hikâyenin hikâyesi de aslında hikâyedir.

Küresel düzenin şartladığı koşullar ve bu koşullara karşı gösterilen direnç; son kertede daima daha belirleyici ağırlık taşıyor.

Biz gene laikler olarak tabii “Nerede yanlış yaptık?”ı düşünelim.

Ama yaşadığımız dünyanın gerçeği böyle.

NOT: Sevgili Ataol’a çok geçmiş olsun!

Cumhuriyet / 17.06.12