Ukrayna savaşı sonrası Ortadoğu
- ABD emperyalizminin kendisine bin bir bağla bağlı Ortadoğu devletlerini Rusya’ya karşı istediği türden bir tutuma yöneltememesi, Ukrayna savaşının açığa çıkardığı önemli bir olgu olmuştur. Suudi Arabistan ile Körfez ülkeleri Rusya’ya yönelik ambargolara katılmadıkları gibi, petrol arzının artırılmasına yönelik baskılara da direnebilmişlerdir. İsrail ise Rusya’yla ilişkilerini zora sokacak düzeyde adımlardan geri durmuştur. Ortadoğu’daki bu dikkate değer durumu da dünya güç dengelerindeki değişime ve bunun bu türden ülkelere açtığı geniş manevra alanına bir gösterge saymak gerekir.
- Ukrayna savaşı, bizzat Ortadoğu’da da emperyalist güç dengelerinde yaşanan değişimin daha görünür hale gelmesine vesile oldu. ABD emperyalizminin dünkü uydusu durumundaki bir dizi ülkenin savaş konusunda emperyalist Batı kampı ile aynı safta yer almaktan kaçınması, kendi başına bunun zaten önemli bir göstergesidir. Ama sorun bundan öteyedir. ABD emperyalizminin açık karşıtlığına rağmen Arap devletlerinin Suriye rejimini yeniden tanımaları ve Suriye’nin Arap Birliği’ne yeniden kabulü, bir başka önemli göstergedir. Daha da dikkate değer olanı ise, İran ile Suudi Arabistan arasındaki anlaşmazlığa Çin’in müdahalesi ve bunun ürünü gelişmelerdir. Aynı şekilde Çin’in bölge ülkelerinin bir kısmıyla doları dışlayarak ulusal paralar üzerinden ticaret antlaşmaları yapması, son olarak Suriye ile daha yakın ilişkilere yönelmesi, ABD aleyhine olarak Ortadoğu’da artan ağırlığını ortaya koymaktadır.
- Ortadoğu’da bir başka önemli gelişme, şu sıra baş gösteren olayların öncesine kadar, siyonist İsrail’in bölgede gitgide daha rahat ve güçlü bir konum kazanmasıdır. Tarihinin gördüğü en sağcı hükümetler (Türkiye’deki türden dinci-faşist koalisyonlar) tarafından yönetildiği, dolayısıyla Filistin davasına karşı en uzlaşmaz ve acımasız politikaları uyguladığı bir dönemde, İsrail’in bölge ülkeleriyle ilişkileri giderek açık biçimler kazanarak düzelmiş ve güçlenmiştir. Bu, Filistin davasının pek az istisnayla bölge devletleri tarafından açıkça bir yana bırakılması anlamına gelmekteydi. Son gelişmelerin bunu nasıl ve ne yönde etkileyeceği ise henüz belirsizdir.
- Filistin halkının yalnız bırakılması yeni bir durum değildir. Önemli bir bölümüyle gerici Arap devletleri Filistin davasına açık ihanet safhasına çoktan geçmişlerdi. Bu kervana son olarak da Tayyip Erdoğan Türkiye’si eklenmişti. Uzun yıllar boyunca sürdürülen ikiyüzlülük bir yana bırakılmış, İsrail ile el altından zaten güçlendirilerek sürdürülmekte olan ilişkilere yeniden resmiyet kazandırılmıştı. 7 Ekim Aksa Tufanı saldırısını izleyen son gelişmelerin hemen öncesindeki tablo buydu.
- Yeni gelişmeler, özellikle de emperyalist dünyanın iç ilişkilerinde çok kutupluluğa geçişin yarattığı yeni koşullar, bölgenin gerici devletlerine önemli manevra olanakları sağlıyor olsa da, Ortadoğu halkları için sonuç değişmemektedir. Bölge halklarının yaşadığı sorunlar ve çektikleri acılar ağırlaşarak sürmektedir.
Ortadoğu ve Filistin sorunu
- Trump yönetimi döneminde adım adım kotarılan Abraham Anlaşmaları süreci, Filistin sorununu artık yok saymak, Filistin davasını sessiz sedasız tarihe gömmek anlamına gelmekteydi. ABD emperyalizmi bunun yolunu kendi yönünden Kudüs’ün (ve Golan Tepeleri’nin) ilhakını tanıyarak, siyonistlerin dolu dizgin yürüyen işgalci yerleşim yerleri politikasına tam destek vererek açmıştı. Gerici Arap devletlerinin peyder pey İsrail’i tanıması ve yakın iktisadi ilişkiler içine girmesi bunun izleyecekti. Bu arada Filistin sorunu siyasal boyutlarıyla yok sayılacak, Filistin halkının tarihsel acıları da güya bölgenin iktisadi kalkınması ve sosyal refahı içinde dindirilmiş olacaktı.
- Sorunsuz ilerliyor gibi görünen bu tarihsel ihanet süreci, Filistinli direniş örgütlerinin 7 Ekim Aksa Tufanı saldırısıyla büyük bir sarsıntıya uğramış bulunmaktadır. 7 Ekim eylemi Filistin davasının ölmediğinin, öyle kolayca tarihe gömülemeyeceğinin tüm dünyaya etkili bir ilanı olmuştur. Bu yönüyle tümüyle haklı ve meşru olan 7 Ekim eylemi, Filistin halkının tarihsel direnişinin günümüzdeki yeni ve önemli bir halkasını oluşturmaktadır. Eylem, başta sivillerin hedeflenmesi olmak üzere, kabul edilemez yönler de taşımaktadır. Fakat eylemi izleyen dönemde İsrail’in sergilediği barbarlık ve başta ABD, İngiltere ve Almanya olmak üzere batılı emperyalistlerin buna verdiği koşulsuz tam destek yanında bunu tartışmanın şimdilik bir anlamı ve önemi kalmamıştır.
- Aynı zamanda NATO demek olan emperyalist Batı bloku, Ukrayna savaşını izleyen dönemdeki tutumunu 7 Ekim saldırısı sonrasında da sürdürdü. Siyonist devlete tam desteğini, başta toplantı ve gösteri özgürlüğü olmak üzere temel özgürlüklere saldırıyla birleştirdi. Kapitalist dünya sisteminin yaşamakta olduğu çok yönlü krizin giderek ağırlaşması ve çoğalan bölgesel savaşlar serisi ile birleşmesi, batılı emperyalistleri demokrasi ve insan haklarına ilişkin aldatıcı maskelerini indirmek zorunda bırakmıştır. Bugünkü tutumları, olayların basıncı altında dışa vuran gerçek karakterleridir.
- Siyonist devlet 7 Ekim saldırısını Gazze’ye yönelik bir soykırım saldırısıyla karşıladı. Halen Gazze kuralsızca yakılıp yıkılmakta, çoğu kadın ve çocuk binlerce insan toplu katliamdan geçirilmektedir. Siyonistlerin amacı Gazze’den de Filistinlileri sürmek, burayı da işgal ve olanaklıysa ilhak etmek, böylece Filistin’i tümden ele geçirme hedefi doğrultusunda yeni bir büyük adım daha atmaktır. Bu amaca ulaşıp ulaşamayacaklarını, Filistin direnişinin gücü ile dünya halklarının eylemli dayanışması belirleyecektir.
Filistin sorununun tarihsel temelleri ve devrimci çözümü
- Filistin sorunu doğası gereği Ortadoğu’ya yönelik emperyalist politika ve planların önünde bir engel olarak durmaktadır. Zira ne çözülebilmekte ve ne de ehlileştirilebilmektedir. Ona bu niteliği kazandıran ise siyonist ideoloji ve projedir. Filistin sorununun bugüne dek çözümsüz kalması, tam da siyonist ideoloji ve projenin doğasından kaynaklanmaktadır. Siyonist proje, tarihi olarak Filistin halkına ait bir vatanı, dini mitlere dayanarak keyfi bir biçimde Yahudi ırkı için “vaad edilmiş toprak” ilan etmiş, dolayısıyla onu ele geçirmek ve Filistinlileri kendi öz vatanlarından sürmek için her yolu mubah saymıştır. En başından itibaren bu hedefler doğrultusunda batılı emperyalist dünyanın da her türden tam desteğini almıştır. Bu gerçekler, bir türlü çözülemeyen Filistin sorununun tarihsel temelini ortaya koymakta ve bir türlü kırılamayan Filistin direnişinin derin tarihsel köklerini açıklamaktadır.
- Siyonist İsrail devleti başından itibaren Ortadoğu’da ABD emperyalizminin en büyük dayanağı oldu ve ihtiyaç duyulan her durumda bir koçbaşı olarak kullanıldı. Bundan dolayıdır ki, bugüne kadar ABD tarafından her yolla desteklendi, kesintisiz bir biçimde en cömert yardımlarla ödüllendirildi. İsrail bugünkü savaş makinasını, 400’ü bulduğu söylenen nükleer bombalarını, iktisadi ve teknolojik düzeyini, özetle tüm gücünü, beslemesi olduğu ABD emperyalizmi ve müttefiklerine borçludur. O bu gücünü, Filistin halkını topraklarından sürmek, savaş, işgal ve sömürgeci yerleşimler yoluyla topraklarını genişletmek için kullandı ve kullanıyor. O bu gücünü, tüm Ortadoğu halklarına, yanı sıra ABD’ye karşı ya da mesafeli duran devletlere yönelik bir tehdit ve saldırı aracı olarak kullandı, kullanıyor. Özetle siyonist İsrail, ABD merkezli emperyalist kampın Ortadoğu çıkarlarının bekçisi ve vurucu gücüdür. Halen Gazze’de giriştiği toplu katliamın koşulsuzca desteklenmesinin nedeni de budur.
- İsrail’in soykırım boyutlarındaki Gazze saldırısı, Filistin sorununu yeniden tüm dünyanın gündemine sokmuş bulunmaktadır. Dünya halklarının Filistin sorununa ilgisi ve sempatisi yenide belirgin biçimde canlanmıştır. Bunun da basıncı altında, siyonist soykırımın tarihsel destekçisi batılı emperyalistler bile, “iki devletli çözüm”e bağlılıklarını sürdürdüklerini ikiyüzlüce seslendirmek zorunda kaldılar. Filistin halkı ve davası lehine bu yeni durum, merkezinde Hamas’ın bulunduğu Aksa Tufanı saldırısının dolaysız bir ürünü oldu. Fakat Hamas faktörü, aynı zamanda Filistin davasının en büyük handikabıdır da. Nitekim emperyalist ve siyonist propaganda, Filistin davasını gözden düşürmek için halen bundan en etkin bir biçimde yararlanmaya çalışmaktadır.
- Geçmişte, dünyadaki özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerinin büyük ölçüde uluslararası devrimci akımın etkisi altında yürütüldüğü bir dönemde, burjuva kurtuluş hareketleri bile devrimci-demokratik bir programla hareket etmek eğilimi gösteriyorlardı. Ortadoğu’da bu türden en önemli hareket olan FKÖ, bir yandan Filistin halkının özgürlüğü için kararlılıkla mücadele ederken, öte yandan bunu Yahudileri de içerecek birleşik bir Filistin hedefine dayalı devrimci-demokratik çözüm programı üzerinden sürdürüyordu. Bundan dolayı da tüm ilerici-devrimci güçler ile dünya halklarının büyük destek ve sempatisini kazanıyordu. İslamcı akımlar yapısal olarak bu üstünlükten yoksundurlar.
- Devrimci-demokratik bir ulusal kurtuluş örgütü olan FKÖ, 1960’lı yıllardan ‘90’lı yılların başına kadar, Filistin davasının gerçek temsilcisi ve taşıyıcısı idi. Bilinen süreçlerin ardından bu konumunu hızla yitirdi ve yerini, çıkış döneminde FKÖ karşısında tercih edilen bir alternatif olarak emperyalistler ve siyonistler tarafından örtülü bir biçimde desteklenen İslamcı Hamas aldı. Hamas, Filistin halkının direnme geleneğinin bugünkü koşullarda öne çıkan temsilcisi olarak meşru bir varlık nedenine sahiptir. Bununla birlikte, gerici-dinci bir siyasal hareket olarak, her etnik kökenden, dinden ve mezhepten halkların demokratik ve laik temellerde kucaklanmasına dayalı birleşik bir Filistin hedefine yapısal olarak yabancıdır.
- Filistin sorunu ancak Arap ve Yahudi halklarını birlikte kucaklayan birleşik bir Filistin hedefine dayalı devrimci-demokrat bir programla asgari bir çözüme kavuşturulabilir. FKÖ geçmişte böyle bir programa sahipti, fakat emperyalist politikaların etki alanına girdikten sonra bunu terk etti. Emperyalist-siyonist oyunun bugünkü geçici bir halkası olan sözümona “iki devletli çözüm”e razı oldu. Filistin sorununda “iki devletli çözüm” (ki bu Filistin payına gerçekte devlet olmayan bir uydurma devletçik anlamına gelmektedir), işin aslında tam bir çözümsüzlüktür. Herşey bir yana, Filistin denilen tarihsel coğrafyayı, Araplar ve Yahudiler arasında tarafları tatmin edecek şekilde bölüştürmenin bir olanağı yoktur. Zira böyle bir bölüştürmenin herhangi bir tarihsel ve kültürel temeli yoktur. Bu ise, hele de İsrail devleti siyonist temellerini koruduğu sürece, sorunun bu türden bir sözde çözümünün gerçekte çatışmanın ilelebet sürüp gitmesi anlamına geldiğini gösterir.
- Siyonist İsrail devleti, ABD merkezli emperyalist kampın Ortadoğu çıkarlarının bekçisi ve vurucu gücü olduğuna göre, Siyonizme karşı mücadele ancak tutarlı anti-emperyalist bir çizgiye oturursa gerçek anlamını ve hedefini bulur, böylece başarıya ulaşma şansı kazanır. Bu, ilkel Yahudi düşmanlığına karşı da temel önemde bir ayrım noktasıdır. Anti-semitizm her zaman gerici egemen sınıfların bir silahı olmuştur ve tam da halk kitlelerinin dikkatini devrimci çözümlerden saptırmak, sahte hedeflere yöneltmek için kullanılmıştır. Bu nedenledir ki emperyalizme ve Siyonizme karşı mücadele anti-semitizme karşı mücadeleden ayrılamaz.
- Komünistler için Siyonizme karşı mücadele, dünya ölçüsünde emperyalizme karşı verilen mücadelenin bir parçasıdır. Yahudi işçi ve emekçileri, bugünün ağır ortamında bile seslerini cesaretle yükseltebilen ilerici-devrimci Yahudi aydınları, bu mücadelenin asli unsurları arasında yer almaktadırlar. Onlarla dayanışma içinde olmak ve giderek birleşmek, bugün her zamankinden çok daha önemli ve gereklidir. Onların desteği ve katılımı olmadan Filistin sorununun az çok tatmin edici bir çözümüne ulaşmak mümkün değildir.z
Filistin sorunu ve AKP iktidarının ikiyüzlülüğü
- Bir dönem İsrail ile gergin ilişkiler yaşayan dinci-faşist iktidar, 7 Ekim saldırısının hemen öncesinde bu ilişkileri her bakımdan yeniden onarmış durumdaydı. Bu onun başta Suudi Arabistan olmak üzere öteki bazı Arap devletleriyle ilişkilerini yeniden düzeltme sürecinin en önemli ve son halkasını oluşturmuştu. Filistin sorunu yönünden bunun somut anlamı, tıpkı Abraham Anlaşmaları sürecindeki gerici Arap devletleri gibi, sorunun pratikte artık yok sayılmasıydı. Ülkeyi içine düşürdüğü ağır ekonomik-mali krizden çıkış için girilen yol, uzun yıllar ikiyüzlüce istismar edilen Filistin davasının terkedilmesi sonucu doğurmuştu. Özetle Filistin davası satılmıştı.
- Bölgede emperyalizmin ve Siyonizmin çıkarları doğrultusunda yaratılmakta olan yeni statükoda büyük bir sarsıntıya yol açan 7 Ekim Aksa Tufanı saldırısı, dinci-faşist iktidarın satışa dayalı sefil hesaplarını da altüst etmiş bulunmaktadır. Bu beklenmedik gelişme karşısında başlangıçta olgun havalarda tarafları “itidalli davranma”ya çağıran ve arabuluculuğa soyunan ucuz politika oyunları da çok geçmeden çöktü. Emperyalizmin ve Siyonizmin soykırım boyutları kazanan Gazze saldırısına Türkiye toplumunun ve elbette İslami tabanın gösterdiği hassasiyet, Tayyip Erdoğan iktidarını ister istemez İsrail ile ilişkilerde yeni bir gerilimli sürecin içine itti. Elbette her zamanki gibi riyakârca, yani yalnızca söylem düzeyinde.
- Dinci-faşist iktidarın Filistin politikası başından itibaren tam bir ikiyüzlülük ve riyakarlık örneği olmuştur. Bir yandan söylem düzeyinde Filistin’e destek verilmiş ve İsrail’e karşı anti-semitizme varan bir dil kullanılmış, fakat öte yandan siyonist devletle tüm iktisadi-ticari ilişkiler korunmuş, dahası zaman içinde daha da güçlendirilmiştir. Yalnızca ABD emperyalizminin ve NATO’nun değil, ama onlardan bile çok İsrail’in hizmetinde olan İncirlik ve Kürecik üslerinin faaliyetine ise hiçbir biçimde dokunulmamıştır.
- Şu günlerdeki yeni gerilim koşullarında da bu tutum aynen sürmektedir. Zira dinci-faşist Tayyip Erdoğan iktidarı, ülkede yaşanan çok yönlü ağır krizden çıkış için Siyonizmin batılı destekçilerine ölümüne muhtaçtır. Dahası onların durumu daha da ağırlaştıracak karşı adımlarından da aynı ölçüde korkmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın kullandığı dilin pratik sonuçları olmayan bir retorikten ibaret olduğunu geçmiş deneyimler üzerinden çok iyi bilen emperyalistler ve siyonistler, söylem düzeyindeki çıkışları zerrece dikkate almamakta, muhtemeldir ki “anlayışla” bile karşılamaktadırlar.
-Dinci-faşist iktidarın Filistin halkının çektikleri karşısında söylem düzeyindeki çıkışları bir başka yönden de tam bir ikiyüzlülük ve riyakarlık örneğidir. Türkiye’de ve Ortadoğu’da izlemekte olduğu Kürt politikası bunun bir ifadesidir. Siyonist rejimin Gazze’ye saldırısının hemen öncesinde, dinci-faşist iktidarın Rojava’nın sivil altyapısına saldırısı tüm şiddetiyle sürmekteydi. Saldırının gerekçesi, mantığı ve yöntemi, özünde siyonist rejiminkinden farklı değildi. Ortadoğu’da halen İsrail’in dayandığı siyonist projenin ağır sonuçlarını Filistinliler, Türkiye’nin inkâra dayalı politikasının ağır sonuçlarını ise Kürtler yaşıyorlar.
www.tkip.org'dan alınmıştır...