Emperyalist saldırganlık Afganistan, Irak, Libya, Suriye ve Yemen gibi ülkeleri savaş ve iç savaşla harabeye çevirirken, bu bölgelerde milyonlarca insanı doğrudan katletti bir o kadarını da “dolaylı” biçimde ölüme sürükledi.
Savaş sırasında hayatını kaybedenler bir yana, emperyalist abluka ve ambargolar nedeniyle yüzbinlerce çocuk ya açlıktan ya da yeterli sağlık hizmeti alamadıkları için hayatını kaybetti, kaybetmeye devam ediyor.
Kapitalist emperyalizm, sadece bombalarıyla değil, ekonomik kuşatma, ambargolar ve izole etme politikalarıyla da milyonları açlığa, hastalığa ve ölüme mahkûm ediyor.
Filistin'de bir yılı aşkın süredir devam eden soykırımın en büyük destekçileri yine bu aynı emperyalist güçlerdir.
Soykırımcı terör devleti siyonist İsrail, ABD ve Batı emperyalizminin açık desteğiyle etrafa ölüm saçıyor. İsrail'in "kendini savunma hakkı" olduğuna dair söylemlerle soykırım ve katliamlar meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Batı emperyalizmi İsrail’in tüm savaş aygıtını modernize etmekle kalmıyor, ona finansal destek sunarak işlenen bu soykırım suçuna doğrudan ortak oluyor.
Katliamları canlı yayınlarla dünyaya servis ederek savaşı ve ölümün dehşetini “sıradan” olaymış gibi sunuyorlar. Medya aracılığıyla yürütülen bu psikolojik savaş stratejisiyle yıkımlar ve soykırım “normal” olaylarmış gibi sunularak halk kitlelerinin duyarsızlaştırılması amaçlanıyor.
Yahudi/Alman filozof Hannah Arendt, "kötülüğün sıradanlığı" kavramından hareketle Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann'ı analiz ederken kötülüğün, büyük bir bilinçsizlik ve bürokratik sıradanlıkla işlenebileceğini savunmuştu.
Ne var ki günümüz emperyalist savaşları, Arendt'in tarif ettiği bu sıradan kötülüğün ötesine geçmiş durumda. Sokrates’in kötülüğün “bilinçsizlikten kaynaklandığı” iddiası da günümüz emperyalist sisteminin vahşeti karşısında iflas etmiş durumda. Sokrates bugün yaşasaydı, kötülüğün bu denli planlı ve bilinçli bir şekilde işlenebileceğini görseydi, "ne kadar da yanılmışım" demek zorunda kalırdı.
Zira bu savaşlar, bilinçsiz bir rutin değil, tam aksine uzun vadeli stratejilerle, planlı ve kâr odaklı bir şekilde yürütülüyor. İnsan hayatının, özellikle de işçi sınıfının ve ezilen halkların hayatının, kapitalist ve emperyalist sistem nazarında hiçbir değeri yok. Kapitalist emperyalizmin doğası gereği, savaş bir araç değil, bir zorunluluktur.
Marx’ın, “kapitalizmin sürekli genişlemek ve yeni pazarlar bulmak zorunda olduğu” tespiti asırlara meydan okuyor. İşte bu nedenle emperyalist güçler savaşlarla yeni pazarlar yaratırken, silah ticaretinden devasa kârlar elde ediyorlar. ABD başta olmak üzere Batılı devletler, İsrail’in Filistin’de, Lübnan’da, Yemen’de yürüttüğü savaşlara ve dünyanın bir dizi başka yerinde devam eden çatışmalara silah, teknoloji ve para akıtarak genişlemeyi hedefliyor. Her bir füze, her bir bomba, emperyalizmin küresel ekonomisine akan kanlı paralarla finanse ediliyor.
Tüm bu savaşlar ve işlenen katliamlar, emperyalizmin küresel hegemonyasının sürdürülebilirliğini sağlamak için planlanıyor. İtalyan Marksist yazar ve filozof Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramıyla ifade ettiği üzere, emperyalist ideoloji yalnızca askeri güçle değil, aynı zamanda kitlelerin “rızasını” oluşturan bir hegemonya ile de destekleniyor.
Kitleler, medya yoluyla bu savaşların gerekliliğine inandırılıyor. Emperyalizmin propagandasıyla savaşın sıradanlaştığı bir dünya yaratmak istiyorlar. İnsanlar, savaşları film izler gibi izleyip, tepki göstermeden günlük yaşamlarına geri dönsün istiyorlar.
Suçların, katliamların bu kadar rahat tüketilebilir hale gelmesi, emperyalizmin ideolojik saldırısının sonuçlarından biridir.
Bugün Filistin’de, Lübnan’da, Yemen’de ve dünyanın pek çok yerinde dökülen kan, sadece yerel bir çatışmanın değil, küresel kapitalist sistemin ihtiyaçlarının sonucudur. Emperyalizmin kâr hırsı, sadece savaşlarla değil, doğrudan halkların yaşam koşullarını hedef alan ekonomik ambargolarla da kendini gösteriyor.
Küba, Venezuela, İran, Suriye gibi ülkelere uygulanan ambargolarla, halklar yoksulluğa mahkûm edilerek diz çöktürülmeye çalışılıyor. Bu ambargolar, emperyalistlerin küresel sömürü düzenini sürdürebilmek için başvurdukları en sinsi en vahşi savaş yöntemlerinden biridir.
Tüm bu savaşlar ve katliamlar, planlanarak, bilinçli bir şekilde yürütülmekte, suç olağanlaştırılmakta, kötülük sıradanlaştırılmaktadır. Kapitalist sistemin sürdürülmesi için emperyalist savaşların ve işgallerin bir zorunluluk olduğu aşikâr. Kötülüğün sıradanlaştırılması, suçun olağanlaştırılmasıyla zihinler rehin alınıyor, sömürgeleştiriliyor. Bu da kapitalist sistemin işçi-emekçilere ve ezilen halklara yaptığı-yapabileceği en büyük kötülüktür.
Rosa Luxemburg’un işaret ettiği gibi, kapitalist sistemin varlığı, "ya barbarlık ya da sosyalizm" ikilemidir. Bugün yaşanan barbarlık, soykırım ve katliamlar emperyalist kapitalizm var oldukça ve onu dengeleyen bir güç olmadıkça farklı şekillerde tekrarlanmaya devam edecektir. Ancak yaşanan vahşet, barbarlık, soykırım bu sisteme karşı verilen/verilecek devrimci mücadelelerle ve bu sistem aşılarak sona erdirilebilir. Rosa Luxemburg çok güzel özetlemiş “Ya barbarlık içinde çöküş ya da sosyalizm.”