Mektuplar birikiyor, hikayaler birikiyor.. Böyle mi hatırlanmak istiyorsunuz? -Yetvart Danzikyan

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 21 Haziran 2012
  • 05:02

İktidarın dediğini tartışmasız doğru kabul etseydik Ş. Urfa için vantilatör kavgası deyip oturacaktık.Sesini duyuramayanların mektuplarına, çığlıklarına bu yüzden kulak kabartmalıyız işte.

Unutuluyor tabii tutuklanıp cezaevinin bir köşesine atılan. Sesini duyuramıyor. Duyuramaz. Bilinen biriyse, medyanın ilgi gösterdiği biri ya da birileriyse ne ala. Ya da sivil hayatında etkili bir konumdaysa mesela. Ya da eski bir devlet görevlisiyse. Devletin tepelerinde bulunmuşsa. Bu kişilerin cezaevi, tutukluluk hayatları, dava dosyaları elbette ilgi çekici olur. Belki sonuç değişmez,belki de değişir, ama onlar bir şekilde seslerini duyururlar. Ya da ne bileyim, devlet adına bin operasyon yaptıysanız, isminiz devlet içi karanlık çetelerle anılmışsa. Tutukluluk şartlarınız o vakit önemlidir. Siyasi olarak karşı kampta olduğunu her fırsatta bas bas bağıran Hükümet bile sizin durumunuza titizlenir. Devlet için çalışmışsınızdır çünkü. Bu ülkede devlet önemlidir. Hükümet ne kadar “ileri demokrasi” sevdalısı olursa olsun size sırtını dönmez, hangi cezaevinde kalacağınız konusunda meraklanır, kaygılanır, dertlenir. Eski dava arkadaşlarınız gider önden bir ortalığı kolaçan eder, yakınlarda bir yerde ev tutar vs.

Ama geride kalanlar unutulur. Seslerini duyuramazlar. Öylesine duyuramazlar ki, bazıları ancak canlarını, bedenlerini tehlikeye atarak topluma, devlete ulaşmaya çalışırlar. Yanarlar. Devlet başta konuyu kapatmaya çalışır. “Kavga etmişler” der. Sonra memleketin sivil toplum kuruluşları, siyasi partileri, gazetecileri “ne oluyor?” diye bakınca anlarız. Şartlar meğerse cehennemi aratmamaktaymış. Tablo öyle bir hal alır ki devlet bile durumu kabul etmek zorunda kalır. Birileri uğraştığı, ilgilendiği için olmuştur bu. Yoksa iktidarın dediğini tartışmasız doğru kabul etseydik vantilatör kavgası deyip oturacaktık.

Sesini duyuramayanların mektuplarına, çığlıklarına bu yüzden kulak kabartmalıyız işte. Devletin direksiyonunda kim oturursa otursun, gerçeğin başka türlü de olabileceği bilgisinden hareketle. En azından onların da sesi duyulsun, bir taraf binlerce watt gücündeki hoparlörle bağırırken, bir tarafın sesi duvarlar arasında kaybolmasın diye.

Haziran ayı başında tıp öğrencileri ve sağlık çalışanlarına yönelik bir operasyon yapıldı, bildiğiniz gibi. Devlete bakarsak bu kişiler “KCK’nın sağlık yapılanması”ydılar. Radikal’den Pınar Öğünç, geçtiğimiz günlerde bu operasyonun perde arkasını gazetecilik maharetlerini göstererek araladı. (“Ultra yasadışı nöroloji terör komitesi”, 15.06.2012) O aralıktan baktığımızda şunu gördük: manzara galiba pek de devletin anlattığı gibi değildi. Bugün de operasyonda tutuklanan 13 öğrenciden birinin kız kardeşinden gelen bir mektuba yer vermek istedim. Rica üzerine mektubu gönderenin ve tutuklunun ismini yayınlamadım. Okuyun, sonra bir çift lafım daha olacak.

“Ben...., Boğaziçi Üniversitesi........bölümü öğrencisiyim. 6 Haziran 2012 tarihinde Ankara’da gözaltına alınan tıp öğrencilerinden biri olan ... ‘ın kız kardeşiyim. Bildiğiniz gibi SES Öğrenci Komisyonu ve TÖK yani TTB’ye bağlı olan Tıp Öğrencileri Komisyonu üyesi olan sağlık, tıp ve diş hekimliği öğrencileri birçok ilde eş zamanlı operasyonla gözaltına alındı. Sonrasında bazıları emniyette bazıları ise savcılıkta serbest bırakıldı. Son olarak şu an 13 kişi tutuklu yargılanmak üzere Sincan F Tipi Cezaevi’ne sevk edildiler. Şimdi de Kürtlere yönelik olan tutuklamalarda izlenen genel yol haritası olarak KCK üyeliğiyle yani çok büyük bir suçlama olan terör örgütü üyeliğiyle yargılanıyorlar. Deliller komik ama suçlama ağır: terör örgütü üyeliği.

Bu 13 kişiden biri ağabeyim Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisiydi. Gözaltına alınmadan önceki gün son sınavına girerek 5. sınıfı bitirmişti. Eğer şu an tutuklu bulunmasaydı iki hafta sonra 6. sınıfa, intörnlüğe başlayacaktı. Topluca pikniğe gitmek için toplanan ve kendisiyle beraber yakalanan 500 TL onu KCK’nin mali sorumlusu yapmış durumda. Bu farklı olan bir suçlama, diğer suçlamalarsa benzer: kırsala militan yetiştirme, savaşta tedavi için dağa gitme, halkı iktidara karşı kışkırtma ve daha nicesi. Bunu nasıl yaptıkları ise olayı daha trajikomik hale getiriyor. Mahallelerde yaptıkları sağlık taramaları -ki bu tansiyon ölçümü gibi basit tetkikleri içeriyor ve bu erişilebilir sağlık hakkının toplum tabanına yayılması için sembolik bir araç- sırasında halkı iktidara karşı kışkırtıyorlar imiş. Önce 90 kişiyle başlayıp sonrasında 13 kişiye inen bu insanların hepsi zamanında derecelere girdiler. Zekalarıyla, çalışmalarıyla, azim ve hırslarıyla kazandıkları güzel bölümlerde 5.-6. yıllarına girerken şu an yaşadıkları kabul edilebilir şey değil.

Ağabeyim tutuklanmadan 1 ay önce İstanbul’a gelmişti yanıma, sonraki hafta ise ben Ankara’daydım. Bu “terörize” zamanlarında yanındaydım yani. Bütün gençler gibi hem İstanbul’da hem Ankara’da yaptığımız gidip gezmek, oturup konuşmak, dertleşmek ya da Galatasaray’ın şampiyon olmasına sevinmekti. Şu anda beraber Sincan’da bulunduğu arkadaşlarının neredeyse hepsiyle tanışma fırsatım oldu. Tüm üniversite öğrencilerinin tüm kardeşlerin yaptığı şeylerdi yaptıklarımız ya da konuştuklarımız. Üniversitede olmanın bir gereği de düşünebilmektir; düşünüyorduk ve düşündüklerimizi konuşuyorduk. Doktorların nasıl güvencesiz koşullarda çalıştığı, maaşlarının ne kadar yaptıkları işin karşılığını vermediği ya da asistanlığın ne kadar insani olmayan koşullarda yapıldığıydı dertleri. SES’teki ve TÖK’teki örgütlenmelerinin temelini de bu kaygılar oluşturuyordu. Yarın bir gün mezun olduklarında sağlık hizmeti verecekleri yeri iyileştirmekti amaç; bölmek, parçalamak değil.

Tüm bunlar olduktan sonra ise şu an baktığımda gördüğüm şey bana şunu düşündürüyor: ne ara bu kadar illegalize edildi hayatlarımız bizden habersiz? Ne ara bu kadar korkutabilir olduk bu ülkenin ‘bölünmez bütünlüğünü’? Biz Türkiye’de doğduk, Türkiye’de okuyoruz, iyileştirilmesini talep ettiğimiz şeyler Türkiye sınırları içinde. O gençler herkes için erişilebilir sağlık hakkı derken Türkiye’den bahsediyordu. Ne Türk’ü ne Kürd’ü ne Alevi’si ne Ermeni’si ne Arap’ı; herkes için istediler ne istedilerse. Bu mu böler bir ülkeyi yoksa bu mu bağlar?

Tüm bunları sizinle paylaşmamın sebebi adalete olan güvensizliğimdendir. Çünkü artık kamuoyu baskısı bu ülkede hukukun sağlanması için önemli bir rol oynuyor. İnsanlar gördükçe, haksızlığın karşısında durdukça taşlar olmaları gereken yerlere oturuyor..”

Böyle diyor o 13 öğrenciden birinin kız kardeşi. Şunu diyebiliyorum şimdilik: Devran döner. Yıllar, yıllar geçer, hayat değişir, hükümetler değişir, iklim değişir. Belki biz ölürüz. Sonra bir vakitler bir köşeye dizilmek zorunda kalanlar, o fırtınada bir ağaç kovuğuna sığınanlar yavaş yavaş, üstlerindeki başlarındaki tozu pası silkeleyerek ortaya çıkarlar. Hesap sorarlar. Hatta bazen sormazlar bile. Sadece ayakta kalmaları hesap sormaktır aslında, anlayana. Öyle anlaşılır. Aynı Berfo Nine gibi. Ya da yaşadığı acı kıyas kabul etmese de, Merve Kavakçı gibi. Biz, devletli, hükümetli olmayanlar, onlara bakar ve o dönemi hatırlarız. Mesele şu: siz, şimdinin devletlileri, yıllar sonra nasıl hatırlanmak istiyorsunuz? Cezaevi mektupları birikiyor, akıllara sığmayan tutukluluk vakaları birikiyor. Yıllar, kimbilir belki de çok uzun yıllar sonra, siz nasıl hatırlanmak istiyorsunuz?

Radikal / 21.06.12