Hezimete uğrayan AKP-MHP koalisyonunun toplum nezdinde siyasal miadını doldurduğu, 31 Mart’ta kesinleşmişti. Ne saray borazanı medya ordusunun tek taraflı yayınları ne dağıtılan rüşvetler ne kaba tehditler ne de yapılan hileler-hırsızlıklar bu sonucu değiştirebildi. Toplumsal meşruiyetini yitiren bu dinci-faşist koalisyona, saray rejimine dalkavukluk yapan Perinçekçi Vatan Partisi’nden başka destek veren bir güç kalmadı.
Çöküş süreci başlayınca, iktidara geliş sürecinde “milli irade” söylemini çiklet yapanların ezberleri bozuldu. Artık özgüvenleri sarsılıyor, hırçınlaşıyor, histeri nöbetleri geçiriyorlar. Dün kara dediklerine ak diyor, kafesinden kaçan vahşi bir yırtıcı gibi etrafa saldırıyor, “milli irade”yi ise ayaklar altına alıyorlar.
***
Bu haleti-ruhiye içinde 23 Haziran seçimlerine hazırlanan saray rejimi şizofrenik tutumlar sergiliyor. İktidarda kalacakları süreyi uzatmak, Ortaçağ artığı ideolojilerini topluma dayatmak, rantın ve talanın kaynağını kaptırmamak gibi kaygılarla hareket eden T. Erdoğan ve müritleri, yalan ve iftira, uydurma ve demagoji konusunda emsallerini fersah fersah geride bırakıyorlar. Son günlerde oy devşirmek adına yapılanlar tiksinti verici olduğu kadar, ‘kargaları güldürecek’ cinstendir aynı zamanda.
Artık yalandan da olsa topluma bir şey sunamıyorlar. Olağan koşullarda yapılacak hiçbir seçimi kazanma şansları yok. Bundan dolayı iş, eksik kalacak oyları çalıp çalmayacaklarına bakıyor. Sergiledikleri kepazelikler, oy devşirmek için her yola başvurmaya hazır olduklarını gösteriyor. Örneğin Ekrem İmamoğlu’nun Beylikdüzü’ne Makarios heykeli diktirdiği zırvasından bile medet umabiliyorlar.
***
“Beka sorunu” kabul ettikleri bir seçime “gerçeküstü” söylemlerle hazırlanıyor, Osmanlı-Cumhuriyet döneminin seri katillerinden Topal Osman’ın hortlağına sarılıyorlar. Hayali Pontus tehdidine karşı “milli seferberlik” ilan ediyorlar. Kürdistan adını ağzına alanlar hapse atılırken, AKP’nin adayı “Kürdistan’da Kürtçe” konuşuyor. Faşist partinin şefi, Abdullah Öcalan üzerindeki tecritin kaldırılmasını istiyor. Binali Yıldırım, utanmadan Dersim adını telaffuz ediyor. Faşist tek adam rejimi doludizgin icraatlarına devam ederken, ‘yargı reformu’ safsatasını ortaya atıyorlar. Bu ‘gerçeküstü’ söylemler, bazı gerçek icraatlarla tamamlanıyor. Tehditler, kumpaslar, provokatif girişimler, biat etmeyen gazetecilere dönük faşist saldırılar…
Saray rejiminin bu kadar akıldışı icraatlar sergilemesi tesadüf değil elbet. Zira milyonlarca İstanbullunun iradesini çiğnediler. “Gidin artık, suratınızı şeytan görsün” diyen topluma zorbalıkla kendilerini dayatıyorlar. Şizofrenik histeri nöbetleri, ellerinde kaba şiddet dışında etkili bir aracın kalmamasından da kaynaklanıyor.
***
Gerici-faşist koalisyon lanetli atalarından feyz alarak “Pontus tehdidine karşı milli seferberlik” ilan ederken, gerçek hayatta ekonomik krizin yıkıcı etkileri işçi sınıfı ile emekçilerin sırtına yıkılıyor. Türk lirası değer kaybediyor, üretim daralıyor, işsizlik artıyor, enflasyon yükseliyor, yoksulluk-sefalet derinleşiyor. Uzun yıllardır tarım ve hayvancılık tam bir çöküş yaşıyor. En temel ürünler dahi başka ülkelerden ithal ediliyor. S-400 füzeleri bağlamında ABD ile yaşanan gerilimin bu tabloyu daha da vahim bir hale getirme ihtimali yüksektir.
Hal böyleyken lükse-şatafata batan, yazlık saray inşa eden, yandaşlarına milyarlık ihaleler aktarmaya devam AKP-MHP koalisyonu, icraatlarının bedelini ödeyen işçileri-emekçileri ise zerre kadar umursamıyor. Zira “eğer saray rejimini güvenceye alırsak, işçilerin-emekçilerin hak arama mücadelelerini copla-dipçikle bastırırız” diye düşünüyorlar.
***
Sermayeye hizmet eden bütün iktidarlar, kapitalist sistemin yapısal sorunlardan kaynaklı krizlerin, yolsuzlukların, yağmanın, hırsızlığın, adam kayırmanın faturasını emekçilere ödetmeyi esas alırlar. Ancak AKP-MHP koalisyonu, gelmiş geçmiş bütün hükümetleri/rejimleri fersah fersah geride bıraktı. Bu pervasızlığı sergilemelerinin esas nedeni, henüz güçlü bir sınıf hareketinin basıncı altına girmemiş olmalarıdır.
İşçi sınıfını yok sayan, ona köle muamelesi yapan bu kokuşmuş rejime karşı mücadeleyi yükseltmek acil ve yaşamsal bir sorumluluktur. Hem insanca yaşama kavuşmak hem de onurlu bir gelecek kurabilmek için bu kepazeliklere karşı mücadeleyi büyütmekten başka bir çıkış yolu yok.
İstanbul seçimleri vesilesiyle, emekçi düşmanı-din bezirganı saray rejimine yeni bir şamar indirmek önemlidir. Her onurlu işçinin-emekçinin bu yönde tercih yapması gerekmektedir. Bununla birlikte saray rejiminin bir şamarla yıkılmayacağı da göz ardı edilmemelidir. Her halükârda krizin faturasını kapitalistler ile saraylarda sefahat sürenlere ödetebilmek için “sınıfa karşı sınıf” şiarıyla örülecek bilinçli, örgütlü, kararlı, militan bir mücadeleye hazırlanmak şarttır.