Komünist Enternasyonal’in 100. yılı... Geri çekilme içinde gerileme: Birleşik İşçi Cephesi ve “İşçi Hükümeti”

Oportünizme karşı mücadelenin zayıflaması olgusu ile sağın güçlenmesini kolaylaştıran geri çekilme taktikleri birarada, Yedinci Kongre’deki köklü tarihsel dönüşün kolay gerçekleşebilmesini hazırlayan temel etkenler arasında yer alırlar. Yedinci Kongre, 1920 başlarında birleşik işçi cephesi ve “işçi hükümeti” taktiklerini uygulanmaz kılan iç güçlükleri, bunları iktidar perspektifi içinde ele almaktan vazgeçerek bir biçimde aşmış oldu.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 14 Nisan 2019
  • 05:55

Komünist Enternasyonal Üçüncü Kongresi’nin genel bir geri çekilme taktiği çerçevesinde gündeme getirdiği politikaların ortaya çıkardığı sorunlar ve karışıklıklar, bu kongrenin kararlarından çıkan “Birleşik İşçi Cephesi” politikası ile Dördüncü Kongre’nin karara bağladığı “İşçi Hükümeti” politikası incelendiğinde daha net görülebilir.

Üçüncü Kongre’nin geri çekilme saptaması çerçevesinde temel şiarı, “Kitlelere!” oldu. Buna göre, savaş sonrası devrimci kabarışın “ilk dönemi” sona ermişti. Şimdi ekonomik ve politik cephelerde burjuvazi karşı saldırıya geçmiş bulunmaktaydı. Bu durumda proletarya burjuva düzene cepheden saldırıdan, kısmi istemler uğruna bir savunma savaşına geçmek zorunda kalacaktı. Komünistler ise bu mücadelede proletaryaya önderlik etmek, bu çaba içinde temel devrimci anlayış ve amaçlarını proleter ve emekçi kitlelere benimsetmek zorunda idiler. Kitleleri parlamento ve sendikacılığın dar alanlarından çekip çıkarmanın, onlara kapitalist düzen çerçevesi içinde kalındıkça kısmi kazanımların bile ne kadar sınırlı ve iğreti kalacağını gösterebilmenin, biricik gerçek çözümün kapitalist sınıfı altetmekten ve iktidarı ele geçirmekten geçtiğini kendi deneyimleri ile kavratabilmenin yolu, proleter yığınların kısmi talepler uğruna gündelik mücadelelerine önderlik etmekten geçmekteydi. Bu düzenin dar çerçevesine kapanıp kalmak değil, tersine kitleleri oradan çıkarıp devrime yöneltmek mücadelesi olacaktı. Bunun için “kitlelere” gidilmeliydi. Devrimin zaferi kitlelerin bu gündelik hazırlık çalışmalarıyla fethinden geçmekteydi.

Fakat bu noktada birbirine bağlı bazı sorunlar vardı. Devrim için fethedilecek kitlelerin büyük bir bölümü İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonallere bağlı reformist sosyal-demokrat partilerin etkisindeydi. Bu kitlelerin büyük bir bölümü sendikalarda örgütlüydü. Fakat bu sendikalar, reformist partilere mensup liderlerin denetimindeydi. Dolayısıyla kitleleri kazanmak, bir yönüyle de sosyal-demokrat partilerin onlar üzerindeki etkisini kırmak, onları reformist parti ve sendikaların denetiminden çekip almak, hem politik hem sendikal planda devrimci bir temel üzerinde örgütlenmek ve seferber etmek demekti. Bu nedenle ilkin, sosyal-demokratların denetimindeki bu kitlelere ifade edilen amaç doğrultusunda ulaşabilmenin uygun somut yöntemleri bulunabilmeliydi.

Öte yandan, burjuvazinin bir karşı saldırısıyla yüzyüze bulunan işçi sınıfının, bu güncel saldırı karşısında, farklı enternasyonaller arasındaki mevcut bölünmüşlüğünden gelen zaafını bir ölçüde giderebilmesi, hiç değilse kısmi istemler uğruna mücadelede eylem birliğini oluşturması gerekliydi. Bu işçi hareketi için nesnel bir ihtiyaçtı. Fakat komünistler içinse, aynı zamanda reformizmin düzen yanlısı konumunu, mücadeledeki tutarsızlıklarını sergilemenin ve bu sayede işçi sınıfının geniş kesimlerini onun etkisinden kurtarıp kazanmanın en uygun yolu ve yöntemiydi. Böylece “Kitlelere!” sloganı belli bir mantık içinde gidip, Üçüncü Kongre sonrasında kesin bir formülasyona kavuşturulan ve somut bir çağrıya dönüştürülen, “Birleşik İşçi Cephesi” politikasına bağlanıyordu.

Tüm kapitalist ülkeler için bir Komünist Enternasyonal taktiği olarak genelleştirilmesi daha sonra olmakla birlikte, “Birleşik İşçi Cephesi” politikasının ortaya çıkışı Üçüncü Kongre’yi öncelemektedir. Bu kongreden daha altı ay önce, 8 Ocak 1921’de, Almanya Birleşik Komünist Patisi Merkez Komitesi (ABKP), Almanya’daki tüm sol parti ve sendikalara (Sosyal Demokrat Parti, Bağımsız Sosyal Demokrat Parti, ABKP’den kopan Komünist İşçi Partisi ve sendikalar) seslenen bir Açık Mektup yayınladı. Mektubun esasını, gericiliğin saldırılarına karşı işçi sınıfının ve öteki emekçi kesimlerin acil ekonomik ve politik istemleri çerçevesinde bir birleşik eylem çağrısı oluşturmaktaydı. Bu mektup ve onu izleyen 1921 Mart ayaklanmasının yenilgisi, yalnızca Alman Komünist Partisi’ni değil, Komintern’i de kendi içinde böldü ve Üçüncü Kongre’de devam eden hararetli tartışmalara yol açtı. Komintern yöneticilerinden Zinovyev ve Buharin Açık Mektuba anında karşı çıktılar. Onu uygulanma yeteneğinden yoksun devrimci olmayan bir girişim saydılar. Lenin ve Troçki ise desteklediler. Lenin, desteğini özel bir mektupla Açık Mektup’un sahiplerine iletti (Nisan 1920). Kongre’de ise onu sol kanada karşı hararetle savundu:

“‘Açık Mektup’un oportünist ilan edilmesi gerçekten utanç vericidir... Örnek bir politik tavırdır ‘Açık Mektup’. Biz bunun tezlerimizde açık bir şekilde altını çizdik ve kesinlikle bunu savunmalıyız. Bir örnektir diyorum çünkü işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmanın somut yöntemlerinin ilk adımıdır. Proletaryanın hemen hemen bütününün örgütlü olduğu Avrupa’da, işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmak zorundayız; bunu anlayamayanların komünist harekette yeri olamaz.”1

Birleşik İşçi Cephesi’ne ilişkin politikanın geliştirilmesi, bir dizi çağrı ve bazı somut girişimlerle birleştirilmesi, asıl olarak Üçüncü Kongre sonrasında ve Dördüncü Kongre’ye kadar olan bütün bir dönem boyunca gerçekleşti. Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun Bolşevik liderlikle yakın bir işbirliği içinde geliştirdiği tezlerde, bu politikanın anlamı, amacı, ilkeleri ve pratik sorunları sürekli biçimde işlendi.

Buna göre; Birleşik İşçi Cephesi, kapitalizme karşı savaşmayı arzulayan bütün işçilerin birliği anlamına geliyordu. Burjuvazinin işçi sınıfına artarak süren saldırısı, buna karşılık ise işçi sınıfının politik ve örgütsel bakımdan farklı işçi sınıfı partileri arasında bölünmüşlüğü açık olgusu, hiç değilse acil sorunlar ve kısmi istemler temeli üzerinde bu tür bir birleşik cepheyi zorunlu kılmaktadır. Bu ihtiyacın karşısına dikilecek olanlar “işçilerin zihninde mutlaka mahkum olacaktır.” Öte yandan, eğer Komünist Partisi bu tür bir birlikten geri durmuş olsaydı, bununla yalnızca, “işçi sınıfının çoğunluğunu, kitle eylemi temeli üzerinde, kazanmakta aciz olduğunu göstermiş olurdu...” Birleşik cephe taktiklerinin amacı ve anlamı daha geniş işçi kitlelerini sermayeye karşı verilen mücadelenin içine çekmektir ve bunu olanaklı kılmak için elbette reformist liderlere birlikte mücadele etmek için tekrar tekrar öneriler yapmaktan kaçınılmamalıdır. Bu, “reformistleri sığınaklarından çekip çıkarmak ve mücadele içindeki kitlelerin gözleri önünde kendi saflarımıza yerleştirmek” olacaktır. Bunda reformistlerle bir yakınlaşma görmek, ancak reformizme karşı mücadeleyi yayın odasından dışarıya ayin okumaya indirgeyen bir gazetecinin tutumu olabilir. “...Reformistlerle işçilerin gözü önünde çatışmaktan ve işçi kitlelerine komünistlerle reformistleri kitle mücadelesinin eşit düzleminde değerlendirmek fırsatını vermekten kaçınmaktır.” Bundan geri durmanın gerisinde tüm sol lafazanlıklara rağmen, gerçekte “bir politik pasiflik yatmaktadır” vb. 2

Dördüncü Kongre toplandığında (5 Kasım-5 Aralık 1922), aradan geçen dönem içinde Birleşik İşçi Cephesi doğrultusundaki çabaların tek sözü edilebilir sonucu, “bir dünya işçi kongresi”ni toplamanın sorunlarını tartışmak üzere, üç enternasyonalin temsilcilerinin biraraya geldikleri Berlin Konferansı olmuştu (Nisan 1922). İkinci Enternasyonal, Berlin Konferansı’ndan iki ay kadar sonra yapılan kendi konferansında (Haziran 1922, Londra), “Üçüncü Enternasyonal’le uluslararası bir uzlaşmaya varmak üzere girişilecek hiçbir çabaya katılmayacağını” karara bağlayınca, bu girişim de tümüyle sonuçsuz kaldı. 3

Buna rağmen Dördüncü Kongre, Birleşik İşçi Cephesi politikasına özel bir yer ayırarak, bu cepheyi gerçekleştirmek için mücadelenin asıl şimdi başladığını ilan etti.: “İçinde bulunduğumuz dönemde komünistlerle emekçilerin çoğunluğunu kazanma yolunu sadece birlik cephesi taktiği gösterdiği için Komintern bu taktiğin bütün komünist parti ve gruplarca en titiz bir biçimde uygulanmasını talep etmektedir.” Bölünmeye reformistlerin ihtiyacı vardı. Komünistlerse işçi sınıfının bütün güçlerinin kapitalizm karşısında biraraya getirmek için çalışmalıydılar. Bu çerçevede, birleşik cephe taktiği, komünist öncünün geniş işçi yığınlarına “en zorunlu hayati ihtiyaçları için giriştikleri günlük mücadeleler sırasında yaklaşması anlamına” gelmekteydi. Gündelik talepler için verilen her mücadele devrimci eğitim için bir kaynak oluşturmaktaydı; “çünkü mücadele deneyleri, emekçileri devrimin kaçınılmazlığına ve komünizmin önemine” inandıracaklardı. “Birlik cephesi taktiğinin gerçek başarısı ‘aşağıdan’ bizzat işçi kitlesinin derinliğinden çıkacaktır.” Bununla birlikte, komünistler, “rakip işçi partilerinin yöneticileriyle görüşmeler”den de kaçınmamalıydılar vb. 4

Dördüncü Kongre’deki asıl yenilik, ortaya atılan “İşçi Hükümeti” sloganıydı. Bir propaganda sloganı olarak “her yerde” geçerli ilan edilen “İşçi Hükümeti”, burjuva toplumun “güvensiz durumda bulunduğu, işçi partileriyle burjuvazi arasındaki güç oranının, hükümet sorunun çözülmesini pratik bir zorunluluk olarak gündeme getirdiği ülkeler” içinse güncel bir siyasal slogan olarak öneriliyordu. Bu gibi ülkelerde, işçi hükümeti sloganı, “bütün bir birlik cephesi taktiğinden çıkan kaçınılmaz mantıki” bir sonuç olacaktı.

“İşçi Hükümeti”, ne proletarya diktatörlüğü ve ne de “ona doğru barışçıl parlamenter bir yükseliş”ti. İşçi hükümeti, “burjuva demokrasisi çerçevesinde ve öncelikle onun araçlarıyla, proleter organlara ve proleter kitle hareketlerine dayanarak işçi politikası yürütme yolunda işçi sınıfınca girişilen” bir deneydi. Burjuva partileriyle sosyal demokrat partilerin koalisyonu karşısına komünistler, “ekonomik ve siyasal alanda burjuva iktidarına karşı ve onun nihai çöküşünü amaçlayan, işçilerin birlik cephesini ve bütün işçi partilerinin koalisyonunu” çıkartmalıydılar. Komünist ve sosyal-demokrat partilerin koalisyonuna dayanacak böyle bir işçi hükümetinin “ilk başta gelen görevleri”, proletaryayı silahlandırmak, üretim üzerinde denetim kurmak, vergi yükünü zenginlere yüklemek, gerici burjuvazinin direncini kırmak olmalıydı. “Böyle bir hükümeti, ancak bizzat yığınların mücadelesinden doğduğu takdirde, ezilen işçi kitlelerinin en aşağı tabakalarınca yaratılan, mücadele yeteneğine sahip işçi organlarına dayandığı takdirde gerçekleşebilir.” Fakat “tümüyle parlamento kökenli bir işçi hükümeti de devrimci işçi hareketinin canlanması için vesile yaratabilir” vb. 5

Kendi kuruluşundan beri hain ilan ettiği ve burjuva düzenin bir parçası saydığı İkinci Enternasyonal’le, bu kez sözümona “burjuva iktidarına karşı ve onun nihai çöküşünü amaçlayan” bir sözde “işçi hükümeti” tasarlayabilmek, Komünist Enternasyonal’in daha Dördüncü Kongresi’nde yaşadığı büyük gerilemenin ifadesidir. İnce taktikler adına temel gerçeklerden kopmayı ve Komünist Enternasyonal’e devrimci kimliğini veren taktik ilkelerden uzaklaşmayı ifade eden bu sloganın Dördüncü Kongre’deki savunusunu, o günlerde Lenin’den sonra Enternasyonal’in en etkin ve saygın otoritesi olan ve birleşik işçi cephesi politikasının geliştirilmesinde de özel bir rolü bulunan Troçki yaptı. Tarihçi Deutscher, Troçki üzerine biyografik eserinde, işçi hükümetine ilişkin yeni politikanın Dördüncü Kongre’de nasıl karşılandığı hakkında şu bilgiyi vermektedir:

“Bundan sonraki dördüncü kongrede Lenin, hasta olduğu için kısa konuştu. Sözlerini güçlükle söyleyebiliyordu. Enternasyonalin strateji ve taktiklerini Troçki açıkladı. Yeniden birleşik cepheyi savundu. Bu konuda bir adım daha ileri gitti ve komünist partilerinden, bazı şartlarla, Sosyal Demokrat hükümetleri desteklemelerini ve, özel bir takım durumlarda, ihtilal öncesi bir hava ortaya çıktığı zaman, yani koalisyonun proletarya diktatörlüğünün yolunu açması ihtimali bulunduğu hallerde, onlara katılmalarını bile istedi. Muhalefet küplere bindi. Komünist partilerinin herhangi bir koalisyon hükümetine katılmamaları daha ilk günden beri Enternasyonalin birincisi ilkesi olmuştu; partinin görevi, burjuva devlet makinasını yıkmaktı, içine sızarak ele geçirmek değildi. Bununla birlikte Kongre yeni taktiği kabul etti. Komünist partilerden Sosyal-Demokratlarla koalisyon hükümeti kurmak için fırsat kollamaları istendi...” 6

“İşçi Hükümeti” sloganı bir yana, birleşik işçi cephesi taktiği, amaçları bakımından kendi içinde belli bir mantığa sahip gibi görünür. Kapitalizme karşı savaşmak isteyen tüm işçilerin birliğini sağlamak, işçi sınıfının çoğunluğunu kitle eylemi temeli üzerinde devrime hazırlamak, “reformistleri sığınaklarından çekip çıkarmak ve mücadele içindeki kitlelerin gözleri önünde kendi saflarımıza yerleştirmek...” vb. vb. Ne var ki, bu taktiğin tartışmalı yanı, kendi içinde kurgulanmış amaçları değil, sorunun ilkesel yanı bir yana, her şeyden önce tarihsel ortamdan ve siyasal gerçeklerden kopukluğudur. Bu zayıflık, ilkesel zayıflıklar bir yana bırakıldığında bile, saptanan taktiğin tutarsızlığını ve sonuçta tümüyle başarısızlığa uğramasını açıklamaya yeterdi. Kendi iç kurgusuna göre, bu taktiğin başarısında, sınıfın geniş kesimlerinin kapitalizme karşı sürekli bir biçimde genişleyecek ve derinleşecek eylemi bir ön varsayımdır. Her şey, kısa bir duraklamanın ardından, sürmekte olan devrimci bunalım temeli üzerinde devrimci kitle hareketinin yeni bir yükseliş olasılığına göre düşünülmektedir. Üçüncü Kongre tezlerinin yazarı Radek’in “genel rota” üzerine söyledikleri ile Lenin’in bir dizi değerlendirmesi, bu arada 1917 Rusya’sı ile kurulan paralellik, tüm bunlar birarada bunu gösterir. (Bu beklenti ciddi bir somut tahlile dayanmaz. Gerçi Lenin, aynı kongredeki konuşmalarının birinde, “ileri kapitalist ülkelerdeki somut gelişimin derin bir araştırması” ihtiyacını vurgular. Fakat yeni taktiğin dayandırıldığı tespitler bu tür bir tahlilden bağımsız olarak yapılır.)

Oysa Avrupa ve Kuzey Amerika sözkonusu olduğunda, bu değerlendirme olayların gerçek seyriyle bağdaşmaz. Bu taktiğin gündeme getirildiği dönem, Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da, yeni bir yükselişin eşiği olmakla değil, savaşı izleyen devrimci yükselişin sonu ve kapitalizmin nispi bir istikrar evresine girişi ile karakterize olmaktaydı. Nitekim Lenin, bir süre sonra, yenilmiş Almanya’yı dışında tutarak, o günlerin Avrupa’daki gerçek durumunu şöyle tanımlayacaktı:

“Batının en yaşlı devletleri olan birkaç devlet, kazandıkları zafere dayanarak, kendi ülkelerindeki sömürülen sınıflara bazı önemsiz ayrıcalıklar tanımak durumundadırlar. Bu ayrıcalıklar önemsiz de olsalar, o ülkelerdeki devrimci hareketi geciktirmekte ve ‘toplumsal barış’a benzer bir durum yaratmaktadır.” 7

Dolayısıyla, yeni politikanın varsayımları, herşeyden önce içinden geçilmekte olan tarihsel evrenin nesnel özellikleriyle katı bir çelişki içindeydi. Bu, bu varsayımlar temeli üzerinde bu politikadan umulan tüm yararların dayanaksızlığını ve sonuçta yalnızca bu yönüyle bile izlenen taktiğin isabetsizliğini ve başarısızlığını açıklar.

Şunu da belirtelim ki, şaşırtıcı derecede öznel görünen bu bakışın gerisinde, hep Almanya’da hâlâ belirsiz kalan durum vardır. Fakat Almanya’ya bakıp, Komünist Enternasyonal’in geneli için bir taktik çizgi tespit etmek ve “bu taktiğin bütün komünist parti ve gruplarca en titiz bir biçimde uygulanmasını” talep etmek, daha da vahim bir tutarsızlıktır.

Öte yandan, birleşik işçi cephesi taktiği ile “işçi hükümeti” sloganının, Komünist Enternasyonal’in teorik ve tarihsel konumu bakımından asıl önemi, hiç de güncel durumun değerlendirilmesindeki telafi edilebilir bir taktik yanlışlıkta yatmamaktadır. Nitekim, adı açıkça konmasa bile, o günün tarihsel ortamının gerçek özellikleri gitgide daha belirgin hissedildiği halde, bu taktik buna rağmen ve “asıl şimdi gerekli” denilerek (Dördüncü Kongre, 1922 sonu) sürdürülmüştür. Demek ki sorunun özü ve önemi hiç de koşulların kavranış biçimiyle ilgili değildir.

Bu taktik ve sloganın asıl önemi, proletaryanın devrimci sınıf taktiklerinin ilkesel çerçevesine ilişkin tutarsızlıklar ve bununla da sıkı sıkıya bağlı olarak, sosyal-demokratların gerçek konumu hakkında yeniden yaratılan hayallerdir. Bu taktik ve slogan, Komünist Enternasyonal’in İkinci Enternasyonal’in teorik ve ilkesel konumundan yaşadığı büyük tarihsel kopuştan ciddi bir gerilemedir. Arada açılan ve tam bir tarihsel ve teorik haklılığa sahip olan mesafenin, ciddi teorik ve ilkesel karışıklıklar yaratacak ve tahrip edici tarihsel sonuçlar besleyecek ölçüde, yeniden kapanmasıdır. Aslında, bir başka yönünden bakılırsa, yaşanılan teorik ve tarihsel kopuşun ne ölçüde köklü, derinlikli, kesin ve tam olduğunun da, bir ölçüde tartışmaya açık hale gelmesidir.

Emperyalist savaş, İkinci Enternasyonal’in, ona bağlı geleneksel sosyal-demokrat partilerin, burjuvazinin hizmetinde düzen içi örgütler haline geldiğini gösterdi. Savaşı izleyen devrimci dalga, bu aynı partilerin devrimin karşısına kapitalizmin aktif savunucuları olarak çıktıklarını, proletarya ile burjuvazi arasındaki iç savaşta “komüncü”lere karşı “versaycı”ların yanında yer aldıklarını (Lenin) gösterdi. Macar Sovyet Cumhuriyeti deneyi, merkezcilerle bile bir hükümet birliğinin felaket demek olduğunu kanıtladı. Tüm bu deneyimleri, Emperyalizm başlıklı bilimsel eserinin teorik sonuçları ile birleştiren Lenin, 1920 Temmuz’unda bu aynı esere yazdığı Önsöz’de, şöyle toparladı: “İşçi hareketinin bütününde görülen uluslararası bölünme, günümüzde iyice belirgin bir durum kazanmıştır. (II. ve III. Enternasyonaller). İki akım arasında silahlı bir savaşın ve iç savaşın sürdüğü de ortadadır.”

Aynı yerde bunu örnekledikten, bu “tarihsel ve evrensel olayın ekonomik temeli”ni özetledikten sonra da, sözlerini şöyle bağladı: “Bu olayın ekonomik kökleri kavranmadıkça, siyasal ve toplumsal önemi değerlendirilmedikçe, komünist hareketin ve önümüzdeki toplumsal devrimin pratik sorunlarının çözümlerine doğru bir tek adım bile atılamaz.” 8

Komünist Enternasyonal’i bu tarihsel ve teorik gelişme süreci yarattı ve bu enternasyonalin ilk iki kongresi, kendini yaratan bu temeli daha da geliştirdi. Üçüncü Kongre ile aynı tarihte, İkinci Enternasyonal, her yerde, savaşın ve onu izleyen devrimci kaynaşmaların kapitalist düzende yarattığı sarsıntıları giderme ve kapitalizmi restore etme çabasında burjuvazinin aktif bir destekçisi idi. Objektif konumu ve temel yönelimi bu olan bir akımla, geniş işçi yığınlarını birleştirmek adına ve kısmi talepler temeli üzerinde, kapitalizme karşı bir asgari mücadele platformu tasarlamak, bir kez daha objektif gerçeklerden kopmaktır.

Sosyal-demokratlar işçi sınıfı yararına bazı reformlar için bazı gündelik ihtiyaç ve istemler için elbette bir çaba gösterebilirlerdi ve göstermekteydiler. Başka türlü olsaydı politik olarak varolmak olanağını kolayca kaybederlerdi. Fakat onlar için bunun yolu burjuva düzenin temel çıkarlarına hizmetten geçmekteydi. Sosyal-demokratlar için kısmi taleplerin elde edilmesi, burjuva düzeni savunmanın, sınıfı devrimci eylemden alıkoymanın yan ürünleriydi. Oysa komünistler için kısmi talepleri gerçekleştirmek, tersine, kapitalizme karşı mücadele etmekten, yığınları devrimci eyleme sürüklemekten geçmekteydi. Reformcu ve devrimci bu iki bakış ve ele alışın, birleşik işçi cephesi çerçevesinde ve gündelik faaliyet içinde bağdaştırılması nasıl olabilirdi?

Burada, tam da bu bağdaşmazlık içinde, sosyal-demokrasinin içyüzünü açığa çıkarmak ve böylece geniş işçi kitleleri üzerindeki etkisini kırmak olanağı ileri sürülebilir (Nitekim zamanında sürülüyordu da). Fakat bunun olanaklı olabilmesi için de, ya gündelik istemlerin sosyal-demokrasi ve reformist sendika liderleri tarafından karşılanamaması, ya da birlik cephesi platformunun kısmi istemlerin ötesinde kurulabilmesi gereklidir. O günün koşullarında bunlardan ilki, sosyal-demokratlar için, tam da mücadeleden geri durarak, yığınları politik pasiflik içinde tutarak, bu temel üzerinde burjuvaziyle gerçekleştirilmiş uzlaşma sayesinde, elde edilebilir idi. Kaldı ki zaten bu sosyal-demokrasinin gücünü ve etkinliğini oluşturmasını ve korumasını olanaklı kılan asıl temeldi. Sosyal-demokratlar, bu tür bir çerçevede kalındığı sürece, hiç de komünistlerle “mücadele birliği”ni değil, tam tersine, burjuvaziyle komünistlere karşı iş birliğini tercih ederlerdi. Ve kapitalizmin girmekte olduğu yeni koşullar ile Ekim Devrimi’nden duyulan korku ve alınan ders, birçok ülkede burjuvaziyi bu alanda sosyal-demokratlara gerekli kolaylığı fazlasıyla sağlamaya yöneltmişti.

Gündelik istemleri aşan bir birlik cephesi platformu ise, sosyal-demokratların doğaları gereği yanaşamayacakları, tersine bu doğrultudaki bir gelişmeye karşı burjuvaziyle herzamankinden daha sıkı kenetlenecekleri bir durum olurdu. Bu noktada onların işini güçleştirecek, onları daha çok bir taktik manevra olarak birleşik işçi cephesi politikasına zorlayabilecek tek gerçek faktör, kendi etkileri ve denetimleri altında tuttukları da dahil, geniş yığınların bu tür istemlere sahip çıkması ve bu doğrultuda ortaya bir militan mücadele eğilimi koyması olabilirdi. Aslında taktik politikasını geliştirirken Komünist Enternasyonal’in de umudu buydu. Gerek birleşik işçi cephesi, gerekse “işçi hükümeti” üzerine görüşlerini açıklarken ve başarı olanaklarını tartışırken, döne döne bu “aşağıdan” gelen basınç üzerinde durması bundandır. Fakat bu umut o günün gerçeklerinden kopuktu. (Lenin’in, önemsiz ayrıcalıklarla burjuvazinin yaratmayı başardığı “toplumsal barış”a benzer bir durum üzerine sözleri hatırlansın.)

Devrimci hareketin yatıştığı ve kapitalizmin nispi bir istikrar dönemine girmekte olduğu bir sırada, “işçi sınıfının çoğunluğunu” reformizmin etkisinden kurtarıp kazanmak, Komünist Enternasyonal’in kapıldığı anlaşılması zor bir hayaldi. Geride kalan devrimci dönemde başarılamayan bir işin, kıyaslanmayacak ölçüde elverişsiz olan bir dönemde, yığınların devrimcileşmesi ve sosyal-demokrasiden kopmasını kolaylaştıran nesnel koşulların geride kaldığı nispeten durgun bir dönemde başarılabileceğini sanmak gerçekçi bir beklenti değildi. Böylesi dönemlerde reformizm gücünü, etkinliğini, yığınlar üzerindeki politik ve örgütsel denetimini her zaman ve nispeten kolay bir biçimde koruyabilmektedir.

Fakat böyle bir hayale kapılmanın yarattığı asıl tehlike, bunu olanaklı kılabilecek taktikler adına, Komünist Enternasyonal ile İkinci Enternasyonal, komünist parti ile sosyal-demokrat parti arasındaki sınır çizgilerini bulanıklaştırmak olurdu. Sosyal-demokrat partileri de kapsayan “işçi partileri” deyimi, onun bir uzantısı olarak ortaya çıkan “işçi hükümeti” sloganı, “işçi partileri ile burjuvazi arasındaki güç oranı” türünden ifadeler, “burjuva iktidarına karşı ve onun nihai çöküşünü amaçlayan işçilerin birlik cephesi ve bütün işçi partilerinin koalisyonu” türünden formüller, tüm bunlar böylesine bir bulanıklığı yaratmaktan başka bir işe yarayamazlardı. İşçilere, komünist partisi ile sosyal-demokrat partinin koalisyonundan oluşan, burjuva demokrasisi çerçevesinde ve “öncelikle onun araçlarıyla” iş gören, böylece sözümona “devlet aygıtını ele geçiren”, bu sayede işçileri silahlandırırken tüm burjuva ve karşı devrimci örgütleri silahsızlandıran, üretimi denetleyen bir “işçi hükümeti” modeli sunmak, yalnızca sosyal-demokrasi konusunda da değil, daha da kötüsü, burjuva devlet aygıtı hakkında boş ve son derece tehlikeli hayaller yaymak demektir.

Komünizm ile sosyal-demokrasi iki ayrı dünya, iki ayrı düzen, iki ayrı sınıf, iki ayrı siper demektir. Birincisi her türlü faaliyetinde işçi sınıfını düzenden koparıp kapitalizmi yıkmak üzere devrime yöneltmek için çabalarken, ikincisi, tersine olarak, işçi sınıfının kapitalizme köleliğini sürdürmek, onu düzen içinde tutup devrimden uzaklaştırmak çabasındadır. Özel bir tarihsel anda bu iki akımın varlığını bir arada tehdit edebilecek bir gelişme söz konusu olmadığı sürece, bu iki akım arasında bir kesişme alanı bulmak nesnel olarak olanaksızdır. Sosyal-demokrasiye nefes aldırtan bir durgunluk döneminde komünistlerin bu tür bir kesişme alanı aramaya kalkması, onları yalnızca düzen içi bir çerçeveye sıkışıp kalmak tehlikesiyle yüzyüze bırakabilir. Ya böyle olur, ya da sözkonusu taktik bir kez daha ayakları havada kalır, bir uygulanma olanağı bulamaz.

Üçüncü ve Dördüncü Kongrelerin resmi belgeleri, tüm sosyal-demokrat partileri cömertçe “işçi partiler” sınıflamasına koyarlar. Oysa İkinci Kongre’de Lenin, İngiliz İşçi Partisi’ni “sendikalarda örgütlenmiş işçilerin politik ifadesi” olarak tanımladılar diye İngiliz komünistlerini kınamaktaydı. Bir parti nitelendirilirken üye tabanının sosyal yapısına göre değil, sözkonusu partilerin gerçek politik kimliğine ve faaliyetine bakılır diyen Lenin, “Bu açıdan bakıldığında tek doğru görüş, İşçi Partisi’nin son derece burjuva bir parti”, “burjuvaziye ait bir örgüt” olduğunu sözlerine eklemişti. Fakat bu kongreden yalnızca altı ay sonra, bu kez sözümona bir “işçi hükümeti”ne olanak yaratmak adına, İngiliz komünistlerinden İngiliz İşçi Partisi lehine kendi adaylarını seçimlerden çekmeleri de istenebilmişti.

Sosyal-demokrat partileri kapsayan bir birleşik işçi cephesi ancak bir koşulla gerçekleşebilirdi. Komünistlerin onu devrimci bir biçimde ele almaması, kısmi talepler uğruna mücadeleyi iktidar perspektifine bağlamaması koşuluyla. Bunun olmadığı bir durumda, reformistler de devrimcileşemeyeceğine göre, bu taktiğin bir gerçekleşme şansı yok demekti.

Bu taktiğe model ülke olan Almanya’nın bazı eyaletlerinde (Saksonya ve Thüringen), 1923 sonbaharında, “işçi hükümeti” sloganı sosyal-demokratların sol kanadıyla kurulan ortak hükümetlerle çok kısa bir süre için bir uygulanma olanağı buldu. Bunun ise 1923 Ekim’inde komünistlerin bozguna dönüşen kolay yenilgisi ile sonuçlanması, Komünist Enternasyonal’i geriye çeken taktiğin de sonu oldu. Bir ölçüde bu fiyaskoya bir tepki olarak, 1924 Haziranı’nda toplanan Beşinci Kongre’de, bu kez de ters uca bir savrulmayla, sosyal-demokrasinin “faşizmin bir kanadı” olduğu iddia edildi ve ortaya “sosyal-faşizm” tezi atıldı.

Kendi özel katkısı ile geliştirilen birleşik işçi cephesi politikasını 1932’de hâlâ savunan Troçki, bu politikanın başarısızlıkları hakkında şunları yazmaktadır: “Öyleyse, Komintern’in birleşik işçi cephesi politikasını reddedişi nasıl açıklamalı? Bu politikanın geçmişte uğradığı başarısızlıklar ve fiyaskoyla.” Başarısızlığın politikadan değil, politikacılardan geldiğini iddia eden Troçki, yapılan yanlışların “iki kategori”de toplandığını belirtir. Kendisinin etkin olduğu döneme (bu politikaların geliştirildiği Üçüncü ve Dördüncü Kongreler dönemi) ilişkin yanlışları ilk kategoride toparlar ve şöyle özetler:

“Çoğu kez, Komünist Partisinin en önemli yayın organları durumla ilgisi olmayan ve kitlelerin bilincinde bir karışıklık uyandırmayan radikal sloganlar için ortak mücadele önerisi ile yaklaşmışlardır reformistlere. Bu öneriler, kör atış niteliğini taşıyorlardı. Kitleler ilgisiz kalıyordu; reformist liderler ise Komünistlerin bu önerilerini Sosyal Demokrasiyi yıkmak için bir tuzak olarak görüyorlardı. Her iki durumda da, birleşik cephe politikasının salt biçimsel, bildirisel bir uygulaması denenmişti; oysa bu politika, özü itibarıyla, ancak genel durumun ve kitlelerin şartlarının gerçekçi bir değerlendirmesinin temeli üzerinde verimli olabilir.” 9

Troçki yanlısı tarihçisi Isaac Deutscher ise, aynı konuda ve Troçki’nin bu politikaya ilişkin rolünü tartıştığı bir sırada, şu değerlendirmeyi yapar: “Birleşik cephe fikri Bolşeviklerin geçmişteki taktik tecrübelerine dayanmaktaydı... Ancak, Bolşeviklerin başarısı yalnızca liderlerinin becerikliliğinden ileri gelmemişti, bütün sosyal düzen yıkılmış, bütün klasik ihtilallerde olduğu gibi bu ihtilal de sağdan sola gitmişti. Komünistlerin görüşüne göre, başka gerçekçi taktikler olmasa bile, Rusya’nın dışında uygulanacak bu tür taktiklerin aynı derecede başarı şansı var mıydı? Eski düzen Avrupa’da bir dereceye kadar denge sağlamış, karmakarışık bir şekilde de olsa açıkça soldan sağa gitmişti. Yalnız bu bile birleşik cephe içinde reformcuların üstün durum sağlamalarına yeterdi.” 10

Her iki değerlendirme de, aslında, özellikle Troçki kesin bir biçimde aksine iddia etse de, birleşik işçi cephesi taktiğinin, o günün tarihsel koşullarında devrimci bir çerçevede uygulanma yeteneğinden yoksun olduğunu göstermektedir. Reformcu bir çerçeveye de doğal olarak Komünist Enternasyonal yanaşamazdı. (Değerlendirmesinde Troçki’nin “yanlışlar” diyerek kınadığı, gerçekte Enternasyonal’in bu yerinde tutumundan başka bir şey değildi.)

Fiili bir uygulama yeteneği bulamamakla birlikte, birleşik işçi cephesi ve “işçi hükümeti” taktiklerinin Komünist Enternasyonal’in sonraki yaşamı içinde önemli ve birbirine yakından bağlı ciddi bazı tarihsel sonuçları oldu.

İlkin, birleşik işçi cephesi taktiği ve özellikle “işçi hükümeti” sloganı ile, İkinci Enternasyonal’e karşı verilen tarihsel mücadelenin sağladığı ideolojik kazanımların bir bölümü zaafa uğradı.

İlkinin bir uzantısı ve ikinci olarak, bu taktiklerin gündeme gelmesi, Komintern’de başlamış bulunan fakat henüz yeterli sonuçları yaratmamış olan İkinci Enternasyonal’in ideolojik kalıntılarına karşı mücadeleyi kesintiye uğrattı. Bu taktiklerle birlikte sağ eğilimin temsilcileri kendilerini gizlemeyi başardılar, dahası önemli bir güç kazandılar.

Komintern solu ise, Üçüncü Kongre boyunca Lenin’in yoğun bir eleştiri şiddetine hedef oldu. Lenin’e göre, “saldırı kuramı”nın savunucusu olan “sollar” dizginlenemezse, tüm komünist hareket “ölüme mahkum” olur, ortada “ne komünizm ve ne de Komünist Enternasyonal” kalırdı. Bununla birlikte, kongrenin daha sakin bir anında, “Sol’un hatası sadece bir hatadır ve kolayca düzeltilebilir” demekten de geri durmadı Lenin. Bunu, Şmeral şahsında sağ’a ilişkin rahatsızlığını ifade ettiği bir sırada söylemesi özellikle anlamlıdır. 11

Üçüncü olarak, oportünizme karşı mücadelenin zayıflaması olgusu ile sağın güçlenmesini kolaylaştıran geri çekilme taktikleri birarada, Yedinci Kongre’deki köklü tarihsel dönüşün kolay gerçekleşebilmesini hazırlayan temel etkenler arasında yer alırlar. Yedinci Kongre, 1920 başlarında birleşik işçi cephesi ve “işçi hükümeti” taktiklerini uygulanmaz kılan iç güçlükleri, bunları iktidar perspektifi içinde ele almaktan vazgeçerek bir biçimde aşmış oldu. İktidar perspektifinin bir yana bırakılması, eski taktiklerin, 1930’ların kendine özgü koşullarına uyarlanarak uygulanmasını olanaklı hale getirdi.

Birleşik işçi cephesi ve işçi hükümeti taktiklerinin sonuçlarına ilişkin olarak söyleneceklerin hepsi bu kadar değil; fakat tarihsel önemleri bakımından bu kadarı şimdilik yeterli.

* * *

Komünist Enternasyonal’in tarihinde ilk beş kongreyi kapsayan dönemin belli başlı sorunları burada ele alınanlardan ibaret değil kuşkusuz. Örneğin sömürgeler sorunu ile tek ülkede sosyalizmin Lenin’le gündeme gelen ilk sorunlarına henüz hiç değinilmedi. Komintern Üzerine Değerlendirmeler, ilk yılların bu iki önemli sorununu da kapsayarak sonraki dönemlerin sorunlarıyla devam edecek.

(Ekimler, Sayı: 1, Mart 1992)

 

Dip Notlar:

1- Üçüncü Enternasyonal Konuşmaları, s.114

2- Aktaran Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, Köz Yayınları, 1977, s, 189-192.

Troçki, aynı yerde, aktardığı tezlerin Üçüncü ve Dördüncü Kongreler arasında kendisi tarafından kaleme alındığını açıklıyor.

3- Alexander Sobolev, Üçüncü Enternasyonal Kısa Tarihi, s.188-196

4- III. Enternasyonal / Belgeler, s.68-69

5- III. Enternasyonal / Belgeler, s.67-73

6- İsaac Deutscher, Troçki, C.2, Ağaoğlu Yayınevi, 1970, İstanbul, s.79

7- Az Olsun Temiz Olsun, İşçi Sınıfı ve Köylülük içinde, Sol Yayınları, 1977, Ankara, s.517

8- Emperyalizm, Sol Yay., 7. Baskı, s.14-15

9- Faşizme Karşı Mücadele, s.192-193

10- İsaac Deutscher, Troçki, C.2, s.78-79

11- Lenin, Üçüncü Kongre’nin son günü, “Alman, Polonya, Çek, Macar ve İtalyan Delegeleriyle Toplantıda Konuşmalar”da, Komintern sağı’nın temsilcilerinden Çek partisi lideri Şmeral hakkında şunları söyler:Şmeral benim konuşmamdan hoşnut kalmışa benziyordu, fakat tek taraflı olarak yorumluyor şimdi onu. Komitede yaptığım konuşmada Şmeral’ın doğru çizgiyi bulabilmesi için üç adım sola atmasını, ve Kreibich’in bir adım sağa atmasının gerektiğini söyledim. Ne yazık ki, Şmeral bu adımları atmakla ilgili olarak hiçbir şey söylemediği gibi, durum hakkında görüşlerini de belirtmedi.” (Üçüncü Enternasyonal Konuşmaları, s.149).

Lenin kaygılarında haklıydı. Komintern solu, sağa doğru atılması istenen “bir adım”ı genellikle attı. Fakat sola doğru “üç adım atması” gereken Komintern sağı yerine çakılıp kaldı.