İşçi hareketindeki ağır fakat yaygın büyümenin ortaya çıkardığı İkinci Enternasyonal, görece barışçıl biçimde yaşanan bir dönemin reformist bir yan ürünüydü. Üçüncü Enternasyonal ise toplumsal devrimler çağının ilk büyük devrimci dalgasının dolaysız bir devrimci ürünü oldu. Hemen ardında muzaffer Ekim Devrimi, hemen önünde yeni muzaffer devrimlere varabilecek devrimci çalkantılar uzanıyordu. Kendi kuruluşu şahsında, yeni çağın açık bilinci kadar, yaşadığı günlerin devrimci bilincini, sorumluluğunu ve coşkusunu da yansıtıyordu. Tarih içindeki yerini ve tarihsel misyonunu buna göre saptamaktaydı. Kendini uluslararası işçi hareketinin uzun geçmişinin devrimci mirasçısı ve devrimler dönemindeki temsilcisi olarak görüyordu. Birinci Enternasyonal, geleceği öngörmüş ve sosyalizm için uluslararası proleter mücadelenin ilk ideolojik ve örgütsel temellerini atmıştı. İkinci Enternasyonal, hareketin yaygınlaşmasında büyük bir rol oynamış ve milyonlarca proleteri sosyalizm bayrağı altında örgütlemişti. Üçüncü Enternasyonal ise, bu birikimin meyvelerini toplayacak, “açık kitle eyleminin, devrimi gerçekleştirmenin enternasyonali” olacaktı. (Kuruluş Manifestosu). Lenin ise kuruluşunun hemen ardından Üçüncü Enternasyonal’in “tarihteki yeri”ni ve “çağ açan önemi”ni, proletarya devrimini zafere ulaştırmak, “Marks’ın baş sloganını”, proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirmek şeklinde özetlemişti.
Tarih içindeki bu dolaysız devrimci konumunun yanı sıra yeni enternasyonalin bir başka temel özelliği, ilk kez tüm dünya ölçüsünde bir uluslararası örgüt olarak ortaya çıkmasıydı. İlk iki enternasyonal yalnızca Avrupa ve Kuzey Amerika işçi hareketini kucaklamışlardı. Birinci Enternasyonal döneminde Doğu hâlâ uzun tarihsel uykusundaydı. İkinci Enternasyonal’in ise ancak son döneminde Doğu’da uyanışın ilk belirtileri açığa çıkmış, fakat oportünist liderler ya bunu görmezlikten gelmişler ya da örneğin “ilerici bir sömürge politikası” tartışmakla yetinmişlerdi.
İkinci Enternasyonal’i çöküşe götüren emperyalist dünya savaşı, öte yandan Doğu’daki uyanışı da tüm boyutlarıyla açığa çıkardı. Ekim Devrimi ise ona yeni bir hız kazandırdı; Batı’nın devrimci işçi hareketiyle Doğu’nun devrimci ulusal hareketi arasında dolaysız bir köprü oldu. Şimdi ise komünist Üçüncü Enternasyonal, bu birliğe uluslararası bir örgütsel şekil kazandırmak iddiası ve misyonuyla ortaya çıkıyordu. O yalnızca Batı’nın proleterlerinin değil, Doğu’nun emekçilerinin kurtuluş davasının da temsilcisiydi. Daha Kuruluş Manifestosu’nda buna açıkça yer verir; Batı’daki proleter devrimleri ile Doğu’daki ulusal kurtuluş devrimleri arasındaki kopmaz ilişkiyi vurgular. 1
İçinde oluştuğu güncel tarihsel ortamın etkisiyle, Komünist Enternasyonal’in kuruluşuna büyük bir coşku ve dünya devrimine ilişkin son derece iyimser beklentiler egemendi. Öylesine ki, Lenin, Kuruluş Kongresi’nin hem açış hem kapanış konuşmalarında, bu iyimserliği dile getirir: “Bütün dünyada proleter ihtilalin zaferi artık kaçınılmazdır: Uluslararası Sovyet Cumhuriyetinin oluşumu ilerlemektedir.”
Bununla birlikte, devrimci çalkantılar içinde doğmuş olmak Üçüncü Enternasyonal’in gecikmişliğini gösterdiği gibi, hazırlıksızlığında ifade bulan zayıflığını da açıklar. Kurulduğunda Üçüncü Enternasyonal’e bağlı partilerin sayısı son derece sınırlıydı. İkinci Kongre’de de dile getirildiği gibi, “çoğu ülkede salt komünist eğilimler ve gruplar vardı”. Varolan partiler ise henüz yeni kurulmuşlardı. İdeolojik ve örgütsel bakımdan oturmuş değillerdi. Zayıf ve deneyimsizdiler. Avrupa’daki genel devrimci bunalımın sola ve devrimci eyleme çektiği yığınların henüz çok önemsiz kesimlerini temsil ediyorlardı. Bu yığınlar hâlâ büyük ölçüde İkinci Enternasyonal reformistlerinin ve “merkezci”lerin denetimindeydi. Doğal olarak bir tek Bolşevik Partisi bunun istisnasıydı.
Devrimci bir dalganın aşağı yukarı tepe noktasında doğmuş, fakat önüne gündemdeki dünya devrimine önderlik etmek görevi koymuş bir örgüt için, bu son derece büyük bir handikaptı. Alman komünistleri, yeniden şekillenen komünist hareketin bu henüz son derece zayıf düzeyini, Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşunu ertelemeye gerekçe göstermişlerdi. Bolşevikler içinse tersine, aynı olgu bu kuruluşu bir an önce gerçekleştirmenin bir gerekçesiydi.
Komünist Enternasyonal zayıf doğmakla birlikte kuruluşunun ilk bir yılında çok hızlı bir gelişme yaşadı. Yığınlardaki devrimcileşmenin sürmesi, Orta Avrupa’da ve Almanya’da Sovyet hareketinin gelişmesi ile Ekim Devrimine artarak süren sempati, bunu kolaylaştırmıştı. Komünist Enternasyonal çizgisinde yeni komünist partiler ve örgütler kuruldu. Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de ve İtalya’da devrimci işçilerin önemli bir bölümünü kontrol eden “merkezci” partiler, devrimci tabanın baskısıyla Komünist Enternasyonal’e katılma isteklerini açıkladılar. Bunlardan ilk üçü Şubat 1919’da İkinci Enternasyonal’in bir devamı olarak kurulan Bern Enternasyonali’nden kopmak zorunda kalmışlardı. Kısa ömürlü İkibuçukuncu Enternasyonal de aynı şekilde, sarı Bern Enternasyonali’nin itibarsızlaşmasının bir sonucu olarak çıktı ortaya. Komünist Enternasyonal’in güç kazanması öylesine etkileyiciydi ki, Lenin’i, İkinci Kongre’de (Temmuz 1920), bir yıl içinde “İkinci Enternasyonalin üstesinden gelmiş” bulunduklarını ilan eden abartılı bir değerlendirmeye bile götürebildi.
Bu hızlı gelişme üzerine gelen ve dünya devriminin olgunlaşmakta olduğu inancının hala güçlü olduğu koşullarda toplanan İkinci Kongre, Komünist Enternasyonal tarihinde ayrı bir yer tutar. Kuruluş Kongresi’ne göre geniş bir katılıma ve güçlü bir temsil yeteneğine sahip bu Kongre’de, bir dizi temel ve taktik konuda Komünist Enternasyonal’in ilkesel konumu netleştirildi, ideolojik temelleri oluşturuldu, tüzüğü kabul edildi.
Lenin’in İkinci Kongre’ye ‘Sol’ Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı kitabını özel bir çabayla yetiştirerek ve Batı dillerinde basımını sağlayarak katılması, bu Kongrenin tarihsel konumu hakkında yanıltıcı yorumlara konu edilemez. Kongre net bir biçimde sağcı oportünizme karşı mücadele platformu olmuş, oportünizm “baş düşman” ilan edilmiştir. Üçüncü Enternasyonal “moda”sına karşı aşırıya varan tedbirler alınmış, “merkezcilik”e olduğu kadar onunla uzlaşma eğilimine de savaş ilan edilmiş, “merkez”den kopmak ve “merkezci”leri saflardan temizlemek tutumu bir “ültimatom” kesinliğinde ortaya konmuştur.
Ayrıntılarda ve bazı güncel sorunlarda tartışmalı noktalar olsa bile, Lenin, “sol” eğilimlere karşı mücadelesinde tarihsel ve ideolojik bakımdan temelde doğru ve haklı bir konumdadır. Henüz son derece yeni ve deneyimsiz olan komünist parti ve grupların içinde belli kesimler, İkinci Enternasyonal’in oportünist geleneklerine duyulan yerinde ve haklı tepkiyi, yanlış bir biçimde belli çalışma alan, araç ve yöntemlerinin reddine vardırmaktaydılar. İçinden geçilmekte olan tarihsel ortama ve yığınlardaki devrimcileşme ve siyasal olgunlaşmanın düzeyine ilişkin yanılsamalar, bu eğilimi özellikle körüklüyordu. Oysa bir bütün olarak 1919 yılının olayları, gerek yığınların devrimcileşmesinin gerçek düzeyi, gerekse henüz son derece güçsüz ve deneyimsiz olan komünist partilerin bu yığınlara önderlik yeteneği konusunda uyarıcı olmuş, erken ve kolay devrim hayallerini boşa çıkarmıştı. Yine de, savaşı izleyen ve en büyük ve en derini olduğu sonradan anlaşılan ilk dalga geçmiş olmakla birlikte, devrimci durumun sürdüğü ve daha kuvvetli yeni bir dalganın geleceği, ortak ve güçlü bir inançtı. Bunu en iyi şekilde karşılamak ona en iyi şekilde hazırlanmayı, bu ise “baş düşman” ve asıl büyük tehlike olan oportünizmi alt etmeyi, fakat yanı sıra, “çocukluk” hastalıklarından kaçınmayı da gerektiriyordu.
Lenin kitabıyla bunu kavratmayı amaçlıyordu. Nitekim Kongre’deki tutumu da buna tanıklık eder. “Burjuva rejimi bütün dünyada derin bir devrimci kriz geçirmektedir” değerlendirmesini yapar ve sorunu, “devrimci krizi iyi kullanabilmek için devrimci sınıfı hazırlamak” şeklinde koyar. Bunun temel engeli oportünizmdir. Lenin’e göre Komünist Enternasyonal kurulduğundan beri önemli bir mesafe katedilmiş olmakla birlikte, “dünya proletaryasının ihtilalci işçi partilerinin kendi içlerinde bulunan burjuva ve oportünist etkiden kurtulmaları henüz gerçekleşmiş değildir”. “Oportünizm baş düşmanımızdır ve onu yenmeliyiz. Bu kongreden ayrıldığımız zaman tüm partilerden, sonuna dek bu mücadeleyi vermeye kararlı olmalıyız. Asıl görevimiz budur.”
Bu sözleri, bu görevle kıyaslandığında, “‘sol’ eğilimin yanlışlarını düzeltme” görevinin daha kolay olduğu; yalnızca küçük-burjuva öğelerin değil, fakat geçmişin çürütücü parlamenter geleneklerinin doğurduğu “haklı, doğru ve gerekli bir kinden hareket eden proletaryanın bazı ileri gruplarının” da bu eğilim içinde yer aldığı değerlendirmesi izler. 2
Komünist Enternasyonal tarihinde İkinci Kongre çoğu kere “21 Koşul”la birlikte anılmakta ve bu koşulların sonraki tarihsel etkileri hakkında yaygın bir tartışma yürütülmektedir. Lenin ve Zinovyev tarafından hazırlanan Komünist Enternasyonal’e katılmanın “21 Koşul”u, bu kongrede oportünizme karşı verilen mücadelenin ve alınan tavrın en şiddetli ifadesi oldular.
Daha önce de ifade edildiği gibi, Avrupa’ya egemen devrimci havanın hâlâ sürüyor olması, devrimci tabanın baskısı, Ekim Devriminin prestiji, Komünist Enternasyonal’in artan gücü ve saygınlığı, tüm bu etkenler bir arada Bern Enternasyonali’ni parçaladı. İkinci Enternasyonal’in merkezci kanadına mensup önde gelen hemen tüm partiler, İkinci Kongre öncesinde, taktik bir manevra olarak Komünist Enternasyonal’e katılmak istediler.
“21 Koşul”, bu “moda” eğilime karşı Komünist Enternasyonal’in kendi ideolojik ve ilkesel saflığını korumak ve savunmak isteğinin ürünüdür. Bu koşulların sunuş bölümünde açıkça belirtilir ve vesile doğdukça tek tek maddelerde yinelenir: “Komünist Enternasyonal, II. Enternasyonal ideolojisinden kesin olarak sıyrılmayan ve yarı-gönüllü olduklarını belli eden kararsız öğeler tarafından sulandırılma tehlikesiyle karşı karşıyadır.”
İkinci Kongre “21 Koşul”u kabul ederken hem bu tehlikeyi önlemek ve hem de, Komünist Enternasyonal üyesi olup da kendi reformist ya da “merkezci” kanatlarından kopmakta zorlanan partileri bu konuda bir an önce kesin bir tavra yöneltmek amacındadır. “21 Koşul”un 7. maddesi bu ikincisinin (“merkezciler”den kopma) en kısa zamanda gerçekleşmesini, “kayıtsız şartsız bir ültimatom niteliğinde” ifade eder. Bunda tereddüt etmenin ve buna katlanmayı Komünist Enternasyonal’den beklemenin, onun “İkinci Enternasyonal’e benzemesine yol açacağı”nı belirtir. Böylece ilkinden kaynaklanan aynı tehlikeye işaret eder.3
Komünist Enternasyonal bu hassasiyeti göstermekte tümüyle haklıydı. Nitekim sarı Bern Enternasyonali’nden devrimci ortamın baskısıyla kopan ve Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen merkezci parti ya da kesimler ile İkibuçukuncu Enternasyonal, devrimci dalganın çekildiğinin kesinleşmesinden hemen sonra, gerisin geri aynı sarı İkinci Enternasyonal’e döndüler (Mayıs 1923). Öte yandan Komünist Enternasyonal, talep ettiği ayrışmayı gösterdiği kararlılığın basıncıyla sağlamayı başardı. Alman Bağımsız Sosyal-Demokrat Partisi ile Fransız ve İtalyan Sosyalist partilerinde, komünistler “merkezci”lerden koptular. Muhakkak ki oportünist öğelerden ancak “ültimatom”la gerçekleşebilen bu tür bir kopmanın geleceğe yansıyan bazı sonuçları olacaktı. Bu 1920 sonunda Tours kongresinde Komünist Partisi adını alan Fransız Sosyalist Partisi için özellikle doğrudur.
Fakat “21 Koşul”, gerek taşıdığı anlam ve gerekse yarattığı tarihsel sonuçlar bakımından, yukarıda sözü edilen güncel tehlikeyi savuşturmaktan öteye bir önem taşımaktadır. Bir bölümü ilke sorunları ve dönemin devrimci görevleri konusunda açık ve kesin devrimci tanımlamalar getiren bu koşulların, öteki bir bölümü de Komünist Enternasyonal’e üye olmak isteyen partilerin bu üyeliği hak etmek için yapması zorunlu iç temizliği ve iç örgütsel düzenlemeleri, kesin ve emredici bir üslupla ortaya koymaktadır. Diğer bazı maddeler ise, bir örgüt olarak Komünist Enternasyonal’in disipline ve örgütsel işleyişe ilişkin anlayışını yansıtmaktadır. Yeni kurulmuş ve moda bir akına sahne olan Komünist Enternasyonal’in, İkinci Enternasyonal’den kalmış partilerden, örgütsel yapı ve işleyişe ilişkin olarak, kendi anlayış ve ilkeleri doğrultusunda kesin değişiklikler ve düzenlemeler talep etmesi son derece doğaldı. Ne var ki, ayrışma ve iç arınmayla karakterize olan bir geçiş döneminin gerektirdiği bu katı ve emredici tutum, Komünist Enternasyonal’in bütün bir tarihinde kalıcılaştı.
İkinci Enternasyonal gevşek bir federasyon olarak örgütlenmişti. Merkezi bir yönetim ve uygulama gücü olmadığı gibi, kararlarının bir bağlayıcılığı da yoktu. Bu yapı, içinde şekillendiği tarihsel dönemin sınıf mücadelesi yönünden durgun ve barışçı, hemen tümüyle ulusal bir zemine ve ulusal devlet çerçevesine dayalı koşullarıyla kolayca uyuşabiliyordu. Emperyalizm çağının hızlanan olayları, uluslararası proletaryanın ortak devrimci tutum ve eylemini daha sıkı koordine etmeyi gerektirdiği bir evrede ise, kağıt üzerinde ortak tutumlar saptanmış, fakat uygulama yeteneği konusunda hiç bir özel çözüm düşünülmemişti. Gerçekte devrim gibi, uluslararası proletaryanın ortak devrimci mücadelesini ve eylemini örgütlemek gibi bir sorunu olmayan İkinci Enternasyonal için bu durum ne şaşırtıcıydı, ne de o gün için bir problem yaratıyordu. İkinci Enternasyonal’in çöküşü bir yönüyle de durgun dönemin gizlediği bu gerçeğin emperyalist savaşla birlikte açığa çıkmış olmasının bir sonucudur.
Komünist Enternasyonal’den çok önce gerçek marksistler bundan proletarya hareketinin uluslararası disiplini konusunda sonuçlar çıkarmaya çalıştılar. Emperyalist savaş öteki şeyler yanında ulusal çitlere bir başkaldırı olmuş ve tek tek ülkelerdeki devrimci süreçleri bir tek dünya devrimci sürecinin bileşenleri haline getirerek, uluslararası proletaryanın genel strateji ve taktiğini olduğu kadar eylemini de birleştirip koordine etmeyi bir zorunluluk haline getirmişti. Savaşı izleyen uluslararası devrimci dalga bu ihtiyacı daha açık ve yakıcı hale getirdi. İkinci Enternasyonal’in ideolojik bakımdan heterojen, örgütsel bakımdan gevşek yapısının eleştirisi bu temelde gerçekleşti. Devrimci bir komünist enternasyonalin yapısı ve işleyişi ise bu eleştirinin ışığında düşünülüp şekillendirildi.
Devrim çağının gereklerini (buna örgüt ve disiplin anlayışı da dahildi) devrim ülkesinin tarihsel pratiğinin de yardımıyla herkesten iyi kavrayan Bolşevikleri bir yana bırakalım. Alman Sosyal-Demokrat Partisi’ndeki bürokratik-merkeziyetçiliğe duyduğu yerinde ve haklı tepkiden dolayı, merkeziyetçilik ve örgüt disiplini sorununa hep dikkatli ve mesafeli yaklaşa gelmiş Rosa Luksemburg bile, daha 1915 sonunda, tüm oportünist öğelerden arınmış ve sıkı bir disipline dayalı yeni bir enternasyonal tasarlamıştı. Buna ilişkin olarak hazırladığı 6 maddelik Öneriler’ini, Karl Liebknecht bile, uluslararası disiplin konusunda katı ve fazla merkeziyetçi bulmuş ve eleştirmişti. Fakat buna rağmen Rosa Luksemburg bu konuda herhangi bir değişiklik yapmayı kesin bir biçimde reddetmişti. (Öneriler 1916 başında Spartakist grup tarafından benimsendi.)4
3. maddesinde “Sınıf örgütlenmesinin ağırlık merkezi Enternasyonaldir” diyen, savaş ve barış zamanında temel sorunlara ilişkin taktiklerin Enternasyonalce saptanması gerektiğini savunan Öneriler’in 4. maddesi ise şöyleydi: “Enternasyonal kararlarının uygulanması görevi bütün diğer örgütsel görevlerin üstündedir. Kararlara karşı çıkan ulusal seksiyonlar otomatikman kendilerini Enternasyonalin dışında bulurlar.” 5
Rosa Luksemburg, yalnızca İkinci Enternasyonal’in olumsuz deneyiminden hareket ediyordu. Oysa Komünist Enternasyonal’e yön veren Bolşevik liderler, bu deneyimin yanı sıra Ekim Devriminin ve sürmekte olan iç savaşın olumlu deneyiminden, yanı sıra savaş sonrası uluslararası devrimci dalganın başarısız fakat öğretici deneyimlerinden de hareket ediyorlardı. Buna rağmen, daha önce de altını çizdiğimiz iç ayrışma ve arınma ihtiyacının gerektirdikleri dışında, (ki “Öneriler”ini hazırladığı sırada Rosa Luksemburg da, eski enternasyonalin kendi bünyesinde olmak üzere, bunu kesin bir biçimde talep ediyordu), formüle ettikleri koşullar özü itibarı ile çok farklı değildi.
Öte yandan, “21 Koşul”a egemen disiplin ve merkeziyetçilik anlayışı, yalnızca uluslararası işçi hareketinin geride kalan deneyimlerinden de esinlenmez. Yanı sıra, içinden geçilmekte olan tarihsel ortamın varsayılan özelliklerinden hareket eder. O günlerde, dünya devriminin olgunlaşmakta, “bütün dünyada derin bir devrimci kriz”in yaşanmakta olduğu, yeni bir uluslararası devrimci dalganın çok geçmeden geleceği düşünülmektedir. Bizzat “21 Koşul”un tek tek maddelerinde de bu sık sık dile getirilmiştir: “Avrupa ve Amerika’nın hemen bütün ülkelerinde, sınıf mücadelesi iç savaş evresine giriyor. Bu koşullar altında...” (3. koşul). “İçinde yaşadığımız, iç savaşın keskinleşme döneminde...” (12. koşul). Komünist Enternasyonal’in merkeziyetçilik anlayışını asıl tanımlayan 16. madde bile içinden geçilmekte olduğu düşünülen kendine özgü koşullarla ilişkilendirilmektedir:
“16. Komünist Enternasyonal Kongresi’nin ve Yürütme Komitesinin bütün kararları, Komünist Enternasyonale üye olan bütün partiler için bağlayıcıdır. En keskin iç savaş koşullarında faaliyet gösteren Komünist Enternasyonal, II. Enternasyonalde olduğundan çok daha fazla merkeziyetçi bir tarzda örgütlenmek zorundadır. Komünist Enternasyonal ve onun Yürütme Komitesi doğal olarak, ayrı ayrı partilerin, içinde mücadele ettikleri ve faaliyet gösterdikleri çok farklı koşulları hesaba katma ve genelde geçerli olacak kararları, ancak böylesi kararlar almanın mümkün olduğu sorunlarda almak durumundadır.”6
O gün içinde bulunduğu somut tarihsel ortamı ve olayların akış yönünü böyle değerlendiren Komünist Enternasyonal’in, uluslararası çapta daha sıkı bir disipline ve güçlendirilmiş bir merkeziyetçiliğe yönelmesi gayet normaldir. Sorun bu sonucun kendisinde değil, bunun çıkarıldığı olayların seyrine ilişkin değerlendirmededir. Bu değerlendirmenin yapıldığı günlerde Avrupa’da iç savaş evresine girilmiyor, tersine, emperyalist savaşın bitimini izleyen böyle bir evreden (bazı istisnaları olmakla birlikte) artık genel olarak çıkılıyordu. Nitekim çok geçmeden Üçüncü Kongre’de bu gerçek teslim edilecekti. Fakat buna rağmen, İkinci Kongre’de şekillendirilen ve olayların yönüyle gerekçelendirilen merkeziyetçilik anlayışında bir değişiklik yapılmadı. Tersine bu güçlendirilerek sürdürüldü. Daha “Stalin dönemi”nden bile önce!..
Yukarıya aktarılan 16. madde çerçevesinde dikkate değer olan olgu, “en keskin iç savaş koşulları”yla ilişkilendirildiği halde, burada formüle edilen merkeziyetçilik anlayışının, gerçekte hiç de normal dönemin makul ölçülerini aşmamasıdır. Eğer bu maddedeki anlayışın özü egemen kalsaydı, değil iç savaş koşulları, normal dönemlerde bile, bu sınırlar içindeki bir merkeziyetçiliğin, tek tek ülkelerdeki komünist hareketi zaafa uğratması için bir neden kalmazdı. Ne var ki gerçek uygulamada ve zaman içerisinde gitgide güçlenen bir eğilim olarak, bu maddenin son bölümündeki o sınırlayıcı ve dengeleyici kayıt görmezlikten gelindi. “Yürütme Komitesinin bütün kararları” kapsamına, yalnızca “genelde geçerli olacak kararlar” ve “ancak böylesi kararlar almanın mümkün olduğu sorunlar” değil, her bir ülkenin kendine özgü olan, dahası giderek her bir partinin kendi iç örgütsel durumuna özgü olan sorunlar (ve tabi bu sorunlara ilişkin kararlar) da dahil oldu.
Aynı kongrede kabul edilen ilk tüzüğün birçok maddesi, Yürütme Komitesinin (KEYK) görevi, yapısı, yetkisi ve çalışma tarzına ilişkin sorunlara ayrılmıştır. “21 Koşul”a bağlı olarak sözünü ettiğimiz gerekçelendirmeler çerçevesinde Yürütme Komitesi geniş yetkilerle donatılmıştır. Fakat doğal olarak en yetkili organ kongredir ve tüzüğün 4. maddesi bu kongrenin her yıl düzenli olarak toplanmasını öngörür. “En keskin iç savaş koşullarında” bu hükme uyulabildiği halde, devrimci dalganın çekilişinden itibaren uygulama değişmiş, ilk beş kongre yaklaşık olarak bir ya da bir buçuk yıl arayla toplandığı halde,7 Altıncısı dört yıl aradan sonra (Temmuz 1928), Yedinci ve son kongre ise ancak yedi yıl aradan sonra (Temmuz 1935) toplanabilmiştir. Sonuncusundan sekiz yıl sonra ise Komintern herhangi bir kongre toplayamadan, Yürütme Komitesi (KEYK) kararıyla kendini feshetmiştir. Zaman içinde ileriye doğru gidildikçe, Komintern kongreleri sürekli bir biçimde seyrelmiş, Yürütme Komitesinin yetkileri ise ters orantılı olarak sürekli bir biçimde artmıştır. Bu, Komintern’de devrimci merkeziyetçilikten bürokratik merkeziyetçiliğe doğru bir bozulma çizgisidir de. (Bunun yarattığı sorunları, özellikle dünya komünist hareketi ile dünya devrimci süreci üzerindeki tahribatı, tek ülkede sosyalizmin ortaya çıkardığı sorunlar ve bununla kopmaz bağ içinde SBKP’nin Yürütme Komitesi içinde tuttuğu özel yer ile birlikte kavramak gerekir.)
İkinci Kongre’de sorun henüz bu çerçeveye sahip değildi. Tek gerçek kaygı Komünist Enternasyonal’i zararlı öğelerden korumak, uluslararası proletaryanın devrimci eylemine, yaklaştığı düşünülen yeni devrimci çalkantı döneminde en başarılı biçimde önderlik etmekti. Bu haklı kaygıdan doğmakla birlikte, merkeziyetçiliğe doğru aşırı eğilim bu dönemde yerleşmiş, böylece değişen koşullar içinde giderek bir kusura dönüşmesi kolaylaşmıştır.
“21 Koşul”, İkinci Enternasyonal’in eski ve tecrübeli oportünist partilerine Komünist Enternasyonal’in kapılarını kapatmada ve bir kısım partinin saflarında bulunan oportünist öğeleri temizlemede etkili bir silah olarak yararlı bir iş gördü. Fakat bu koşullarda egemen olan ve oportünist öğelere karşı olduğu sürece yararlı olan hükmedici hava, bir merkeziyetçilik anlayışı olarak kalıcılaştığı ölçüde, dönüp gerisin geri, henüz genç, deneyimsiz, oturmuş bir kimlik ve kişilik kazanamamış yeni partileri yaralayan bir etkene dönüşebildi.
(Devam edecek...)
Dip Notlar:
1- İkinci Kongre’de kabul edilen Komünist Enternasyonal Tüzüğü’nün girişinde şöyle denir: “Komünist Enternasyonal, gerçekte sadece beyaz derili insanların varlığını kabul eden İkinci Enternasyonalle bağlarını kesin olarak koparttı. Komünist Enternasyonal kendisini bütün dünya emekçilerinin kurtuluşu görevine adıyor. Komünist Enternasyonal saflarında beyaz, sarı, siyah derili insanlar, dünyanın bütün emekçileri kardeşçe birleşiyor.” (III. Enternasyonal / Belgeler, Belge Yay., İst., 1979, s.25)
2- III. Enternasyonal Konuşmaları, Pencere Yayınları, İstanbul, 1989, s.52-53
Aynı kongrede Lenin, Alman ve Hollanda “sol”unun hatalarından sözederken, “genel olarak bu, gelişen bir proleter hareketin hatasıdır” derken, hemen ardından Alman “merkezci”lerinin kongredeki temsilcileri hakkında ve kıyaslama içinde, şunları söyler: “Crispien ve Dittmann yoldaşların söylevleri burjuva ruhundan esinlenmiştir ve bu proletarya diktatoryası için hazırlanmamızda bize yaramayacaktır.”
3- III. Enternasyonal / Belgeler, s.28-34
4- Peter Nettl, Rosa Luksemburg, C.2, s.141
5- Öneriler’in tümü için bkz. Nettl, a.g.e., s.149-150
6- III. Enternasyonal / Belgeler, s.25
7- Birinci Kongre Mart 1919, İkinci Kongre Temmuz 1920, Üçüncü Kongre Haziran 1921, Dördüncü Kongre Kasım 1922, Beşinci Kongre Haziran 1924.