Kapitalizmin serbest piyasacı neoliberalizmi, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ele geçirdiği psikolojik üstünlüğü, başta işçi ve emekçiler olmak üzere ezilen halklara karşı acımasız bir savaşla pratikleştirdi. Bu, kapitalist-emperyalist dünyanın yaklaşık son 40 yılına damgasını vuran bir ekonomi-politik yönelimdi. Neoliberal saldırganlık öncelikli olarak işçileri ve emekçileri, onun bütün yaşam alanlarını hedef aldı.
“Yeni dünya düzeni” koymuşlardı adını. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Nitekim öyle de oldu. Ne var ki, çok geçmeden Meksika’da bir grup yerli bu “yeni dünya düzeni”ne karşı ayağa kalkmış, sihir bir anda bozuluvermişti. 2008’deki global çaptaki finansal krizin ardından ise, istisnasız tüm Keynesci iktisatçılar, neoliberalizm bitti dediler. Kapitalizmle çok da alakası yokmuşçasına ayrı bir yere koyarak, sadece neoliberalizm diyerek... İşin aslında çökmekte olan, neoliberal politikalarıyla birlikte kapitalizmin kendisiydi. Bunu artık bu düzeni aklama verilerini tutanlar söylüyorlar.
Güncel olarak yaşadığımız pandemiden ötürü düzenin bütün karargahlarında olağanüstü bir durum yaşanıyor. Zirve üstüne zirve toplayarak, ortamı hiç olmazsa psikolojik olarak etkilemek için çırpınıp duruyorlar. Bir hafta içinde G20’den Avrupa Birliği zirvesine ve daha bir dizi kurumlar arası görüşmeye kadar çok alışık olunmayan bir trafik yaşandı. Peki sonuç ne oldu, ne türden kararlar alındı? Bu soruya verilebilecek doyurucu bir cevap yok. Olamaz da. G20 zirvesinde alınmış gibi gösterilen kararların bir sonraki zirvede yeniden gündem maddesi olacağından şüphe duyulmamalıdır. Bu tür zirvelerde bağlayıcı olan tek şey “müesses nizam”ın devamıdır.
Ancak gelinen yerde kapitalist düzenin toparlanması kolay olmayacaktır. Hele de emperyalist ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarının geldiği noktada bu artık son derece güçtür. Burada niyetlerle ilgili bir sorun yoktur, sürece yön veren kapitalist düzenin işleyiş diyalektiğidir. Düzenin derinleşen çıkar çatışmaları bizzat düzene ait kurumları boşa düşürmekte ve varlığını tartışmalı bir hale getirmektedir. Birleşmiş Milletler dahil olmak üzere G8-1, G20, Avrupa Birliği, bunları ekonomik alanda tamamlayan IMF, Dünya Bankası Avrupa Merkez Bankası gibi kurumlar… Yanı sıra düzenin militarist omurgasını oluşturan NATO, Avrupa Askeri Karargahı gibi kurumlar da tüm inandırıcılıklarını yitirmişlerdir. Ayrıca bu pandemi dolayısıyla insanların bağımsızlığına inandığı başta DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) olmak üzere benzeri örgütler de büyük bir itibar kaybı yaşıyorlar. Özellikle DSÖ’nün ilaç endüstrisi tarafından nasıl fonlandığı yakın zamanda üstü kapalı bir şekilde haber konusu oldu. Burjuvazinin istisnasız tüm uluslararası kurumları, örgütleri vb. aynı akıbeti yaşıyor.
Pandeminin yarattığı depresyon hali düzenin bütün kılcal damarlarına sirayet etmişken ve bir çöküşe doğru götürürken, yapılan hamleler de en az sahibi kadar etkisiz ve çaresizdir. Gerek G20 gerekse de Avrupa Birliği liderler zirvesinde deklare edilen kurtarma paketleri ve yazılmış reçeteler, tersinden dönüp düzenin kendisini daha büyük ve derin bir açmazla baş başa bırakacaktır. Pandeminin daha ilk elden yarattığı hasar bile kapitalizmin küresel ölçekteki çaresizliğini ortaya koydu. Neoliberal sloganlarla küresel kapitalizmin zaferini ilan edenler, bir çırpıda ulusal sınırlarını kalın çizgilerle belirleme ihtiyacı duydular. Adeta yıldırım hızıyla sınırların kapatılması, Avrupa Birliği’nin nasıl da koca bir yalan olduğunu göstermeye yetti de arttı. Çok geçmeden “Bir korona kaç Avrupa Birliği eder?” diyenler çıkacak ve bu yalancı birliğin altına bombayı yerleştireceklerdir.
27 AB ülkesinin liderleri yaptıkları video konferans ile, koronavirüs ile ortak mücadelenin yanı sıra özellikle ekonomik olarak zayıf çeper ülkelere mali yardımın olanaklarını görüştüler. Görüşmeden somut kararlar çıkmadı. Zirvenin belirlediği tek şey iki hafta sonra tekrar bir araya gelecekleri oldu.
Açıklamalar “Avrupa değerleri”ni çok da incitmeyen bir tonla ve oldukça dikkatli bir üslupla yapılmalıydı ve öyle de oldu. Aynı geminin yolcularıydılar, aynı yöne gidiyorlardı ve aynı hassasiyetleri vardı. Ancak kahrolası bir pandemi bütün kirli planlarını altüst etmişti. Koca koca devletler, birlikler, stratejik dostluklar ve sözde dayanışmacı kardeşlikler bir anda ne olduğu belirsiz hayaletlere dönüvermişlerdi.
Video konferansta ağlayıp sızlayanların olduğu, özellikle AB’nin yeni şefi Ursula von der Leyen’in, başta Alman şansölyesi olmak üzere bütün liderlere sitem ettiği ve Brüksel’in ciddiye alınmadığından şikayetçi olduğu söyleniyor. Ayrıca Merkel’le de aralarının oldukça açık olduğu belirtiliyor. Ursula von der Leyen, sözü Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) muslukları sonuna dek açtığına getirerek, liderleri bir şekilde etkilemeye çalışsa da, belli ki başarılı olamamış. Zira bu aynı AMB’nin, Yunanistan’ı ne hale getirdiğini, verilen krediler karşılığında devlet tahvillerine nasıl el konulduğunu, bunun nasıl koca bir yıkıma yol açtığını hepsi çok iyi biliyor.
Aslında şu an izlenmeye çalışılan krizi öteleme stratejisidir. G20’nin açıkladığı yardım paketi de, AMB’nin üye ülkelerin kullanımına sunduğu 800 milyon euro da, tek tek iktidarların yapacakları da sonucu değiştirmeyecektir.
AMB’nin elindeki rezervler hiçbir zaman üye ülkelerin ekonomilerini rahatlatmak için kullanılmamıştır. Bütün o rezervler bir avuç finans oligarkının elinde dünyaya kan kusturuyor. Düne kadar bu asalak sınıfın başka diyarlarda yaptıklarını görmezden gelenler, bugün onun vahşi yüzünü yaşayarak görüyorlar. Bunun sonuçlarını yaşayanlar her ne kadar Avrupalı işçi ve emekçiler olsa da, bu krizle beraber artık orta sınıflar ve küçük burjuva katmanlar da paylarına düşeni fazlasıyla alacaklardır.
Çok tanıdık iki isimden (Samuel Huntington ve Francis Fukuyama) örnekleyerek devam edelim. Bu iki burjuva siyasal bilimci Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından “tarihin sonu”nu ilan etmişlerdi. Şimdi bu krizle birlikte orta sınıfların dağılma tehlikesine işaret ediyorlar. Orta sınıfların dağılması proleterleşmeleri anlamına geliyor ki, bu toplumda radikal bir parçalanmayı beraberinde getirecektir. Ve böylesi bir parçalanma durumunda artık devrim kapınızın önüne gelmiştir diyerek, sürecin olası sonuçları üzerinden itfaiyeci tavsiyelerde bulunuyorlar.
Oysa sözü edilen parçalanma süreci çoktan başlamıştır. Şimdi tanık olduğumuz, orta sınıf ekonomisinin artık yaşama şansına sahip olmadığıdır. Orta sınıflar bölükler halinde ayrıcalıklarını kaybederek işçi sınıfı saflarına doluşacaklardır. Bu türden gelişmeler toplumda radikal bir parçalanmaya yol açacak ve çelişkileri derinleştirecektir. Ayrıcalıklarını yitiren sınıflar hızla politikleşecektir ki bu süreç çoktan başlamıştır. Toplumlardaki sağcı yükseliş, faşist partilerin güç kazanması, bu sosyolojik dönüşümün sonuçlarından sadece bir tanesidir.
Sermaye düzeni uluslararası çapta derin bir bunalım yaşıyor ve çatışmalı bir ön sürece girmiş bulunuyor. Bu durumu tüm toplumsal dinamiklerin başkalaşıma uğraması takip ediyor. Kapsamlı sınıf ve kitle hareketleri bu tabloyu bir başka cepheden tamamlıyor. Düzen bir türlü dikiş tutmuyor ve toparlanması güç görünüyor. Yönetemedikleri bir iflasın ön günlerini yaşıyorlar ve bir adım ötesini düşünmek bile istemiyorlar.
Yerküre kaynıyor ve devrimci dönüşümün imkanları her geçen gün olgunlaşıyor. Geriye tarihin seyrini değiştirebilecek sürece öncülük edecek devrimci öncünün hayati varlığı kalıyor. Sosyalizm güncelliğini korumakla kalmıyor, giderek daha fazla varlığını dayatıyor.