Kısa vadede COVID-19 sürü bağışıklığını unutun! - Çağrı Mert Bakırcı

Eldeki tüm veriler, sürü bağışıklığına güvenmek için çok erken olduğunu gösteriyor!

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 19 Nisan 2020
  • 17:06

Salgının başından beri anlattığımız gibi, bu salgını durdurmanın da, her salgın gibi iki yolu var: baskılama veya sürü bağışıklığı.

Baskılama, sosyal mesafelendirme ve karantina uygulamalarından gördüğümüz gibi, virüse temas etme ihtimalini düşürmeye dayalı bir dizi kısıtlamayı barındıran bir yaklaşım. Bu yaklaşımın uygulandığı ülkelerin istisnasız olarak her birinde salgının yavaşladığını görmekteyiz. Baskılama sırasında yaygın test ve hasta/temas takibi sayesinde virüsün bir adım önünde olmayı hedeflemekteyiz. Ana amaç ise, hasta olan kişilerin sağlık kapasitesinin sınırlarını aşmayacak biçimde daha geniş bir zaman aralığına yaymak. Bu süreçte zaten ya aşı/ilaç üretilecek ya da yeterince insan hastalanarak sürü bağışıklığı kazanılmış olacak.

Diğer yöntem olan sürü bağışıklığı ise, hastalığın kontrollü (veya kontrolsüz) olarak yeterince fazla sayıda kişiye bulaşması demek. Eğer savunma sistemimiz hastalığa karşı direnç kazanabiliyorsa (ki bu konuda kısıtlı ve çok umut verici olmasa da olsa bazı bulgular var), toplumda yeterince fazla sayıda insan bu direnci kazanırsa, virüsün de yayılabileceği kişi sayısı fazlasıyla düşecek ve toplum, yavaş yavaş normale dönebilecektir. Zaten aşılama kampanyalarının amacı da toplumun yeterince fazla kesimini aşılamaktır. Böylece %100 aşılanmasa bile, aşılanmayan kişiler de aşılananlar sayesinde korunabilir.

Her iki yöntemin de kendince avantaj ve dezavantajları var. Baskılama yöntemi çok etkili; ancak ekonomik etkileri yıkıcı olabiliyor. Sürü bağışıklığı kazanıldıktan sonra çok etkili; ancak eğer o noktaya aşılarla değil de, gerçekten hastalığa yakalanarak ve tüm şiddetiyle geçirerek ulaşacaksak can kayıpları milyonlarla ifade edilen düzeyde olacaktır. Bu nedenle ülkeler ekonomi ile can kayıpları arasındaki dengeyi tutturmak için bir satranç oynamaktalar.

Bu satranç oyunundaki hamlelerin kalitesini belirleyen şey ise bilimsel veriler. Örneğin, SARS-CoV-2 virüsüne karşı kazanılan direnç ne kadar sürüyor? 3 ay mı, 3 yıl mı? Bu direnç ne kadar sürede ortaya çıkıyor? 3 günde mi, 3 haftada mı? "Yeterince fazla sayı" ne kadar fazla? Sürü bağışıklığından söz edebilmek için toplumun %50'si mi hastalığı geçirmeli, %90'ı mı? Bu ve bunun gibi çok sayıda soru, bilim insanları tarafından sorularak yanıtlanmaya çalışılıyor ve buna bağlı olarak da bir sonraki hamleler belirlenmeye çalışılıyor.

Popülasyonun ne kadarı hastalığa yakalanmalı?

An itibariyle yapılan incelemeler, 2020'nin sonuna kadar popülasyonun %60'ının, 2021'in sonuna kadarsa tüm yetişkinlerin %40-70 civarının hastalığa yakalanacağını gösteriyor. Bu sayılar rastgele uydurulan sayılar değiller; epidemiyolojik (salgın bilimsel) verilere ve modellere dayanıyorlar. Bu modeller, daha önceki salgınlardan edindiğimiz bilgileri, matematiksel modelleme ve analiz ile birleştirerek, bu salgına yönelik tahminler üretebilmemizi sağlıyor.

Bir virüs ne kadar bulaşıcı ise, o virüse direnç kazanması gereken insan sayısı da o kadar artıyor. Örneğin kızamığın temel bulaşıcılık (üreme) katsayısı, yani R0 değeri 12'den fazladır. Yani kızamığa yakalanan her bir kişi, hastalığı en az 12 diğer kişiye daha bulaştırır. Bu nedenle kızamığa karşı sürü bağışıklığı kazanmak için popülasyonun en az %90'ının direnç kazanmış olması gerekir. İşte bu nedenle hastalığın doğal seyrine bırakılması mümkün değildir ve aşılar hayatımızı kurtarır; aksi takdirde kızamık-kaynaklı sebeplerle milyonlarca kişi ölürdü.

COVID-19 salgının için temel üreme katsayısı 2-2.5 civarındadır. Yani hastalığa yakalanan her bir kişi, yaklaşık 2 diğer kişiye daha bu hastalığı bulaştırıyor. Bu nedenle hastalığa yakalanmaya açık olan popülasyonda salgın 1, 2, 4, 8, 16... şeklinde büyüyor. Ancak eğer toplumun %50'si hastalığa karşı dirençli olsaydı, bu bulaştırıcılık 1, 1, 1, 1, 1 şeklinde devam ederdi. %50'yi aştığımız anda, salgın da nihayetinde daha fazla yayılamayacak şekilde 0'a inerdi. Harvard Üniversitesi epidemiyologlarından Marc Lipsitch şöyle diyor:

Şu anki virüsün yayılma oranı, sezonluk gripten fazla; ancak yeni ortaya çıkan ve geçmişte toplumu kırıp geçmiş olan grip soy hatlarına oldukça benzer. Bu açıdan, 1918 grip pandemisine benzediği söyenebilir. Eğer durum gerçekten buysa, popülasyonun en az %50'sinin gerek bir aşıyla, gerekse de hastalığı geçirerek direnç kazanması gerektiğini söyleyebiliriz. Aşılar, yakın ufukta gözükmüyor.

Bu durumda, en azından 2020 yılın sonundan önce sürü bağışıklığından söz etmek için bir yol yok gibi gözüküyor.

Ancak şunun da anlaşılması gerekiyor: Sayının %50, 60, 70, 90, vs. olması fark etmez - her senaryoda milyarlarca insanın hastalığa yakalanması gerektiğini görüyoruz. Eğer sayı %50 ise, 7.5 milyarlık Dünya popülasyonunun 3.75 milyarının hastalığa karşı direnç kazanması gerekirdi. Dolayısıyla belki de 4-4.5 milyar kişinin hastalığa yakalanması gerekirdi (çünkü bunların bir kısmı ölecektir). Ancak 3.75 milyar sayısını temel alacak olsak ve sadece %0.5'lik bir morbidite (ölüm) oranı bile varsayacak olsak bile bu, 18 milyondan fazla kişinin hayatını kaybetmesi demek olurdu!

Hele ki eğer bazı analizlerin gösterdiği gibi R0 değeri 2-2.5 değil de, örneğin 3 ise, toplumun %50'sinin değil, %66'sının hastalığa yakalanması gerekiyor demek. Bu, Dünya popülasyonu için, fazladan 1.2 milyar kişinin daha hastalığı atlatıp direnç kazanması gerektiği anlamına geliyor! Yine %0.5'lik bir morbidite oranı varsayımıyla, fazladan 6 milyon kişinin ölmesi gerekmesi demek olurdu.

Çin'den gelen antikor test sonuçları umut verici değil!

Çin'de uygulanan katı karantinalar sonrası hastalık dizginlendi ve hayat normale dönmeye başladı. Buna paralel olarak, işe dönenler üzerinde çok sayıda antikor testi uygulanıyor ve hastalığa karşı direncin nasıl çalıştığı anlaşılmaya çalışılıyor.

Antikor testleri, bir kişinin hastalığa yakalanıp da sonra o hastalığı tanıyacak savunma sistemi işaretlerinin ("marker") olup olmadığına bakıyor. Eğer bu işaretler varsa, kişinin hastalığa karşı dirençli olduğu varsayılıyor. Bu, büyük bir varsayım; çünkü antikorlar zaman içerisinde kaybolabiliyor veya bazı hastalarda antikor seviyeleri yüksek olmasına rağmen koronavirüs semptomları yeniden görülebiliyor. Harvard T. H. Chan Toplum Sağlığı Fakültesi'nden biyoistatistik profesörü Lin Xihong şöyle diyor:

Antikor testinin pozitif sonuç vermesinin, kişinin artık savunması olduğu ve işe dönebileceği anlamına geldiğini varsaymak güvenli bir varsayım değildir.

Ama daha fazla veri elde edene kadar, antikor yüksekliğinin direncin bir göstergesi olduğunu varsaymak zorundayız. Ancak bu kısıtlamaları da hatırlamak zorundayız.

İyi haber, antikor testi pozitif sonuç verenlerin oranı, COVID-19 testi pozitif çıkan kişilerin oranından dikkate değer miktarda daha yüksek. Yani bu, birçok kişinin gerçekten de hastalığa yakalandığını ve test yaptırmaya bile gerek kalmadan atlattığını gösteriyor. Bu kişiler, hastalığa karşı şimdi dirençli olabilirler.

Öte yandan kötü haber, Çin gibi kalabalık ve salgını kontrol altına almış gibi gözüken bir ülkede bile antikor geliştiren kişilerin oranı sürü bağışıklığı için gereken %50 seviyelerinin çok altında. Örneğin Wuhan'daki Zhongnan Hastanesi, çalışanlarının sadece %2.4'ünün ve yeni hastalarının sadece %2-3 civarının antikorlara sahip olduğunu tespit etti. Hastane başkanı Wang Xinghuan şöyle diyor:

Bu oranlar, sürü bağışıklığından çok ama çok uzak. Bu nedenle aşı, son umudumuz olabilir. O aşı üretilene kadar da sosyal mesafelendirme kurallarını sürdürmek zorundayız.

COVID-19, sürü bağışıklığı ile şimdi önlenemez!

COVID-19 salgınının sürü bağışıklığıyla önlenememesinin 8 ana nedeni var ve bunları şöyle toparlayabiliriz:

  1. SARS-CoV-2 virüsüne karşı henüz bir aşımız yok. Sürü bağışıklığı kazanmanın en güvenilir yöntemi aşılar.
  2. COVID-19 hastalığını tedavi edebilecek antiviral ve diğer ilaçlar henüz yok. Bu konuda araştırmalar sürüyor.
  3. Bilim insanları SARS-CoV-2 virüsünü kapanların tekrar kapıp kapmadığını tam olarak bilemiyor. Dolayısıyla COVID-19 hastalığına ne kadar sürede, kaç defa yakalanılabileceği kesin değil.
  4. SARS-CoV-2 virüsüne yakalanan kişilerde ciddi yan etkiler görülebiliyor ve bunların bir kısmı ölüyor. Dolayısıyla hastalığı doğal akışına bırakamayız.
  5. Şu anda, virüse yakalanan kişilerden tam olarak hangilerinin, hangi özelliklerinden ötürü hastalığı daha ağır (veya hafif) geçirdiği bilinemiyor. Bu nedenle hastalığı doğal akışına bırakamayız.
  6. Toplumun daha hassas kesimleri (örneğin yaşlılar, bebekler, zaten hasta olan kişiler, vb.), bu virüse yakalandıklarında çok ciddi sorunlarla yüzleşiyor ve hatta ölüyorlar. Bu nedenle kişilerin virüse yakalanma riskini arttıracak uygulamalardan kaçınmalıyız.
  7. Sadece hassas kesimler değil, aynı zamanda sağlıklı ve genç insanlar da hastalığa yakalandıklarında çok ciddi yan etkiler yaşayıp, ölebiliyorlar. Bunların yaşanmasını mümkün kılacak uygulamalardan kaçınmalıyız.
  8. Eğer herkes hastalığa aynı anda veya çok kısa zaman dilimlerinde yakalanacak olursa, hastaneler ve sağlık personelinin imkanları aşılacaktır. Bu durumda, sadece COVID-19 dolayısıyla değil, yeterli sağlık hizmeti verilemediği için diğer nedenlerle olan ölümler de artacaktır.

Tüm bu nedenlerle, şimdilik COVID-19'u sürü bağışıklığı ile yenme fikrini unutmalıyız.

Sonuç

Sonuç olarak, sürü bağışıklığı bu salgınla mücadelede en nihayetinde ulaşacağımız nokta olacak; ancak o nokta henüz ufukta gözükmüyor.

Bu noktaya aşılarla ulaşırsak, kayıplarımız dikkate değer miktarda (milyonlarca!) düşük olacak. Eğer virüsün doğal yayılımına izin vermek yoluyla yapacak olursak, milyonlarca kişiyi bu süreçte kaybedeceğiz.

Bu nedenle ülkelerin bilime daha fazla maddi kaynak ayırarak, bu salgına dair daha fazla çalışmanın yapılabilmesini sağlamalı, aşı ve ilaç araştırmalarına sınırsız kaynak ayırma opsiyonları üzerinde durmalı ve bu süreçte ihlal edilebilecek etik ve mesleki kurallara karşı dikkatli olmalıdır.

Evrim Ağacı / 18.04.20