Alman sermaye devleti, bir süre önce gerekli bütün önlemlerin alındığını iddia ederek ve sorumluluğu “maskelere” havale ederek, hızla ardı ardına “normalleşme” adımları atmaya başladı. Fakat gerçekte yaşanan gelişmeler devletin iddialarını yalanlıyor. Koronavirüs tehlikesi hiçbir şekilde geride kalmış değil. Alınan son veriler ve özellikle bazı işletmelerde ortaya çıkan yeni vakalar bunu gösteriyor.
Almanya’da son günlerde vakaların en çok görüldüğü alanlardan biri de kesimhanelerdir. Ülkenin değişik eyalet ve kentlerindeki kesimhanelerde ve et işletmelerinde çalışan en az 600 işçide korona pozitif tespit edildi. Bu durum konuyu hızla kamuoyunun gündemine taşıdı.
Koronanın ışık tuttuğu “korkunç” tablo
Kesimhaneler ve onunla bağlantılı et işletmelerinin korona vakalarındaki hızlı tırmanışla gündeme gelmesi, sadece pandemi ile ilgili kaygıları arttırmakla kalmadı, aynı zamanda buradaki kölece çalışma koşullarına da ayna tuttu. Genelde kentlerin dışında ve gözden ırak yerlere kurulan bu işletmelerdeki iş ve çalışma koşulları duyanları şok eder nitelikte. Başbakan Merkel durumu “korkunç” diye tanımlarken, ilgili bazı burjuva politikacılar da işkolundaki tabloyu “felaket, skandal” vb. gibi sözlerle karşıladılar. Salgın vesilesiyle de olsa et işletmelerindeki insanlık dışı çalışma koşulları gözler önüne serildi.
Kesimhane ve et işletmelerinde, çoğu Romanya ve Bulgaristan gibi Doğu Avrupa ülkelerinden gelen onbinlerce işçi Almanya’daki standartların çok altında koşullarda çalışıyorlar. İşçilerin çoğuna, sefalet ücreti denebilecek, asgarinin bile altında ücret veriliyor. Çalışma saatleri ve vardiyalarda tam bir keyfiyet ve kuralsızlık yaşanıyor. Sektör, taşeron çalışmanın en yaygın olduğu işkollarından biri aynı zamanda. Taşeron demek bile hafif kalıyor. Taşeronun üçüncü-dördüncü versiyonu uygulamalar var. İşçilerin ezici çoğunluğu “Werkvertrag” (işletme kontratı) denen bir sözleşmeyle çalışıyorlar. Bu, Almanya’daki en kötü iş kontratıdır. Çalışma saatleri ile ücretleri her işletmenin kendisi belirliyor. İş güvenliğinin esamisi bile yok. İşçilerin kaderi tam anlamıyla patronların insafına terkedilmiş durumda. Sendikalaşma oranı oldukça düşük. İşçiler ülkedeki toplu sözleşmeye tabi değiller. Var olan örgütlülük de alanın sendikası olan NGG’nin (Gewerkschaft Nahrung-Genuss-Gaststätten) bilinen uzlaşmacı tutumundan dolayı etkisiz kalmaktadır. İşçilerin çoğunun Almanca bilmemesi örgütlenmeyi ayrıca zorlaştıran bir etkendir.
Almanya’da et fiyatları birçok Avrupa ülkesine göre daha “uygun”. Şimdi ortaya serilen “skandal” niteliğindeki bu yeni gelişmelerle bu “uygun”luğun nasıl bir sömürü pahasına sağlandığı daha iyi anlaşılıyor. Tam bir taşeron cenneti olan işkolunda, yüzlerce taşeron firma gidip bizzat Romanya, Bulgaristan ve diğer bazı doğu Avrupa ülkelerinden işçi getiriyorlar. Getirilen işçiler Almanya’daki çalışma yasalarına ve standartlara göre değil, getirildikleri ülkelerin iş yasaları ve standartları esas alınarak çalıştırılıyorlar. Normalde Almanya’da asgari saat ücreti 10 euro civarında ama getirilen bu işçiler 2 euroya kadar düşebilen saat ücretine çalıştırılabiliyorlar. Bu düşük ücretler işçilerin daha uzun çalışmasını da koşulluyor. Alman basını genel olarak ağır iş koşulları ve düşük ücretlerden bahsetse bile, durumun vahameti daha fazla açığa çıkmasın diye fazla ayrıntıya girmiyor. Çalışma saatleri ve ücretlerle ilgili net rakamlar vermekten kaçınıyor. NGG sendikasının bildirdiğine göre genel olarak “et endüstrisi” olarak adlandırılan bu alanda çalışan işçilerin en az üçte biri, dışarıdan getirilen bu işçilerden oluşuyor.
Dışarıdan getirilen bu işçilerin barınma koşulları da son derece sağlıksız. Getiren firmalar sözüm ona işçilerin “barınma” sorunuyla da ilgileniyor. Kalınacak yerler, işçilere ev veya oda başına değil, yatak başına kiraya veriliyor. Bir odaya sığabilecek en fazla sayıda yatak konuyor ve işçiler buralara balık istifi gibi dolduruluyorlar. Onlarca işçi tek bir tuvalet, banyo ve mutfağı kullanıyor. Bir işçi sadece bir yatak için ayda 220 euro ödüyor mesela. Bir yatağı bazen iki kişinin dönüşümlü kullandığı durumlar bile var. Ödenen ücretlerle başka türlüsü de mümkün değil zaten. Bu “konutlar” kontrol da edilemiyorlar. Zira “özel alana” girdiği için, buraları kontrol etmek “özel alanı” ihlale giriyor. Şimdilerde nihayet korona tedbirlerinden dolayı buralar kontrole kısmen açılmış bulunuyor.
“Et endüstrisi” alanında çalışmak bedensel güç gerektiren, son derece angarya bir iş. Kesim, doğrama ve paketleme işindeki işçiler soğuk ortamlarda, ayakta ve uzun saatler çalışıyorlar. Yaralanmaların, iş kazalarının ve hastalanmaların sık yaşandığı yıpratıcı bir alan. Yaralanmalardan veya hastalıktan dolayı iş göremez duruma düşen işçiler çok kolay işten atılabiliyorlar. İşsiz kalan işçiler işsizlik fonundan faydalanamıyorlar. Bu durum bazen işçileri aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakabiliyor. Bütün bu sağlıksız iş ve barınma koşullarına bir de alınmayan hijyen tedbirlerinin eklenmesi hastalığa davetiye çıkarıyor. Hastalık işçiler arasında hızla yayılıyor. Bu durum işçilerin yaşamını ve dahası tüm toplumun sağlığını tehdit etmeye devam ediyor.
Kesimhanelerde ve bir bütün olarak “et endüstri”sinde yaşanan skandal sadece işçilerin sorunlarını değil, kesilen hayvanların durumunu da mercek altına almaya vesile oldu. Hayvan barınakları, kullanılan yemler, kesilme biçimleri yeni tartışmalara yol açtı. Özellikle domuz çiftliklerinin son derece sağlıksız olduğu, hayvanların hiç güneş yüzü görmeden kesime gittikleri, etlerin sağlıklı olup olmadığı gibi konular daha çok tartışılmaya başlandı. Greenpeace konuya dikkat çekmek amacıyla geçtiğimiz günlerde Alman parlamentosu önünde bir eylem gerçekleştirdi.
Burjuva ikiyüzlülüğü yine sahnede
Almanya’da kesimhanelerde başlayan korona vakalarının hızla yükselmesi, konunun basında yoğun olarak işlenmesi ve kamuoyunda oluşan tepkiler üzerine burjuva politikacılar konuya el atmak zorunda kaldılar. Konuyla ilgili hemen tüm patiler, sanki ilk defa duymuşlar gibi art arda açıklamalar yapıyorlar. Oysa bu sorun ilk defa gündeme gelmiyor. Bu alandaki sorunlar 2013 yılında da gündeme gelmişti. O zaman da benzer açıklamalar yapılmasına rağmen, şimdiye kadar hiçbir ciddi iyileştirmeye gidilmedi. Fakat geçmiştekinden farklı olarak bu sefer sorunun salgın gibi hassas bir dönemde gündeme gelmesi onları adım atmaya zorluyor. İş ve sosyal alandan sorumlu Bakan Hubertus Heil (SPD), konuyu 20 Mayıs’ta meclis gündemine getireceklerini açıklamıştı. Hail, bu alanda yaşanan sorunları, daha fazla kontrol ve cezaların yükseltilmesi yoluyla yeni bir standarda kavuşturacaklarını iddia etti.
CDU ve Yeşiller’den kimi yetkililer ise, alandaki standartları yükseltmek gerektiğini, fakat bunun et fiyatlarını da yükseltmek anlamına geleceğini dile getiriyorlar. Dolayısıyla ortaya çıkacak faturadan dolayı tüketicilerin şikayet etmemesi gerektiği gibi düşünceler öne sürüyorlar. Böylece faturayı patronlara değil, tüketicilere, yani işçi ve emekçilere ödetmek niyetinde olduklarını belli etmeye başladılar. Sermaye çevreleri her konuda olduğu gibi bu konuda da sorunu insan sağlığı, insanca yaşam koşulları vb. üzerinden değil, bir kez daha ekonomik kaygılar ve sektörün devamlılığı gibi sermaye endeksli ele almaya devam ediyorlar. Bu tür bir yaklaşımın alacağı önlemlerin iğreti, geçici ve göz boyama amaçlı olduğu açıktır. Zaten alınacak tedbirlerin esas olarak 2021’den itibaren geçerli olacağına yönelik açıklamalar var. Bu da en azından korona süreci geride kalıncaya kadar, duruma bir şekilde göz yumulacağı anlamına geliyor.
Almanya’da “et endüstrisi” alanında ortaya çıkan bu son skandal, Alman sermayesinin hiç de öyle iddia edildiği gibi, “işçi haklarına ve demokrasiye saygılı” bir şekilde değil, aksine işçilerin alınteri, canı ve kanı pahasına biriktiğinin yeni bir kanıtı niteliğindedir. Alman burjuvazisi, özellikle lütfedip ülkeye “kabul” ettiği göçmenlere veya çalıştırılmak amacıyla şirketler üzerinden ülkeye getirilen işçilere hiç de “misafir” muamelesi yapmıyor görüldüğü gibi. Göçmen emeği her yerde olduğu gibi Avrupa’nın kablinde de en ucuz emek durumunda. Sermaye bir yandan göçmen emekçileri en acımasız bir şekilde sömürürken, diğer yandan onları her türlü ırkçı ve yabancı düşmanı politikaların aracı yapmaktan da geri durmuyor. Bu insanları hem köle gibi çalıştırmak ama hem de bu ülkenin ekonomisinin sırtında bir yük, bu ülkenin düzenini bozan unsurlar olarak yansıtmak ancak ve ancak burjuva ikiyüzlülüğüne has bir davranış olabilir.
Köleliği kabullendiren, örgütsüzlüktür!
Yaşanan sorunla ilgili toplumun hemen her kesiminden görüş ve tepkiler ortaya konuyor. Fakat asıl konuşması ve davranması gereken kesim, yani işçiler susuyor. Bu da sorunun hem kaynağına ve hem de çözümüne işaret eden bir durum. Onbinlerce işçi Almanya gibi bir ülkede son derece ağır koşullarda pervasızca çalıştırılmaya mahkum edilebiliyorsa eğer, bunun baş sebebi işçilerin örgütsüzlüğüdür. Kimse örgütlü ve bilinçli işçileri kölece çalıştıramaz. İşçi sınıfı bugünden emeğini bir parça korumak, var olan haklarını genişletmek istiyorsa ve dahası gide gide bu sömürü düzeninden kurtulmak istiyorsa, örgütlenmek ve mücadele etmek dışında bir şansı yoktur.
İşin bir yanı bu. İşin diğer ve asıl önemli yanı ise, sınıfın öncülerinin sorumluluğudur. İşçi sınıfının kendiliğinden sınıf bilincine varması son derece güçtür. Onu kendiliğinden bir sınıf olmaktan çıkarıp kendisi için bir sınıf yapacak olan, asıl olarak onun devrimci öncüleridir. Gerçek kurtuluş yolu olan sosyalizm ile sınıfın birliği denen aşamaya da ancak böyle ulaşılabilir. Bu yüzden, sınıfın yaşadığı sorunları sadece tespit etmek veya dile getirmek yetmez. Aslolan bu sorunlara devrimci temelde bir pratik müdahale ve durumu pratikte değiştirme çabasıdır. Bu da herhangi bir ülkede kendisini sınıfın öncüsü olarak niteleyenlerin tümünün sorunu ve sorumluluğudur. Bu anlamda mezbahalarda çalışan işçilerin durumu, Almanya’da sınıfa yönelik mücadeleyi ve çalışmayı yükseltme çağrısı olarak algılanmalıdır...