Almanya’da sendikal bürokrasi “saraylara barış” ilan ediyor

Dünyanın her tarafından yükselen işçi hareketleri, sermaye sınıfının yanı sıra sendika bürokratlarını da tedirgin ediyor. Sendika bürokratları, işçi sınıfı ve emekçilerin ortaya koyabilecekleri direnişi çok iyi biliyorlar.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 06 Nisan 2020
  • 18:00

Alman Sendikalar Birliği (DGB) ile Alman İşveren Birliği (BDA) 13 Mart tarihinde, “Sosyal ortaklar farklılıklarına rağmen korona krizine karşı, ortak sorumluluklar üstleniyor” başlığıyla birlikte bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. DGB Başkanı Reiner Hoffmann ile BDA Başkanı Ingo Kramer bu açıklamada, “her zaman olduğu gibi içinden geçilen bu zor günlerde, toplumsal sorumluluk gereği sermaye ile emek arasında barış ilan ettiklerini” duyurdular.  Ortaklar, öncelikli olarak Almanya’daki kapitalist tekellerin kurtarılması için “aramızda var olan çatışmaları şimdilik tali plana atarak, şirketler ve çalışanların krize karşı korunması sorunu birinci sıraya koymak zorundayız” beyanında bulundular.

Kapitalist sistemin her krizinde ortaya çıkan bu tablo yalnızca bugüne özgün değildir. Sendika bürokratlarının bu işbirlikçi tutumuna onlarca örnek sıralamak mümkündür. DGB’nin başına çöreklenmiş sendika bürokratları 2008 krizinde de Alman sermayesi ile tam bir iş birliğine girerek, “ekonominin sinir merkezleri olan bankaların kurtarılmasını” öncelikli görevleri olarak ilan etmişlerdi. DGB, sermaye devleti tarafından bankaların kurtarılması için çıkarılan önlem paketlerine tam desteğini 14 Ekim 2008’de şöyle dile getirmişti:

“Sendikamız federal hükümetin finansal piyasaları kurtarmak ve bankaların öz kaynak tabanını güçlendirmek amacıyla hazırladığı ekonomik destek paketlerini tam olarak desteklemektedir. Ayrıca bu girişimin Avrupa düzeyinde koordine edilmesi de önemlidir. Finansal piyasalar ve bankalar ekonomimizin sinir merkezleridir. Büyük oranda darbelenmiş ve krize girmiş bu merkezlerin hızla kurtarılması hepimizin ortak çıkarınadır.”

2008 yılında DGB tarafından heyecan verici ve büyük bir başarı olarak sunulan bu iş birliği anlaşması bugüne de referans olarak gösterilerek, sınıf iş birliği teorisi tek çıkar yol olarak meşrulaştırılmaktadır. Dün “bankaların kurtarılması” konsepti olarak adlandırılan sermeyenin kurtarılması paketi, emekçilerin ödedikleri vergilerle doldurulan sosyal kasalardan finanse edilmişti.

Bu paketlerle sermaye kurtarılırken, öte yandan başta sağlık sistemi olmak üzere bütün sosyal alanlara yönelik kısıtlamalar dayatıldı. Bu kısıtlamalar kapsamında, birlik üyesi ülkeler Avrupa Birliği (AB) komisyonu tarafından 2011-2018 yılları arasında 63 kez sağlık harcamalarını azaltmaları yönünde uyarıldılar. Bu süre içerisinde sağlık alanına ayrılan bütçe zamana yayılarak yarı yarıya düşürüldü ve buna bağlı olarak, başta bu kurumlarda çalışan doktorlar olmak üzere sağlık personeli sayısı en alt sınırlara indirildi. Yine bu aynı süreç içerisinde, hastaneler ve sağlık alanında araştırmalar yapan kurumlar özelleştirilerek tekellere peşkeş çekildiler.

2008 yılında sendika bürokratların desteği ile uygulamaya konulan “bankaların kurtarılması” konsepti bütün AB ülkelerinde emekçileri sefalete sürükleyen en önemli nedenlerden biri olmuştur. Sadece Almanya’da 2008’de yüzde 10’larda olan yoksulluk oranı, bu uygulamaların bir sonucu olarak 2019 yılında yüzde 16’ya yükselmiştir. Bugün AB içerisinde yaklaşık olarak 100 milyon insanın yoksulluk içerisinde yaşıyor olması, sınıf işbirlikçiliğinin faturalarından biridir.

DGB ile BDA temsilcileri tarafından 13 Mart 2020 tarihinde imzalanan ihanet sözleşmesinin daha mürekkebi kurumadan, Alman Maliye Bakanı Olaf Scholz, kapitalist tekelleri kurtarma amaçlı 1,3 trilyon avroluk bir destek paketi açıkladı. Bu paket ile kapitalist tekellere sınırsız kredi desteği, vergi ertelemesi ve şirketler için kısa süreli çalışma için destek garantileri verildi. Tüm bu kurtarma paketleri içerisinde işçi ve emekçilerin çıkarına hiçbir şeyin olmadığı sendika bürokratlarınca çok iyi bilinmektedir. Buna rağmen emekçiler için sefalet demek olan bu anlaşmaları destekleyen sendika bürokratları, sermayeye hizmette ne kadar düşebileceklerini de göstermişlerdir.

Korona salgını bahane edilerek, sermaye ile sendika bürokratları arasında varılan anlaşmadan bir gün sonra kapitalist tekeller “sınıf dayanışması” fikrini çok çabuk bir kenara attılar. Kısa süreli çalışma boyunca, tekellerin ödemesi gereken bütün sosyal kesintiler onlar adına işsizlik sigortası kasalarından ödenmeye başladı. Bu süre boyunca maaşlarının yüzde 60’nı alabilen çalışanlara ise bu ödeneklerden tek kuruş bile ödenmemektedir. Ve tüm bunlar işçileri temsil etmesi gereken sendikanın bürokratları tarafından “sınıf dayanışması” adına tam olarak desteklenmektedir.

Sendika bürokratları ile kapitalist tekeller arasında imzalanmış olan “sosyal ortaklık” anlaşmasının emekçiler için ne anlama geldiği, metal sektöründeki toplu iş sözleşmelerinde de açığa çıkmıştır.

Korona salgını nedeniyle, öne çekilen toplu iş sözleşmesinde sendika bürokratları tekellere sıfır sözleşme önerisi ile giderek, metal sektörünün dört milyona yakın çalışanına bir kez daha ihanet etmişlerdir. Südwest Metal isimli tekelin sözcüsü Wolf, “Metal sanayisinde imzalanan toplu iş sözleşmesi, tarafların sosyal ortaklığını kanıtlayan çok önemli bir örnektir” diyerek, sendika bürokratlarından duyduğu memnuniyeti açıkça dile getirmektedir. IG Metall Başkanı Jörg Hofmann ise “Böylesi dönemlerinde dayanışmaya dayalı çözümlere ihtiyaç var” sözleriyle hizmette kusur etmeyeceklerini teyit etmektedir.

Sendika bürokrasisi işçi sınıfını silahlarından arındırıyor

Alınan tüm önlemlere rağmen, korona salgınıyla daha da derinleşen kapitalizmin krizi, şimdiden işçi ve emekçileri çok büyük yıkımlarla sürüklemektedir. Gelişmeleri değerlendiren birçok uzman, bu krizin yaratacağı tahribatın şimdiye kadar görülmüş olan krizlerden çok daha yıkıcı olacağını ifade ediyorlar. Dünya çalışma örgütü ILO’nun açıklamalarında ise, kriz vesilesiyle en az 25 milyon çalışanın issiz kalacağı öngörülüyor.

Kapitalist tekellerin yaratmış oldukları krizin yaratacağı yıkımlar tartışma götürmez bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Tüm bu yıkım saldırılarını ve sonuçlarını, işçi sınıfının kolayca sineye çekmeyeceği açıktır. Nitekim mevcut olumsuz koşullara rağmen dünyanın birçok ülkesinde işçi sınıfının farklı biçimlerde ortaya koyduğu direnişler şimdiden bunu göstermektedir.

İtalya’nın Milano ve Roma bölgelerinde, metal işçileri sendikanın çağrısıyla bir günlük greve gittiler. Bu grev, Başbakan Giuseppe Conte hükümetini ve yozlaşmış sendikaları ülke genelinde karantina uygulamayı kabul etmeye zorlayan bir fiili grev dalgasından iki hafta sonra gerçekleşti. Metal işçilerinin grevinin yanı sıra, Torrazza Piemonte’deki dev işletme de dahil olmak üzere Amazon tesislerinde grevler sürmektedir. Amazon işçileri, PSA’nın Mulhouse ve Trémery’deki otomotiv fabrikalarında, Onnaing’deki Toyota tesisinde, Sandouville’deki Renault fabrikasında, Crespin’deki Bombardier fabrikasında ve Saint Nazaire’deki Chantiers de l’Atlantique tersanesinde çalışan sınıf kardeşlerini takip ettiler. Tüm bu işçiler, işyerlerindeki hayati tehlikeden uzak durma haklarını kullanarak iş bıraktılar.

Sermaye sınıfın temsilcileri, işçilerden gelen ve giderek artan meydan okumanın farkındalar. Fransa’daki işveren federasyonunu MEDEF’in Başkan Yardımcısı Patrick Martin, “Sağlık önlemleriyle üretimin durdurulmadığı bütün sektörlerde, işçilerin tavırlarında son derece sert bir değişim söz konusu” diye uyarıda bulunuyor. Fransa’da hizmet sektöründe çalışan işçiler greve hazırlanıyorlar. Ford’un Köln şehrindeki tesislerinde çalışan işçiler topluca rapor alarak işe gitmiyorlar vb.

Dünyanın her tarafından yükselen işçi hareketleri, sermaye sınıfının yanı sıra sendika bürokratlarını da tedirgin ediyor. Sendika bürokratları, işçi sınıfı ve emekçilerin ortaya koyabilecekleri direnişi çok iyi biliyorlar. Bugün kapitalist tekellerle yapılan “sınıf dayanışması”, “sosyal ortaklık”, “aynı kaderi paylaşıyoruz”, “aynı gemideyiz” gibi yalanlara dayalı anlaşmalar, asıl olarak işçi sınıfının sınıf bilincine yönelik yapılan ideolojik saldırılardır. Sendika bürokratlarının sınıf içerisindeki asıl görevleri işçi sınıfının devrimcileşmesinin önüne geçmektir. Çünkü bu bürokratlar devrimcileşen ve önderliğiyle birleşen bir işçi sınıfının tarihsel olarak neleri başarabileceğini çok iyi biliyorlar.

Sermaye sınıfının işçi sınıfı içerisindeki bu ajanları işçi sınıfı hareketini, silahlarından arındırmak ve sermayeye karşı birleşmiş bir sınıf olarak mücadele sahnesine çıkmasını engellemek için yoğun bir çaba sarf ediyorlar. Bu anlamıyla kapitalizme karşı mücadele onun işçi sınıfı içerisindeki ajanlarıyla mücadeleden ayrı tutulamaz. Sınıf devrimcilerinin sınıfa yönelik gündelik faaliyeti bu bilinç açıklığıyla yürütülmektedir:

Partimizin Kuruluş Kongresi’nde ortaya konulan önemli bir temel fikir de, sendikal bürokrasinin sınıf hareketi içinde oynadığı siyasal role ilişkindir. Yani sendikal bürokrasi basitçe ve yalnızca işçi sınıfının ücret mücadelelerini ucuza satan ya da kapatan bir yapı değildir. Bu işin gerçekte tali yanıdır. Daha önemli olanı, bu kastın mensuplarının sermayenin işçi sınıfı içindeki siyasal uzantıları olmalarıdır. Bunların düzen adına işçi sınıfını ideolojik ve örgütsel denetim altında tutmalarıdır. İşçi sınıfına devrimci bilinç, örgütlenme ve eylem pratiği kazandırılması karşısında hepsinin gerici bir duvara dönüşmesidir. Asıl rollerini sendikal açıdan değil, siyasal açıdan oynuyorlar, bunu önemle göz önünde bulundurmak gerekir. (TKİP VI. Kongresi tutanakları, Sendikalar ve sendikal bürokrasiye karşı mücadelenin sorunları-3.)