Kıdem tazminatının gaspına karşı mücadelem 2012 yılında başladı. 2012 yılında, kamuda sözleşmeli olarak çalışan 16 yıllık bir büro elamanı iken, hesabıma 40 bin lira yatırıldığını, dolar alıp faize yatırsam 2 senede 60 bin olacağını söyleyip durumu kurtarmaya çalışan bir müdür ve önüme konan fesih belgesi ile karşı karşıya kaldım. Dünyam başıma yıkıldı. 18 yaşımdan beri her anlamda olgunlaştığım, emek verdiğim işim elimden alınıyordu. Şerhli olarak o belgeyi imzaladım. Mücadelem o gün bugündür devam ediyor.
Tazminatımdaki eksik hesaplamadan kaynaklı henüz daha sonuçlanmamış bir davam sürüyor. Çalıştığım kamu kuruluşundan ayrıldıktan 22 gün sonra başka bir iş akdi ile farklı bir ilçede göreve başladım. Ama artık “sözleşmeli” personel değil, “ücretli” personel olarak... Yeni işimde ücretli olmanın verdiği sıkıntıları yaşadım. Bu sıkıntılar sınıf ayrımı ile alakalı sıkıntılardı. Kamu kurumlarında kadrolu-sözleşmeli-ücretli ayrımı göz çıkarırcasına yapılır. Söylemleri oldukça yaralayıcıdır. Oradaki mücadelemi başarıyla sürdüremememin tek nedeni sınıf bilincimin olmamasıydı. Kendi isteğimle iş akdimi sonlandırmak durumunda kaldım. Ondan sonra her şey daha zor oldu benim için, çünkü hiçbir özel sektörde iş bulamadım. 16 yıl gibi uzun bir süre kamuda büro elemanı olarak görev almış olmam sebebiyle özel sektörün hiçbir alanında (çaycılık da dahil olmak üzere), hiçbir departmanda bana iş verilmedi. Gerekçeler sudan bahanelerdi.
Tam 36 ay sürdü çaresiz sandığım bekleyiş. Tüm cesaretimi yeniden topladığım vakit aynı iş üzerinden farklı ilçeler ile görüşmelere başladım. Artık kaldığım yerden devam etmem gerekliydi. Sistemin partileri, sistemin adamları ve görüşmem gereken birçok kişi beni öğretilmiş çaresizlikle sınıyordu. Bu kısır döngüde belirli bir zaman kaybettim. Daha sonra bireysel mücadelem ses verdi ve yine bir ilçede görevime başladım. “Asgari ücret düzeyinde” 16 yıllık deneyimle kaldığım yerden(!) devam ettim. Bu beni yıldırmadı. Çünkü bir kadın olarak iş hayatının içinde olmak, aktif olmak beni yeniden kendime getirmişti. İşimi tüm hızıyla ve coşkuyla sürdürüyordum. Beni mutlu eden tek şey bildiğim işi yapmaktı.
Yine normal bir çalışma günüydü ki, cep telefonum çaldı. Daha önceki görüşmelerde telefonumu not etmiş, vakıf olduğum işlerden haberdar bir şube müdürü telefonumu işçi kadrosunda bulunan bir arkadaşa vermiş. Telefonun diğer ucundan gelen ses, “Sizi ücretli olarak bizim ilçede göreve başlatmak istiyoruz. … Şube müdürümüz filanca sizle bizzat görüşmek ister” dedi. Ben de “Göreve başladım, teşekkür ederim, şu an çalışıyorum, işimden memnunum” dedim ve telefonu kapattım. Daha sonra aynı ses tekrar beni aradı ve Şube Müdürünün mutlaka benimle görüşmek istediğini, iş çıkışında taksi paramı ödemek kaydıyla mutlaka görüşmeye gelmemi istediğini söyledi. “Peki öyleyse” dedim. Mesai bitiminde Şube Müdürü ile görüşmek üzere yola çıktım. Minibüs kullanarak onların taksi ücretini kabul etmeden oraya vardım. İlçe Müdürü ve bahsi geçen Şube Müdürü beni bekliyorlardı. Konuya girildi ve bana önemli bir bölümde personelin olmadığını ve bu bölüm için acilen benim gibi kalifiye bir eleman ihtiyaçları olduğunu söylediler. Mevcut işimdeki şartların bir tık üzerinde öneriyle göreve başlamamı sağladılar.
Göreve başlamamı nasıl sağladılar, onu da hemen aktarayım. Asgari ücret+yemek+yol! Hani tekstil ilanlarında yazılır ya SSK+yemek+yol diye, işte kamunun da hiçbir farkı yok. Zihniyet patron zihniyeti. Bir önceki çalıştığım ilçede hem asgari ücretli olup hem yemek ücreti hem yol ücreti ödediğim için asgari ücretin altında bir yaşam mücadelesi veriyorken, artı yol, artı yemek kötünün iyisi bir duygu yaşattı bana. Oraya başlamama neden aslında şuydu: Çalıştığım eski müdürlüğümde sigortam sürekli bir bilgisayar firması üzerinden yatırılıyordu ve temizlik elemanı olarak çalışıyor gösteriyorlardı. Bu beni rahatsız ediyordu. Söylemde kalifiye eleman, önemli bölümde, önemli konumda, diğer yandan hiçbir sosyal hakkımı vermeden çalıştırıyorlardı. Bu sebeple yeni öneri o anda çok cazip geldi ve yeni işime başladım. (Yeni şubemdeki “Yemek+çay+su benden” diyen, kendini fıstık fabrikasının tonton patronu sanan müdürümü de söylemeden geçemeyeceğim.)
Buradaki serüven de tam 2 yıl sürdü. Bu serüveni sallandıran da özlük haklarının bir anaokulundan karşılanıyor olmasaydı. Okul müdürünün rotasyona tabi atamayla başka bir ilçeye tayini çıktı. Müdürün gitmesinden önce okulun devir teslimi yapılırken, sanki ben de devir teslim yapılacak bir demirbaşmışım gibi beni de işten çıkarttılar. Korkuları, yeni gelecek müdürün, “Bu kişi okulda çalışmıyor, ilçede çalışıyor. Ücreti neden okuldan ödeniyor?” demesi idi.
O gün İlçe Müdürü beni yanına çağırıp, “Seni A okulundan alıp B okulunda sigortalı göstererek göreve başlatıyoruz” dedi. “Beni neden görevden ayırıyorsunuz? O okuldan bir müdür gidiyorsa yenisi gelecek. Benim de ilçede çalıştığımı ama özlük haklarımın da bu okuldan ödendiğini söylemek bu kadar zor mu?” dedim. “Siz neyin temizliğini yapıyorsunuz?” dediğimde ise Müdür bana, “Biz seni mağdur etmiyoruz ki, hemen yarın sigortan diğer okuldan başlatılacak” demez mi. “E peki benim tazminatım ne olacak?” dediğimde ise aldığım yanıt pes dedirten cinstendi. “Biz zaten sizi okullar üzerinden çalıştırıyoruz. Okul Müdürlerine yük oluyoruz” cevabını alınca, “Ben size yük değilim, yükünüzü almaya geldim. Beni işe alırken siz bana bunu söylemiştiniz” dediğimde, İlçe Müdürü, “Seni buraya İlçe Şube Müdürü aldı” yanıtını verdi, ki o da ayrılmıştı.
Laf arasındaki hadsiz cümleler artık beni incitmiyordu. Onlara göre beni işe devam ettiriyor olmaları mağduriyetimi gidermeye yetiyordu. Ama benim için mesele tazminatımın gasp edilmesiydi. “Ben okullardan, ilçeden zengin değilim.” dedim ve odadan çıktım. Derhal CİMER’e durumu aktardım.
Ben bu yaşadıklarımı dillendirdim diye “ortalığı velveleye veriyor” oldum. Diğer ücretli personel arkadaşlara emsal teşkil ediyor oldum, “Gerekirse tüm ücretlileri çıkarırız” tehditleriyle karşılaştım. Ücretli arkadaşlarımı huzursuz eden ifadeler kullanmaya başladılar ve ücretli çalışan arkadaşlarım beni haksız görmeye başladılar. Ben de bu mücadelenin sadece kendim için olmadığını, bu mücadelenin hepimiz için olduğunu ifade ettim. Hak verenler de oldu sesini çıkartmayanlar da oldu.
Ben bunları konuştuktan sonra bir başka arkadaşım, “Beni de bir okuldan çıkartmıştınız, haklarımı verin” demeye başladı. Arkadaşa, “Aman sus arkadaşım, ne yapıyorsun? Bak senden yemek ücreti almayacağız. Sen sesini çıkarma, zaten ondan (beni kastederek) da daha fazla maaş alıyorsun” dediklerinde, o arkadaşımızın sesi kesildi. O arkadaşıma, “Siz bu sisteme karşı sesinizi çıkarmadığınız sürece sadece beni arkamdan takdir ederek bir yere gelemezsiniz. Bir arpa boyu yol kat edemezsiniz” dedim. Müdürün karşısına geçip el pençe divan durup, “Bu arkadaş fevri davrandı” diyeceksiniz. Ama tazminatımı aldığımda ise “Helal olsun, dediğini yaptın. Tuttuğunu kopardın. Aslansın, bir tanesin” diyeceksiniz. Bu işçi sınıfının kendi gücünün farkında olmaması gibi vahim bir gerçeklik. Ben mücadelemi verilen gazla değil sistem ve adamlarıyla mücadele ederek kazandım.
Ücretli bir kamu çalışanı