Uluslararası sermayenin organik bir parçası olan Türk burjuvazisi değişen dünya dengelerinin ortaya çıkardığı yeni olanakları işçi ve emekçiler aleyhine kullanmaktan geri durmuyor. 17 yıllık dinci-gerici iktidarın estirdiği terör ve uyguladığı kutuplaştırıcı siyaset, sermaye açısından bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirildi. İşçilerin ve emekçilerin tarihsel olarak elde ettiği kazanımlar AKP iktidarı eliyle yaratılan ortamda tek tek gasp edildi, ediliyor.
17 yıllık AKP iktidarı döneminde, burjuva klikler arasında sermaye belli oranda el değiştirdiği halde, üretim bazında TÜSİAD sermayesi hâlâ belirleyici bir konumdadır. Ve bu sermaye grubunun işçi ve emekçi karşıtlığı üzerinden AKP iktidarı ile oluşturduğu şer cephesi, kendisini açık bir şekilde ortaya koyuyor. AKP iktidarı döneminde Koç ve Demirören başta olmak üzere çeşitli sermaye gruplarının kârlarına kâr katması bunun en açık göstergesidir. Üstelik Türkiye ekonomisi ciddi anlamda bir daralma ve kriz içerisinde olduğu halde bu böyledir. Sermayedarlar için çıkartılan teşvikler ve vergi muafiyetleri de cabası… Kısacası, patronlar her halükarda kârlarını katlamaya devam ediyorlar. Çünkü AKP, iktidara geldiğinden bu yana ülkeyi sermaye için dikensiz gül bahçesine çevirirken, işçi ve emekçilerin sefaletini derinleştirdi.
Bu pervasız saldırılar hiç kuşkusuz ki gücünü işçi ve emekçi kesimin örgütsüz ve dağınık olmasından, ciddi anlamda bir karşı cepheyi örgütleyememesinden almaktadır. Diğer önemli bir etken de toplumun çeşitli yapay gündemler üzerinden kutuplaştırılması, böl parçala yönet politikasının uygulanabilmesidir.
İşçi ve emekçiler aleyhine uygulanan politikaların kuşkusuz küresel düzeyde geniş bir sebep sonuç ilişkisi var. Ciddi anlamda saldırı ve hak gaspları süreci 12 Eylül sonrasına ve onu takip eden ‘90’lı yıllara denk gelmişti. Fakat AKP’nin iktidarlaşmaya başladığı 2002 yılından itibaren bu saldırılar, uluslararası sermayenin de desteğiyle, daha kapsamlı ve dozu arttırılmış bir şekilde sürdürüldü. 2004 yılında çıkartılan Avrupa Birliği uyum yasalarının ekonomi başlıkları bu saldırı dalgasının boyutunu ve dozunu ifade etmektedir.
AB uyum yasalarının, ekonomi alanında irili ufaklı birçok yönü olmasına karşın esas olarak beş temel başlık etrafında dayatıldığını ve hayata geçirildiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki, taşeron çalışma sisteminin başta kamu olmak üzere bütün çalışma alanlarına yayılmasıdır. İkincisi, esnek çalışma ve kiralık işçi bürolarının oluşturulmasıdır. Üçüncüsü, dönem dönem gündeme getirilmesine karşın henüz yasal bir çerçeve oluşturamadıkları bölgesel asgari ücret uygulamasıdır. Dördüncüsü, emekliliği devletin, yani kamunun yükü olmaktan çıkartıp Bireysel Emeklilik Sistemi’nin (BES) dayatılmasıdır. BES ile ilgili daha önce devlet destekli teşviklerle işçiler cezbedilmeye çalışılmış ancak istenen sonuç alınamamıştır. Bunun içindir ki daha önce sisteme gönüllülük temelinde kayıt alınırken, 11. Kalkınma Planı içerisinde bu zorunlu hale getiriliyor.
Uyum yasalarında yer alan saldırı dalgasının beşinci ayağı, belki de üzerinde en fazla konuşulan ve işçiler için kırmızı çizgi olarak kabul edilen maddesi, kıdem tazminatının gaspıyla ilgilidir. Aslında kıdem tazminatının gaspına ilişkin saldırı planı gerek daha önceki hükümetler gerekse AKP iktidarı döneminde birçok defa gündeme getirildi. Fakat işçiler ile çeşitli demokratik kurumların tepkisi ve sermaye açısından uygun koşulların olmamasından kaynaklı, her defasında rafa kaldırıldı. Elbette tekrar gündeme getirilmek üzere…
Din istismarcısı AKP iktidarı ve sermaye sınıfı kıdem tazminatı hakkını gasp etmekten hiçbir zaman vazgeçmedi. Nihayetinde 11. Kalkınma Planı’na kıdem tazminatı hakkının gaspına ilişkin maddeyi iliştirerek, mecliste oy çokluğu ile geçirilmesi adına önemli bir adım attılar. Çerçevesi henüz net olarak belirtilmemekle beraber bu hakkın gaspına ilişkin süreci belirleyecek olan, hiç kuşkusuz işçilerin ve emekçilerin nasıl bir tutum sergileyecekleri ve nasıl bir mücadele hattı örecekleridir. Kıdem tazminatı hakkı tartışmasız olarak işçi sınıfı için hayati önemde bir kazanım ve güvencedir. Bütün aksaklıklara ve çeşitli dönemlerde oluşan mağduriyetlere rağmen bu böyledir.
İşçi sınıfı öncüleri ve sınıftan yana sendikaların önümüzdeki döneme ilişkin en önemli görevi kıdem tazminatı hakkını birinci öncelik olarak korumaktır. Daha da önemlisi bu hakkın içerik olarak zenginleştirilmesine ilişkin yeni bir mücadele taslağının oluşturulması ve sınıfın gündemine sunulmasının hazırlığını yapmalarıdır. Bu adım hükümet tarafından işçilerin mağduriyeti üzerinden oluşturulan manipülasyonu boşa çıkartacak ve aynı zamanda işçi sınıfının kazanımlarını korumanın ve geliştirmenin yeni bir kilometre taşı olacaktır.
Bilindiği gibi herhangi bir patron çeşitli gerekçelerle işyerini başka bir yere taşıdığında veya iflas gösterdiğinde, işten çıkartma dayatmasıyla karşı karşıya kalan işçi, karşısında bir muhatap bulamadığı için onlarca yıllık çalışma sonucu elde ettiği haklarını alamamaktadır. Bu yönüyle on binlerce işçi zaten mağdur ediliyor. Kurulduğu günden bu yana işçi ve emekçi düşmanlığında sınır tanımayan AKP iktidarı bu düşmanlığı daha da boyutlandırmak, derinleştirmek ve sermaye sınıfına hizmet etmek için saldırının dozunu arttırmaya devam ediyor ve edecektir de.
Bu bağlamda 11. Kalkınma Programı yeni ve daha kapsamlı bir saldırı dalgasının niyetini daha şimdiden ortaya koymuştur. Bu saldırı dalgasının devam ettirilmesi ya da sınırlandırılmasının, istikrarsızlığın ve ekonomik krizin faturasının kapitalist patronlara ödettirilmesinin seyrini işçi sınıfı ve emekçilerin tutumu belirleyecektir. Önümüzdeki dönem açısından Türkiye işçi sınıfı önemli bir tarihsel görevle karşı karşıyadır. Ya sefalet içinde daha da kötüleşen koşullarda yaşamaya mahkum olacak ya da güçlü bir mücadele hattını örgütleyerek bu saldırı dalgasını püskürtecek, mevzilerini koruyacak, kazanımlarını genişleterek yoluna devam edecektir. İşçi sınıfı için başka da bir çıkış yolu yoktur.
İzmir’den bir belediye işçisi