10 Ekim Ankara Katliamı’nın üzerinden dört yıl geçti. Bu dört yıl içerisinde yeni katliamlar gerçekleştirilirken, tüm bu katliamların failleri elini kolunu sallayarak serbestçe dolaşmaya devam ediyor.
IŞİD katletti, polis saldırdı
Devletin canlı bomba listesinde olan ancak “eylem yapmadığı için yakalanamayan” iki IŞİD çetecisi, 10 Ekim 2015’te Ankara’da düzenlenen Emek ve Demokrasi Mitingi’nde intihar saldırısı yaparak 100’ün üzerinde insanı katletmişti. Bombaların patlamasından sonra polis ölü ve yaralıların bulunduğu alana gaz bombası atmış, TOMA ile su sıkmış ve havaya ateş açmıştı. Yine patlamadan sonra alana gelen ambulansların önü polis tarafından kesilerek yaralıların hastanelere yetiştirilmesi engellenmiş, IŞİD çetecilerinin katliamına ortak olunmuştu. Binlerce kişinin bulunduğu miting toplanma alanında 3 ambulans varken, 15 TOMA konumlandırılmıştı.
Katliamın bilgisi devletin elindeydi
Katliamın ardından, patlamadan 25 gün önce, 14 Eylül 2015’te, IŞİD’in mitinglerde birden fazla canlı bomba ile eylem yapacağına dair istihbarat bilgisinin, Ankara Emniyeti Terörle Mücadele C Şubesi Müdürü Hüseyin Özgür Gür tarafından üstlerine ve mitingle ilgili önlem alan Güvenlik Şube Müdürlüğü’ne iletilmediği ortaya çıktı.
Ancak o gün polis tarafından askeri kurumlar ve yabancı ülke elçiliklerine patlama olacağına dair bilgi verildiği de sonradan ortaya çıkmıştı. Polise gönderilen talimatta “kendinize yönelebilecek canlı bomba saldırılarına hazırlıklı olun” denilmiş, orduevi gibi kurumlara o gün sivil araç girişi yasaklanmış, orada çalışanlar tarafından “bugün çok büyük patlama olacak” denildiği doğrulanmıştı.
Yine sonradan ortaya çıkacaktı ki, tertip komitesi 08.30-16.00 saatleri arasına miting başvurusu yapmış, fakat devlet kendi belgelerinde miting saatini 12.00-16.00 olarak tanımlamış, katliamın kendi “sorumluluk zamanlarının dışında gerçekleştiği” izlenimi yaratmaya çalışmıştı.
Katliam hak ve özgürlüklere saldırının vesilesi haline getirildi
Katliamın gerçekleştiği günden itibaren işçiler, emekçiler ve gençler sokaklara çıkarak bu vahşi katliamı lanetlediler. Gerçek failleri aklamaya, sorumluluğu yalnızca kendini patlatan iki çeteciye yıkmaya çalışan düzen sözcüleri, yargısı ve medyası ise hemen katliamdan sonraki saatlerde “IŞİD, PKK, DHKP-C” sözleriyle “kokteyl terör” safsatasına sarıldı. Tıpkı Suruç Katliamı’ndan sonra, “IŞİD, PKK, DHKP-C” operasyonu adı altında aslolarak devrimci ve ilerici güçlere dönük başlatılan gözaltı ve tutuklama furyasında olduğu gibi...
Yargı katliamı tamamladı
Katliam protestolarına polis saldırıları yaşandı, kimi illerde yapılmak istenen etkinlikler “valilik kararı, OHAL” vb. gerekçelerle engellendi. Katliamı kınayan kamu emekçilerine ve öğrencilere soruşturmalar açıldı, cezalar verildi. IŞİD çetecilerinin kendini patlatması sonrası yaralı ve ölülere gaz sıkan polisler hakkında işlem yapılması için verilen ve “bombalı saldırının ardından kolluk kuvvetlerinin yaralı ve ölülerin üzerine gaz bombası atarak yaralılara yardım edilmesine ve gazın etkisiyle yaralıların daha da kötüleşmesine, hatta ölümlerin artmasına sebep oldukları” belirtilen dilekçe başsavcı tarafından işleme konulmadı. Savcı dilekçenin işleme konmamasına gerekçe olarak sunduğu iki maddede “güvenlik zafiyetinin olmadığını” ve “saldırı sonrası yaralı ve ölülerin olduğu bölgeye gaz ve su sıkılmasının polislere kanunlar çerçevesinde verilen görevler olduğunu” öne sürdü.